Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

415 syf.
·
Puan vermedi
Huzurda Huzursuzluğu Buldum!
“İnsandan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki... bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş...” Kitapta doğu-batı çatışmasından, felsefeye, ölüm ve yaşamdan, akıp giden zamana, varoluştan dine, insandan ferde, musikiden sanata, tarihten aşka kadar her şey vardı; olmayan tek şey ise, huzurdu! Ben Huzur’da huzursuzluğu buldum. İçimde bir yerlerde bir parça huzur kalmışsa da bu eserle birlikte buhar olup uçtu yahut beni bırakıp bilinmezliğe doğru yelken açtı sanıyorum. Lakin bu beni rahatsız etmiyor, sizi de rahatsız etmesin. Hatta bilhassa huzurunuzun kaçması için okumalısınız eseri. “İyi ama, kendisine kim yardım edecekti? İstediği huzuru ona kim verecekti?” Aslında henüz böylesi derin ve eşsiz bir eseri yorumlayacak yeterlilikte görmüyorum kendimi. Kaldı ki huzur birkaç defa okunması gereken, her okumada farklı keşifler yaşatacak bir eser. İlerde bu esere daha detaylı ve içime sinen, güzel bir inceleme yazabildiğim gün, bu kitapla birlikte kaybettiğim -minicik- huzurumu bir parça da olsa bulabilirim sanırım. Bir nehir roman örneğidir Huzur. Yani yazarın üç eseri kendi içlerinde bir bütün olmakla birlikte birbiriyle ilişkilidir. Bu üçleme sırasıyla; Mahur Beste, Huzur ve Sahnenin Dışındakiler. Ben başlangıçta bunu bilmediğim için Huzur ile başladım okumaya. Bu dopdolu eser; İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz isimleriyle dört bölümden oluşuyor. Derin anlamlar içeren ve bir aşk romanı olmaktan ziyade fikir romanı olan bu eserin yorucu olduğunu söyleyebilirim. “Şiirlerimde sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım.” Diyen ve eserlerin sanatsal bir üslupla, dilin estetik güzelliğine önem vererek yazılması gerektiğini düşünen Ahmet Hamdi Tanpınar, dolayısıyla eserinde edebi, ağır bir dil kullanmıştır. Okumayı güçleştiren bir diğer etken ise; eserinde yer yer Arapça- Farsça kökenli kelimeleri kullanmasıdır. Yazar, eserde Mümtaz’ın bir gününü anlatmakla birlikte bir geri dönüşle onun anıları arasında uzun bir yolculuğa çıkarır bizi. Onun düşüncelerine sızar, ruhunu görür, kalbini dinleriz. Yazarın tuttuğu ışıkla aydınlanan aşkına çeviririz bakışlarımızı. Onun içinde yaşadığı çelişkileri, karmaşaları, ıstırapları bütün ruhumuzla hisseder, zihnimizle kavrar ve an gelir birlikte acı çekerken buluruz kendimizi. Onun huzursuzluğunu kitap boyunca iliklerimize kadar hissederiz. Onun aklının kaldığı her noktada aklımızdan bir parça bırakırız bizde. Mümtaz önce babası sonra annesinin kaybının ardından kendini amcaoğlu İhsan’ın evinde bulur. Kendisinden büyük olan İhsan ona hem baba hem akıl hocası olur; yolunu aydınlatır ve ruhunu bilgiyle besler. Özellikle İhsan’ın fikirlerini paylaştığı bölümleri ilgiyle okudum. Onun, fikirleriyle kuşatılmak, karanlık bir odada ansızın yanan ışık gibiydi benim için; gözlerimle birlikte zihnimi de kamaştırdı. Etrafında gelişen zamansız hareketlenmelerle sözünü kesmek zorunda kalan İhsan’ın sabırsızlığını bende paylaştım eseri okurken. Ve Suat karakterinde Dostoyevski’nin kaleminin izlerine rastladım. Onu sevemedim ama ona üzüldüm. Dul bir kadın olan Nuran’ın kızına karşı sorumluluklarıyla aşkının arasında bocalamaları, iç dünyasında yaşadığı gelgitler, endişeleri ve bunların tabii sonucu olan huzursuzluğu… Doğu-batı çatışması arasında sıkışıp kalmış ve kendine bir taraf bulamamış Mümtaz’ın musikiye olan bağlılığı ve yüreğini yakan, bütün hayatını kaplayan aşkı ve huzuru ararken yaşadığı bütün o huzursuzlukları öyle ustaca aktarılmış ki okumadım, yaşadım sanki. Geçmişi yaşar ve geleceği düşünür Mümtaz, bugünü yoktur onun. Bugünü yaşayamaz bir türlü. İkinci dünya savaşı öncesi buhranlar, harp olacak mı olmayacak mı tartışmaları, doğu-batı eski-yeni çatışmalarını eşsiz üslubuyla bizlere aktarmış yazar. Eserin en önemli noktalarından biri olan musikinin üzerinde durmuş ve bilhassa Mahur Beste’yi merkeze koymuş. Ve tabi birçok okuyucu gibi merakıma yenik düşüp dinledim bende eseri. Musikiyi unutmamalıydık. Kendimize yabancılaşmamalıydık. Değerlerimizi, sanatımızı korumalıydık. Özümüzü kaybetmemeliydik. Günümüze baktığımda “Bir şeyler yanlış gitmiş,” diyorum. Eskiyi seven, özleyen ve “Bu devre ait değilim,” düşüncesi içinde yalnızlaşan ben de çok derinden yaşadım eski-yeni çatışmasını. Benim de kafam karıştı. Yeniyi sevemedim bir türlü. Özellikle de eserin yazıldığı o günlerden geldiğimiz bugünlere alışamadım hala. Bu yüzdendir ki kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri de şudur: “Birbirine bizim nesillerin tatmadığı bir sevgiyle baktılar.” Düşündüğümüz zaman zehir gibi bir cümledir. Öldürücü özelliği vardır sanki. Eskilerin tattığı o sevgiyi, saygıyı, dostluğu yaşayamadık biz. Birçok şey gibi onların da çakmasıyla yaşamak zorunda kalıyoruz. Bizim tatmadığımız o sevgi ne büyük bir hazine aslında. Günümüz insanının taptığı paranın hiçbir miktarının satın alamayacağı bir hazine! “Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?” diye sorar yazar eserde. Belki de bizim neslimizin asla sahip olamayacağı bu hazinedir sorunun cevabı. Eskiye bağlıyız; çünkü sevgi, saygı, dostluklar eskide kaldı. Yeni de bencillikler, menfaatler, çıkar ilişkileri, ağızlara sakız edilmiş sözde aşklar var. Eskiden bir anlamı olan aşk bile günümüz şartlarında çamurmuşçasına sakındığımız bir şey olup çıktı. Eskiyi özlemeyelim de ne yapalım? Bizim zamanımız bir Ahmet Hamdi Tanpınar çıkarmayacak mesela! Bu bile başlı başına bir kusur! Gelelim aşka! Bu bir aşk romanı değildir, lakin aşk güzel bir aroma katmıştır esere. Çarpıcı bir aşk hikayesi beklemeyin eserden; sade, kendi halinde, saf bir aşk karışmıştır satırlara. Nuran ve Mümtaz’ın aşkı güzeldir fakat tam da olması gerektiği gibi soluktur. Yazar fikirlerini, toplumun sorunlarını, doğu-batı çatışmasını bir tutam da felsefe serperek bize aktarırken, içine aşk çeşnisinden eklemiştir. Hepsi bir bütünün parçalarıdır. Yazar, aşkla süslemiş eserini, bir renk katmak istemiş; güzel de olmuş. Eğer okurken eserden koptuysam, bambaşka hayallere dalıp, ondan uzaklaştıysam, hatta daha da kötüsü sıkıldığım, yorulduğum anlar olduysa bu, eser kusurlu olduğundan değil, benim yetersiz oluşumdandı. Yeterli birikime sahip olamayışımdandı. Her kitabın bir zamanı olduğuna inanan ve bunu sık sık dile getiren ben, “bu eseri okumak için erken mi?” diye düşünürken buldum kendimi. Tutunamayanlar’da olduğu gibi belli bir seviyeye ulaştıktan sonra tekrar elime almak üzere bu canım eseri şimdilik rafa kaldırmayı düşünsem de yapamadım, devam ettim. Bu halimle bile severek okuduğum eseri ilerde bir gün elime yeniden aldığımda onda bambaşka lezzetler bulup, yeni tatlar keşfedeceğimden ve çok daha severek, çok daha büyük bir ilgiyle, yorulmadan, sıkılmadan okuyacağımdan kuşkum yok. Lakin bunun yetmeyeceğini de biliyorum. Bir kez daha okumak isteyeceğim. Eminim ki ömrüm yeterse defalarca okuyup her seferinde hayranlığımın bir doz daha arttığı bir eser olacak benim için. Ve Türk Edebiyatı denildiğinde aklıma gelen ilk isim Ahmet Hamdi Tanpınar olacak bundan sonra. Dostoyevski, Tolstoy gibi sevdiğim yazarları okurken onların dilini bilmediğim ve böylesi eşsiz eserleri bir çeviri olarak okumak zorunda kaldığım için içimde hep bir burukluk olur; sanki eser eksik kalmış ve kaçırdığım bir şeyler varmış gibi hissederdim. Bu eseri okurken belki ilk defa olarak iyi ki aynı dili konuşuyoruz dedim bir yazar için. Takdir edersiniz ki aynı dili konuştuğumuz halde eseri okurken zorlanan ben “Ya çevirisini okumak zorunda kalsaydım böyle bir eserin?” diye düşünmeden edemedim. Kendimi bu yönden çok şanslı bulmakla birlikte huzurumu kaçıran bu eserin bana bu mutluluğu çok görmemiş olmasından dolayı sevinçliyim. Şunu da söylemeliyim ki aslında huzurumun kaçmış olmasından ötürü de bir şikayetim yok. Son olarak eserde en çok dikkatimi çeken satırlara değinmek istiyorum: “Bir takım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı âdet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak... O zaman ne olacak? Kriz...” Ahmet Hamdi Tanpınar o tarihlerden biliyordu başımıza gelecekleri. Yazarın o gün yazdıklarını biz bugün yaşıyoruz! O zamanlar yazarın endişe duyduğu o gelecek bugün bizim gerçeğimiz! Ve “Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor.” Der yazar eserinde. O haksızlıklar büyüdü büyüdü de bir çığ kadar oldu altında kaldığımız. İncelememi eserden incilerle bitirmek istiyorum: “Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz!” “Fakat hayata güvenmiyordu. O, hayat karşısında zayıftı.” “Her şey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor. Ne ölüm var ne de hayat. Biz varız. İkisi de bizde.” “Kim bilir böyle ısrarla baktığı bu kaldırım taşlarında hayatın hangi parçasını görüyor?” “Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum.” “Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı.” “Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.” “Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış.” “Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.”
Huzur
HuzurAhmet Hamdi Tanpınar · Dergah Yayınları · 201916,4bin okunma
·
330 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.