Gönderi

Demek ki bu evrende her şey bir şarapnel. Ve genişlemekte olan, aslında bir şarapnel bulutu. Bu yüzden gökadalar ve her şey birbirinden uzaklaşıyor. Bu yüzden evren aynı anda her yere şiddetle ilerliyor. Er ya da geç bir şeylere bir yerlere çarpmak için. Er ya da geç yok etmek ya da yok olmak için. Demek ki samanyolu ve içindeki güneş ve etrafındaki dünya ve üzerindeki insan ve aklındaki her şey bir şarapnel. Düşüncesi, inancı, duygusu, icadı, hepsi. Demek ki insan insana saplanmak için var. Hiçbir şey hissetmiyordu, sanki hayatı boyunca bir daha hiçbir şey hissetmeyecekti. Ancak insan o kadar aptal bir hayvan ki hayata bağımlı olduğunu ancak ömrünün sonunda anlıyor.. Oysa herhangi bir devlet başkanı kadar umursamaz olmalı bir cerrah.. İnsanların bir damla su için göç yollarında birbirini boğazladığı bir evrenden insanların indirimde olan bir telefon için mağazalarda birbirini boğazladığı farklı bir evrene açılan, boyutlar arası bir kapıydı o kamp.. Parmaklarım fazlaydı, ayaklarıma bakıyordum onlar da fazlaydı, fazla yer kaplıyordum. Gözlerim fazlaydı. Görmemem gereken ne varsa, görmüştüm, görüyordum, görecektim. Gözlerimi kapadım, o yaşlı kadın kalp atışlarımı duyamamıştı belki ama şimdi göğüs kafesim bir çan kulesiydi. Kalp atışlarım beni sağır ediyordu. Ben fazlaydım, dünya fazlaydı. Sırf var olduğu için şiddetle utanan birini iyileştirecek hiçbir şey yoktu bu dünyada. Aslında hiçbir sorunum yok… Ama niye bilmiyorum, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Mutlu olmak için her şeye sahibim ama mutlu değilim.. Zaten kolay olsa karar alınmaz, verilirdi.. Acele etmeye bağımlı oldukları ve acele etmeden nasıl yaşanır bilmedikleri için. Çünkü bu çağda her şey acildi. Sokaklar, caddeler ve evlerdeki hayat daima aceleyle yaşanıyordu. Gerçekten de bu insanlarla aynı çağda yaşamıyordum! Örneğin yeni ne ürün çıkarsa derhal satın alıyorlardı. Üstelik bu satın aldıklarını doğduklarından beri kullanıyormuş gibi büyük bir kolaylıkla da hayatlarına dahil edebiliyorlardı. Ne de olsa uzun zamandır insan nesnenin önderliğinde ilerliyordu. Daha doğrusu, yeni olan hangi nesne varsa insanı o yönetiyordu. İnsan sadece yeni olana sahip olmak için çalışıyordu. Yeniliğin ve yeni olan her şeyin ne kadar sevildiğini düşündüm. Bebekler bile belki bu yüzden seviliyordu. Hiç kullanılmamış insanlar oldukları için. Son model gıcır gıcır, el değmemiş bir et parçası.. Her ne kadar onlar benimkinden bir şey anlamasa da ben insanların yüzünde şunu görebiliyordum: Hepsi de yeni bavuluyla daha mutluydu.. Yavaş araba kullananlara hala dayanamıyorum! Bir yere gidilecekse hemen gidelim istiyorum.. Ne de olsa devleti kuran insan, her yılbaşında hayatında değişiklikler yapmaya karar veren garip bir varlıktı. Belki de sürekli hata yaptığı için sürekli yeni başlangıçlara ihtiyaç duyuyordu. Ve insan için yeni bir yıldan daha iyi bir yeni başlangış olamazdı. Jacinta, İstanbul’dan nefret ediyordu. Birbirini ezen bir hayvan sürüsüne benzettiği üst üste binalar ve trafikteki dip dibe arabalardan, dar kaldırımlardaki yayaların bir hayvan sürüsü gibi birbirini ezip sonra da yolara taşmasından nefret ediyordu.Şehre yerleştiği ilk aylarda gezdiği müze koridorları ya da Kapalıçarşı’da birbirini bir hayvan sürüsü gibi ezen turistlerden de nefret etmişti. Cihangir adındaki semtin 60 metrekarelik dairelerinde 60 kişilik partiler verip birbirinin ayağına basmak, birbirinin kulağının içine bağırmak, sonra da birbirini boşaltmaktan başka bir şey yapmayan, dolayısıyla Jacinta’ya göre birbirini ezen hayvan sürüsünden farksız olan, kendilerine expat diyen Avrupalı ya da Amerikalılardan nefret etmişti. Sırf bu expat kelimesini duymak bile öfkelenmesine yetiyordu. Çünkü bir Doğulu Batı’ya giderse, ona orada göçmen deniyordu ancak Doğu’da yaşayan bir Batılının sıfatı daima expat oluyordu. İstanbul denilen, Boğaz’ın iki yakasına atılmış iki çöp yığını gibi duran bu şehirde ki Jacinta annesiyle telefonda konuşurken tam olarak bu kelimeleri kullanıyordu her an bir metan gazı patlaması olacakmış gibi huzursuzdu. Anadolu’da doğmuş ve memleketlerindeki sefaletten kaçıp geldikleri şehrin kenar mahallelerinde daha da derin bir sefaletin içine düşmüş milyonlarca insan bile Jacinta kadar nefret etmiyordu İstanbul’dan. Buna da şöyle bir açıklama getiriyordu. Çünkü bu şehir bir uyuşturucu! Buraya gelen öyle bir uyuşuyor ki nasıl bir cehennemde yaşadığının farkında bile değil! İstanbullu dediğin aslında bir bağımlı! Sırf İstanbul’ya yaşayabilmek için her gün kendini satan bir zavallı… İnsanlar sürekli, İstanbul’da olabilecek büyük bir depremden söz ediyordu. Hatta çok şiddetli depremlerde Marmara Denizi’nde bir tsunami oluşabileceği anlatılıyordu. Ama ben o tsunamiyi başka yerden bekliyordum. Arkadaki o beton denizinden. Sanki o binalar her an dev bir dalga gibi yükselip üzerime yıkılacak, sonra da beni yutacakmış gibi geliyordu.Üstelik bir deprem bile olmadan! Sırf İstanbul’un canı beni yutmak istediği için. Ya da ondan ne kadar nefret ettiğimi bildiği için.. Bu nefretin temelinde son derece basit bir neden yatıyordu:Olmak istediği yerde değildi ve yapmak istediği bir işi yapmıyordu. İnsanın bedeniyle aklının aynı koordinatlarda olmaması bir felaketti! Örneğin insanın aklı dünyada kaldıysa, cennet bile ona cehennem gibi gelirdi. Hatta o cennette etrafını sarmış ölü ve mutlu insanları, birbirini ezen bir hayvan sürüsü olarak görür ve bu düşüncesini sadece bir lobotomi ya da lobotomiyi yaratan insanı yaratmış Tanrı değiştirebilirdi. Eğer işin insanlara yardım etmekse.. Eğer bunu profesyonel olarak yapıyorsan, durumu asla kişiselleştirmeyeceksin. Diyelim ki bir köyde çocuklara yiyecek dağıtıyorsun.. Eğer o çocukların gözlerine bakmaya başlarsan.. Ya da ne bileyim adlarını öğrenmeye başlarsan, yani o çocukları gerçekten görmeye, onların farkına varmaya başlarsan o köyden asla ayrılamazsın. Hatta son nefesine kadar kendini o çocuklara adarsın! Sonra da başka köylere gidemezsin! Başka çocuklara yiyecek dağıtamazsın. Onun için de yardım götürdüğün insanlarla aranda daima mesafe olacak. Hani uçaktan paraşütle yardım paketleri atılır ya? İşte duygusal olarak aranda o kadar mesafe olmalı! Çünkü empati denilen bağ milyonlarca insanla aynı anda kurulamıyordu.Tek kişi milyonlarca aç insan olduğu gerçeğini bir türlü algılayamıyor ama milyonlarca insan tek kişinin açlığını gayet iyi kavrıyordu. Bu dünyadaki en büyük mutluluğun emek verip bir ürün ortaya çıkarmak olduğunu söylüyor.. Dünyanın en büyük servetiyle satın alınan şey bu: Cehalet. O ayakta kalabilmek için iki koltuk değneği kullanmaya başladı: Kabullenmek ve alışmak. Bir süre sonra o değnekleri de attı ve kayıtsızlığın elinden tutup yeni bir hayata doğru yürümeye başladı. Bu dünyadaki her insanın içinde acımasız bir canavar vardır. O canavarı gizlemek için de her şeyi yapar. Dolayısıyla bu dünyadaki her insan ikiyüzlü bir yalancıdır. Eğer insan cehennemde doğmuşsa bir iblis olmayı reddedebilir miydi? Çünkü doğada barış diye bir şey yok. Her canlı hayatta kalmak için savaşır. Hem de sürekli! Hayat bir savaştır. Onun için yaptığımız işin bu dünyada yeri yok. İnsanların birbirini öldürmesini engellemeye çalışmak, insanı inkar etmekten başka bir şey değil! Ben de ne zaman çaresiz kalsam yaptığım şeyi yapıp gerçeklerden kaçtım. Yıllardır aynı yere kaçıyordum. Bir hayale.. Hayatında duyup duyabileceği en saçma fikrin karşısında böyle bir tepki vermesinin nedeni, aslında olan bitenin hiç umrunda olmamasıydı. Bu dünya öyle bir yer ki.. sizi barıştıran her kimse savaştıran da odur. Sırf takvimdeki yeri değişti diye dünyanın daha iyi bir yer olacağına ihtimal vermiyordum.. Çünkü barış dediğin en baştan başlamaktır. Yeniden. Herkesin şarapnel olduğu bir dünyada bir şarapnel olmayı reddediyorum.. Çünkü insan, davranışlarının sonuçlarını hesaplayan mantıklı bir yaratık değildi. Kendini ne kada geliştirirse geliştirsin bir duygu yumağından ibaretti. İnsanın başka bir insana değer verebilmek gibi doğal bir yeteneği vardı. Dolayısıyla bu konuda bir eksikliği yoktu. Ancak verdiği değer, diğer insanla arasındaki mesafeye göre değişiyordu.İnsana değer vermeye en yakınımdan başladığı için kendisine uzak olanlara karşı hiçbir şey hissedemiyordu. Hatta bu yüzden, mesafe belli bir kilometreyi aşınca, insanın gözünde diğer insanlar tektipleşiyor hatta nesnelleşiyordu. Yani aradaki mesafe büyüdükçe ayrıntılar kayboluyor ve insanlar birbirini bir yığın olarak algılıyordu. İnsanın zamanla ilişkisinde de aynı eğilim vardı. İçinde bulunduğu zaman diliminden uzaklaştıkça günler,aylar ve yıllar önemini kaybediyor, hepsi birer yüzyıla dönüşüyordu. Sanki bir yüzyılın her günü benzermiş gibi.’’15.yüzyılda insanlar..’’ diye başlayan cümleler kuruluyordu.. Eğer bu dünya üzerinde hayatın neden var olduğunu bilmek istiyorsan, önce o hayatı yok etmekten vazgeçeceksin..
·
347 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.