Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Mes'ut bir tesadüf'e birinci mektup
Bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum. O zamanlar yılın dört mevsimi olurdu. Ve yazdı bütün kıyılardan çekilen. Güzdü. Annem bana yalnızca ayrılığı öğretmişti, babamsa stran söylemeyi. İkisini toplayıp içine gül yaprağı düşen şiirler yazmaya başladım ben de. Zordu. Ardında boğaz kuruluğu bıraktı geçip giden her esinti. Susadım. Cebimdeki küçük “şehir planı”yla kayıp Bedeviler gibi dolandım durdum: “Şurası Kızılay, bu taraf da Kurtuluş olduğuna göre Dil Tarih ilerisi o zaman!” Yakındım. Bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum. Hêja da yaşıyordu o zamanlar. Nasıl tanımazsın; yüzünde bir Lorca şiiriyle dolaşan bir sardunyaydı o. Kardeşti! Üstümde çizgili bir gömlek, bol bir pantolon. Eğretiydim. Saçlar ince bir tarakla sağa taralı, üç günlük sakal ve Özgür Gündem ve Ivo Andric. Gerçektim. Seyhan Oteli’nin ter kokan odalarından birinde perdeleri şehrin göğsüne açarken Cibran okuma demi olduğunu anlamıştım. Artık küçük adımlarla yaklaşacaktım sana. Uzaktın. Sen, gözlerinde, yalnız ikimizin bileceği o Can Yücel şiiriyle gülmeyi öğreniyordun. Ulus’ta birini bıçaklıyorlardı, Balgat’ta pazar kurulmuştu, Etlik’te bir telefon acı acı çalıyordu. Hurda vagonlarda tuhaf bir kaygı, yüksek hastanelerin perdesiz pencerelerinde mayalanmış bir sitem, üçüncü sınıf filmlerde 50.000 lira yevmiye ile figüranlık. İdare ediyordu. Yeterdi. Bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum. Atalarımın feodal ovalarından çokça erdem, biraz da keder getirmiştim. Mahcup bir devrimin iziydim o zaman, Elazığ’daki özel tim noktasında kocaman ellerle dövülmüştüm. Kaçak kaldığım yurtların isiydim o zaman, gri şehrin sokaklarına karışan esmer bir çakmaktaşı. Dalgın, netameli, kırgındım; bilmiyorum ki neydim? Sen uzak bir semtte hüzünlü bir Alevi diye büyütülüyordun, Dersim gibi bakmak için akşam üstlerine. Ellerinde tekinsiz duruşu bir vadinin, Batınî sözlüklerin huyu, tuzu yaban mersinlerinin. Göğsüme hazırlanan lepiska saçlarınla bir bardak su gibi güzeldin. Bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum, at kestanesinin gölgesinde. Oradan bir adam çıkıp kıvırcık sakallarıyla uzun uzun öksürmüştü. Eteklerini savuran iki kadın, durup yere bakmışlardı. Bir arabanın camından sarkan biri, saate bakar gibi bakmıştı bana. Yakında olması gereken bir stattan dalgalı bir uğultu akıyordu. Berger’ın “köylüler her şeyi görür” cümlesini hatırlamıştım. Şu kaldırımda bir yoldaşım düşecekti. Bu caddede öfkeli sloganlarla yürüyecektik. Mehmet Sincar’ın katlini tam şu köşede öğrenecektim. Gelecek kötü bir haber kadar çabuk gelecekti. Bu şehre her gelişimde gelip bu bankta oturacağım. Bu bankta her zaman etrafına merakla bakan kavruk bir çocuk olacak. Bir tarihim var bu bankta. Demek nereye gitsem buraya geri döneceğim. Pantolonumun arka cebinde bir Özgür Gündem olacak hep ve etrafa bir tuz madeninden çıkmış gibi bakacağım. Bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum, şimdi oturduğum gibi. O zamanlar sen yoktun, şimdi olmadığın gibi.
Dara yayınları
··
215 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.