Dedeler ve Bihaber TorunlarRahmetli dedemi, babamın babasını, pek severdim. Babam askere gitmiş bense muhtemelen dedemi baba yerine koymuş da büyümüşüm. Gurbetçiydi dedem. Köyünde keser, balta, çakı... demirci; Almanya’da makine montajcısı. Anlatırlar; o küçük halimle geleceği saati bilip camın önüne geçermiş ve fabrika çıkışındaki işçi yığını arasından dedemi seçermişim. Öyle dikkatli, öyle kıpırtısız bakarmışım ki beni camdan görenler bu cansız bir bebek mi diye sorarmış birbirlerine. Bir buçuk sene kalmışız orada annemle. Zaman geçer. Dedem emekli olur, bizler okullu. Hemen her sene İstanbul’a gelip bizde kalırdı dedem. Belki altı ay belki daha fazla. Okuldan alırdı, harçlık verirdi, şakalar yapardı, Kemal Sunal filmlerine bayılırdı, sabahları yayla çorbası içerdi, hızlı yürürdü, iyi karpuz seçerdi, çok titizdi. Osmanbey’den Taksim’e yayan gider gelirdik. Tahtakale’nin müptelasıydı. Gezerdik.
Rüyada Terakki dedeme olan özlemimi harladı. Çünkü 1900’lü yılların başında yazılan bu ütopik eserde Nazım Efendi, zamanından yüzlerce yıl sonrasında büyük büyük dedesiyle birlikte İstanbul’un gelişmişliğine şahit oluyor. Görülen rüyayı insan nasıl garipsemez ise yüzlerce yıl sonrasında olmak da, orada dedesiyle karşılaşmak da Nazım’ca garipsenmiyor. Garipsediği daha doğrusu şaşırdığı durumsa İstanbul’un madden ve manen terakki etmiş olması. Nasıl olmuş bu hal?
“Oğlum, haksızlık, adaletsizlik, zulüm dünyada hangi kavmi, hangi milleti kalıcı etmiştir ki Avrupa milletlerini de kalıcı etsin?”
Rumeli kargaşasından sonra Osmanlı büyük bozguna uğrar. Bununla beraber can boğaza dayanır ve memleketin ileri gelenlerinden elli insan devletin bekası için kendilerini bir adaya kapatırlar. Nasıl düze gelinir, dönemin kelimesiyle söylersek, nasıl ilerlenir sorusunun cevabını ararlar. İşe ahlakla, terbiyeyle başlarlar ve akabinde fabrika…. İlerleyen zamanlarda bir büyük dünya savaşı patlak verince Avrupa’nın parası pamuk ve keten mesabesine düşer. Bunu da iç ayaklanmalar takip eder. Maden kıymetlidir artık ve bu başta Osmanlı olmak üzere diğer devletlerin ekmeğine yağ sürer. Ve çöküş ve terakki!
Peki, neler olmuştur Devlet-i Aliyye’nin başkentinde? Bunu, Nazım’ın çocuk merakı soruları ve dedesinin telaşsız cevaplarıyla öğreniyoruz. Mesela Harem İskelesi’nden Kumkapı’ya üç katlı devasa bir köprü vardır ve bunun en üst katından insanlar gidip gelirken, diğer iki katından ki bu iki kat açılıp kapanabiliyor, trenler ve diğer araçlar seyrüsefer etmektedir. Mesela alışık olmayanı için baş döndürecek hızda giden otomobiller vardır. Mesela yükseklikleri şimdiki gökdelenleri unutturacak boyutta yapılar göğe mızrak gibi uzanmıştır. Bunların bir katı, şimdiki bina katlarının iki katı yüksekliğine sahip olup insanı asla sıkmaz, boğmaz, daraltmaz. Bu gibi devasa boyutta olduklarından ötürü katlar arası yollar dahi mevcuttur. Cep saati boyutunda kayıt cihazları bile vardır.
“İnsan yalan söylemez. Yalan söyleyenler insanlıktan çıkarılır.”
Sadece maddi bir ilerleme mi vardır? Elbette hayır. Devleti devlet yapan adalet sistemi burada kusursuz işlevdedir. Mahkemelerin büyük çoğunluğu davanın açıldığı aynı günde görülüp netice karara bağlanır. Zaten öyle çok duruşma olmaz çünkü insanlar asla yalan söylemez. Her birinin cebinde kanun kitabı vardır. Ahlak ve edep öyle gelişmiştir ki bu kanun kitabı inceciktir. Kahvehane, kıraathane gibi yerler yoktur zira insanlar daima çalışır, asla malayani işlerle uğraşmaz; çay, kahve, tütün içen kimse yoktur.
İlgi çekici olan bir diğer konu da şudur ki sadece ve sadece kadınlara hususi mekanlar vardır. Mekan derken ufak alanlar gelmesin aklınıza. Bildiğiniz şehrin bir yarısı onlara ayrılmıştır. Hatta şehir öğle vakti iki buçuk saat kadar sadece kadınlara ayrılır. Bu demde erkekler yemeğini yer, ibadetini yerine getirir, diğer işlerini hallederler. Anlayacağınız kadın ve erkek toplum içinde asla bir arada olmaz. Fakat belli başlı birkaç tabii konu hariç diğer her konuda eşittirler. Zaten kitapta hakim sözler tabiatıyla adalet, eşitlik ve özgürlük olarak gözer çarpıyor.
Daha da ilginç olanı tüm insanların kendine has numarası var. Bizim günümüzdeki kimlik numarası sistemi 2000 yılının sonlarına doğru hayata geçtiği düşünülürse bunun ne denli mühim bir düşünce olduğu anlaşılabilir.
Bir diğer durumsa insanlar birbirine itibar puanı verip o kişiyi tanımayan diğer insanlara dolaylı yoldan yardım etmiş oluyor. Böylelikle ticaret yapılacaksa yahut evlenilecekse puanın not edildiği bu kağıtlara bakılıyor. Komik görünebilir ama fena fikir değil. Aile kurumu da bu kağıtlar vasıtasıyla kuruluyor. Kız ve erkek istek ve şartlarını kağıtlara yazıp birbirlerine iletirler. Değişecek madde varsa uygun görülürse değiştirilir. Anlaşılır. İlginç.
Kısaca, Nazım Efendi bu ve bunun gibi daha pek çok şeye başta dedesi olmak üzere diğer arkadaşları aracılığıyla şahit oluyor. Dönem koşulları içinde düşünüldüğünde hemen hepsi oldukça yerinde fikirler ki pek çoğu günümüzde mevcut. Hatta bazısı için rahatlıkla keşke şimdi de olsa diyebiliriz.
“Bu rüyadan gaye ve maksat: Vatan ve milletin ilerlemesini ve yükselmesini sağlamaktır.”
Günümüz Türkçesine uyarlayan Engin Kılıç eser için habname ile klasik ütopya birleşimi bir yerde durduğunu belirtiyor. Yani rüya formundaki bir zaman-mekan kurgusu. Rüya çünkü Nazım Efendi büyük büyük dedesinin zamanına gidiyor ve oradan yüzler yıl sonrasına geçiyor; ütopya çünkü gelecek zamandaki kusursuz –dede bizzat bu sözcüğü kullanır- diyarı anlatır. Kısadan “ütopik anlatı” olarak eseri toparlıyor Kılıç. Fakat bununla yetinmiyor eser çünkü içinde şiir pasajları da var. Zaten müellif kendi kitabının tanıtımında “elden geldiğince her fenden bahseden eğlenceli, faydalı bir kitap” notunu düşüyor. Haklı.
Mimi biraz milliyetçilikle biraz da mahcubiyetle koyayım; bırakınız More, Platon, Landon, Huxley ve diğerlerini. Kabul edelim ki bilmemek bizim suçumuz; Rüyada Terakki gibi nice diğer eseri tozların arasında bırakmak da bizim kabahatimiz. Çok vakit kaybettik. Daha fazla zaman geçmesin ve özür mahiyetinde olsun tanış olalım hepsiyle.
Çünkü dedelerimizin bize anlatacakları çok şey var.