Seymour hayatında hiç o kadar hızlı koşmamıştı.
Arkasından “aptal”, “deli” diye bağırıp kovalayan
zorba çocuklardan kaçarken bile.
Dorothy’yle dev köpeği olmasa bayıltana kadar döverlerdi Seymour’u.
İkisi, tam Sean’la Küçük Russ (dördüncü sınıftaki tek doksan kiloluk
çocuk olduğundan daha alaycı bir lakap olamazdı herhalde)
onu köşeye sıkıştırdıklarında ortaya çıkıvermişlerdi.
Seymour sırtını Mr. Michaelson’ın tel çitine dayamış,
eriyip içinden geçebilmeyi dilemiş, gözünü Küçük Russ’ın indirmeye
hazırlandığı koca yumruğundan ayıramamıştı. Derken seslerin en
harikasını, uykusundan uyandırılmış bir ayınınkini hatırlatan pes
homurtuyu duymuştu. İki haylaz arkalarına bakmışlardı.
Koca köpekli kız, ifadesiz bir sesle, “Toto şiddetten hoşlanmıyor,” demişti. “Kızıyor.”
“Sen karışma, Gale,” demişti Sean. “Seninle işim yok.”
“Karışmamı istemiyorsan, no problem...
Ama Toto’nun ne yapacağının da benimle ilgisi yok.”
Toto işaret almışçasına hırlayarak atılmış ama Dorothy tasmasını bırakmamıştı. Küçük Russ yumruğunu indirmişti hemen. Sean’la tedirginlikle bakışmışlardı.
Koca köpeğin dişleri kararında hiç rol oynamamışçasına, “Bırak şu dilsizi,”
demişti Sean. “Değmez.”
“Evet,” demişti Küçük Russ, “zaten ceketime kan bulaşsın istemiyordum.”
Oğlanlar Seymour’un tepesinden ayrılıp okula doğru gitmişlerdi.
Yedi sekiz metre uzaklaştıktan sonra Küçük Russ aniden
cesur kesilmişçesine dönmüştü.
“Dua et kız arkadaşın geldi, geri zekâlı!”
“Okul bahçesinde görüşürüz,” demişti Sean yumruğunu
avucuna indirerek.
Dorothy iki oğlana parmağı çekivermişti.
Bir şey yapamayacağını bilen Sean dudaklarını dişlemişti.
Üç metrelik çiti tırmanıp diğer tarafa atlamışlardı.
Ardından Küçük Russ pantolonunu indirmiş, tombul ve
beyaz poposunu göstermişti. Sonra uzaklaşmışlardı.
Dorothy’yle Seymour, tehlike geçtikten sonra ne yapacaklarını
bilmemenin sıkıntısıyla bakışmışlardı. Seymour cebini karıştırmış, yarısı yenmiş
bir gofret çıkarıp Toto’ya uzatmıştı. Köpek gofreti tek lokmada yutmuştu.
“Ben de seni sevdi sanmıştım,” demişti Dorothy. “Cebindekinin
kokusunu almış meğer.”
Seymour gülümseyip köpeğin kafasını okşamıştı.
“Ben, Dorothy bu arada.”
Tanıyorum seni. Sınıfta sorunun cevabını bulamayınca kaleminin
tepesini dişleyen güzel kızsın sen. Her gün köpeği okula kadar
yanında gelen kızsın. Diğer kızlarla oynamayan ama oğlanlarla
maç da yapmayan kızsın. Aklında çok şey olsa da fazla konuşmayan
ama benden fazla konuşan kızsın.
“Sen, Seymour’sun, değil mi?”
Başıyla evetlemişti Seymour.
“Birkaç gün boyunca eve bizimle dönsen iyi edersin.
En azından o iki soytarı unutana kadar. Ödeşmeye bakacaklardır.”
Yine başıyla evetlemişti Seymour.
“Eve her eşlik başına bir gofret,” demişti Dorothy gülümseyerek.
Seymour elini uzatmış, el sıkışmışlardı. Seymour’un hayatında
ilk defa bir arkadaşı olmuştu.
Sonrasında Dorothy, Seymour ve Toto hep birlikte eve dönmüşlerdi.
Fazla konuşmuyorlardı. Eh, Seymour hiç konuşmuyordu ama gene de hoştu.
Sadece hoş değildi. Harikaydı. Öyle harikaydı ki Seymour az daha konuşacaktı.
Az daha.
Konuşamadığından değildi. En azından Seymour, konuşabileceğinden emindi.
Babası Büyük Profesör hariç, Seymour’un kelime dağarcığı, tanıdığı
tüm yetişkinlerinkinden genişti. Uyuyamadığı gecelerde, o gün öğrendiği
kelimeleri sessizce tekrarlardı. Tek bir nefesle hepsini hayata getirebilirdi.
Ama getirmiyordu.
Daha on aylıkken konuşmayı öğrenmiş ama doğru dürüst konuşabilene
kadar konuşmamaya karar vermişti. Sıfırdan üniversite seviyesinde
konuşmaya geçerek Büyük Profesör’ü afallatmak istiyordu.
O zaman dikkatini çekerdi işte.
Ama Seymour öğrendikçe ne kadar az bildiğini anlamıştı.
Bu yüzden de büyük sürprizini erteleyip durmuştu.
Sonrasındaysa büyük anı ıskaladığını fark etmişti.
Birden herkesin derdi şu olmuştu: Seymour neden konuşmuyor?
Konuşması (yahut konuşmayışı) resmen büyük mesele olmuştu.
Konuşmaya kalksa herkes ilkin “Niye?” sorusunu soracaktı.
Buysa herkese anlamlı gelebilecek bir cevap vermeyeceği soruydu.
Haliyle sessiz kalmaya devam etmişti.
Doktorlar muayene etmiş, incelemiş ama herhangi bir terslik bulamamışlardı.
Çoğu otistik olduğunu düşünmüştü. Konuşmadığınızda insanların yanınızda
o kadar çok konuşmaları komikti. Hepsi Seymour’un anlamadığını
varsayıyordu. Anlıyordu oysa.
Sorun oydu. Fazla anlıyordu.
Çimen neden yeşil, gök neden mavi, biliyordu. Yerçekiminin kendisini
neden aşağı çektiğini ama neden ayağını kaldırıp çekime karşı koyabilecek
denli güçlü olduğunu biliyordu. Parçacık fiziğini, herhalde on bir yaşındaki
çocukların bilmesi gerektiğinden çok daha fazla biliyordu.
(Aslında parçacık fiziğini gelmiş geçmiş tüm on bir yaşındaki çocuklardan
çok daha iyi biliyordu. Ama o, başka hikâyenin konusu.)
Sadece kendisi gibi yapısı tuhaf, sayıları ve denklemleri, akla ziyan
şekilleri ve imkânsız bağları düşleyebilen birinin evrenin sırlarını
çözebileceğini biliyordu Seymour. Günün birinde çözeceğini de biliyordu.
Önce şu aptal çiftçi çocuklarından biri canını almazsa tabii.
Ama şimdi hiçbirinin önemi yoktu.
Tek önemli olan, orada, yerde yatan ve kan kaybeden Dorothy’ydi.
Yardım getirmezse ölecekti. Onu da anlıyordu Seymour.
Sayfa 27 - April Yayıncılık - DOROTHY’NİN ÖLDÜĞÜ GÜNKitabı okudu