Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kûy-i Yâr’da Bir Mûrg
Şubat Ayı Öykü Etkinligi (Tema: Yeni Hayat) İnsanlar uzaklaşıyor gözlerimden, yüreğimden, derimden, içimden... Ruhumda yalnızlıkların türküsünü söylüyor; üşüten, ürperten rüzgarlar. Yalnızlıklar boy boy, çeşit çeşit yanı başımda. Bir tek onlar terk etmiyor benliğimi… Aynı yöne giden gemilerimiz ne çoktu tanıştığımızda. Aşkla dolu, hayaller, umutlar, düşler ve gülüşler yürek dolusu... Bir trenin raylarında dönen tekerlekleriydik; aynı yöne giden ve ayrılmayı bir an bile düşünmeyen, düşünemeyen. Ayrılırsak, savruluşlarla dağılıp yıkılacağımızı adımız gibi bilen. Aldığımız nefes kadar hissedebilen, birlikte birbiri için enginliklerde geleceğe kanat çırpan bir çift yürektik seninle. Bakışların gözlerime ilk değdiğinde, kesişen geleceğimizdi; gördüğüm gözlerinde. Ne söylesen, ne yapsan, gülümseyen gölgemdin paralelimde... Yaklaştın, yaklaştı paralellerimiz... Yollarımız yaklaştı birbirine; sonra günlerimiz, gecelerimiz. Adımlarımız yan yana geldiler; sözlerimiz değdi birbirine, ellerimiz... Önce tek çizgi olduk seninle sonsuzluğa akan; sonra tek nokta... Aşkın merkezinin tam ortasında... Tenimiz eriyip gitti tenimizde... Birbirimizde.... Gülüşün, gülüşüm oldu; ağlayışın, uçurumlarda kayboluşum. Canımdın canına can koyduğum… Yalnızlığım ne zaman başladı; biliyor musun? Hayır! Sen giderken değil... Seni, gözlerini ilk gördüğüm an… Tabi ki o zaman anlayamamıştım. Delişmenliğin, baharı karşılayan kuşların cıvıltısını andıran konuşmaların, şelaleler gibi dur durak bilmeyen kahkahaların, gelip gelip gözümün taa içine giriverecek, oradan yüreğime akıverecek ve bir daha hiç çıkmayacak gibi muzip bakışların; sonra dokunuşların, sarılmaların sıkı sıkı… Kokun… Sıcaklığın… Bu kadarı da fazla diyordum. Ben bu kadar mutlu olmak, bu kadını hak etmek için ne yaptım? Artan mutluğum, bir yandan da korkularımı besliyordu. Ya giderse, ya kaybolursa, ya ona bir şey olursa… Ya tekrar yalnız kalırsam… Sana yüreğimde, beynimde açtığım yerlerin yanı başında korkularımı, acabalarımı taşıdığım boşluklar oluştu. O boşluklara yerleşmeye başladı yalnızlığım. Gecenin en koyu, en duru ve en dolu saatlerini seninle paylaştığımızda, konuşmalarımızda, gözlerinin içine, derinliklerine baktığımda; bu kadar yaşam dolu oluşunun, cıvıltılarının, kahkahalarının ardında gizlenen, onlarla beslenen, sevgiye, ilgiye muhtaç küçücük bir kız olduğunu gördüm. Daha da bir yakınımdaydın; bana benziyordun. Daha çok sevdim seni. Daha bir bendin, daha bir benimdin… Düşünüyorum, hayallere karışan gerçekliği, rüyayı; mutlu olmak için uyumak mı yoksa uyanmak mı gerekir diye soruyorum kendime… Birden saat geliyor aklıma. Yavaşça bileğimdeki saate bakıyorum. Saat 22.00 bilerek gecikmenin anlatılmaz keyfi içinde çayın parasını masaya bırakıp kalkıyorum. Hoyrat ve istekli adımlarla ilerliyorum. İki şaşkın kumru gibi sokağın köşesinde beni bekliyor ilham perileri… Nereye mi gidiyorum ? Başkenti sen, taşrası ben olan bir Gülzâra… Yani sana... Biliyor musun, seni çok seviyorum. Bu gece senin için bir öykü yazacağım. Kûy-i Yâr’da Bir Mûrg Hevâ-yı ışka uyup kûy-i yâra dek gideriz Nesîm-i subha refikiz, bahâra dek gideriz. Gün, dünden daha kasvetli ve buhranlıydı. Her geçen saat havayı kaplayan kara bulutlar, yokluğun hiçliğine doğru bir hortum gibi önüne geçen hayali, duyguları süpürüyordu… Etraftaki ölüm sessizliği sanki rüyada gördüğüm o metaforik güzelin erişilmez olduğunun doktrinini imzalıyordu. İşte böyle bir günde aldım elime kalemi kağıdı; aşığın sazı, sufinin sohbeti misali, başladım motif gibi işlemeye asrı saadeti… Çeleng-i perr-i hümâ sana iftihâr mıdır Kemend-i zülfüne ankâ dahı sikâr mıdır Bu gece de karabasanların soğuk ellerinde yüreğim... Boşluğunun gölgesinde, kimsesizliğindeyim. Sallanan koltuk, sensizliğin suskunluğunu resmediyor gözlerime. Televizyon da sessiz sakin, uyuyor bu gece; gözleri karanlığa kapalı. Yalancı sesleri, sahte görünüşleri uzak evimizden... Geceler… Sensizliğin en zor yanı, geceler… İçimde kendi kendini büyüten deli dalgalar… Anlamsızlığın, karmaşıklığın ayrımsızlığı… Gözlerimde yılgınlığın yıktığı bakışlar. Yanaklarımda ayak izleri göz yaşlarımın... Ruhumda derin uykulardan alelacele uyandırılan duyguların harmanı, korkularım… Gece tüm sessizliğiyle devam ederken birden bire derin ve güçlü bir top atışını andıran şimşek sesi beni uykumdan uyandırdı. Gökler; tûti, sehbâz, gurâb, mâkiyân gibi kuşlarıyla Zühre ve Zuhal’den aldıkları emirle adeta intikam alıyorlardı sonsuz boşluğun ayakları altında ezilen kirli zebercedden ! Beni de derinden sarsan bu şimşeğin etkisiyle hemen mutfağa gidip bir bardak soğuk su içtim. Hem kabusun hem de şimşeğin etkisiyle terlemiştim bu su da boğazlarıma 3.Dünya savaşımı kaybettiğime dair beyaz bayrağı sallatacağıma işaretti… Terleyen elime, yüzüme su serpip tekrar yatağıma doğru gidecekken loş ışıklı oturma odasının perdesinde gördüğüm bir gölge beni oraya doğru çekiyordu… Murg-ı seher kıldı hurûs gül nergis oldu çesm ü gûs Servî salındı sebz-pûs ak sâde giydi yâsemen Perdeye yaklaştıkça kalbimden ılık ılık bir şeyler beynime gidiyor ve benim bütün insani fonsksiyonlarımı kontrol altına alıyordu. Artık kendimden geçmenin seyr-i sülüğü içerinde perdeyi yavaşça sıyırdım… Aman Allahım ! Dilim tutulmuş, adeta uyuşmuştum… Gördüklerim gerçek olamazdı ! Perdeyi açmamla beraber gözümdeki perdeyi de aralamıştım. Bu ne müthiş bir münevverdir ne ala bir subh-saki’dir… Bütün bu olanlar iyice beni benden almaya başlamıştı ve bu duygu, bu haz artık bana ağır gelmeye başlamıştı. Ayaklarımdan başlayan karıncalanma yavaşça bütün vücuduma yayılmış ve göz bebeklerim kararmaya başlamıştı… Belli belirsiz olarak dilimden dökülen son söz ‘’ Ey Habib-i nâzende senin kudretin ne büyük ‘’ oldu… Bayılmıştım… Gözlerimi yavaş yavaş açmaya çalışıyordum. Ama üzerimde öyle bir ağırlık vardı ki sanki bu geldiğim cennet köşesine yalan dünyanın bütün yükünü çekerek gelmiştim. Bir su kenarında açtım gözlerimi, her yer yeşillik, ağaçlarda türlü meyveler, havada uçuşan tûti, bülbül ve anka kuşları adeta bir mucizenin veyahut yeniden doğmanın şifrelerini veriyorlardı bana… Bu geldiğim yerde çok yabancıydım, hiç insan yoktu sanki burada… Gözümü ilk açtığım günden itibaren 3 gün boyunca bana arkadaşlık eden canlılar hep kuşlardı… Evet, artık kuşlarla konuşuyor, onlarla arkadaşlık ediyordum. Kâh tuti ile eğleniyor, kâh bülbül ile dertleşiyorduk… Yine bir gün meclis-i tayr’da bülbül dertli yandı, meclis bu od ile pervane oldu eridi adeta mumdan bir gemiyle ateşten yapılma okyanustan geçen Şeyh Galip gibi… Bülbül, bana sevdiğinin güzelliğinden, onun nerede yaşadığından ve rakiplerinden bahsetti. Merakla dinlerken birden bülbüle yardım etmek geldi içimden… Bülbül, dertliydi… Sevdiği çok uzak ülkedeydi ve rakipleri bülbülü sevdiğinin yanına yaklaştırmıyorlardı. Bülbül’e beraber oraya gitmeyi teklif ettim… Bülbül bu teklifim karşısında ‘Allah ne muradın varsa versin’ dedi. Murâdım şem’i yanmaz mı ? Hemen yola çıktık ve Kuy-i yâre dek gittik… Yolculuk esnasında bıldırcın yiğitliğiyle, sülün güzelliği ve şansıyla, saksağan iyi haberle dönmemizin nişanı olmak için, turna; rakipler karşısında ölümsüz olmamız için, tavus itibar kazanmamız için, kaz ise yolculuğun sonunda evlilik, mutluluk olması için Kuy-i yâr’e dek bizle uçtular. Sevgilinin memleketine gelince meclis-i tayr ile vedalaşıp bir maceraya atıldık… Karâr itmez gönül mürgi bu bâgun degme sâhında Nihâl-i kadd-i dil-ber gibi bir serv-i bülend ister Bu ne hoş kokudur bu ne rahatlatıcı heva… Kuy-i yâr derlermiş buralara sevgilinin köyü, mahallesi,kokusu sinmiş bu topraklara… Adeta; Dârü’l celâl, dâr-üs selâm hatta aşık için ab-ı hayat sembolü, yaşamanın yegane amacı ve temel taşı… Bülbül ile Kuy-i yâr’e girdiğimizde her şey yolunda gözüküyordu. Bu ütopik mekan adeta yaratılışımızın anlamını süslü bir hediye paketi içinde bize sunuyordu. Habib-i Nâzende’nin mekanı tüm güzelliklerini bize tüm ihtişamıyla ikram ediyordu… Bülbül, bu sessizliğin ve güzelliğin aldatıcı olduğunu ve her an tetikte olmamız gerektiğini belirtti. Çünkü; Bülbül’ün rakipleri kara karga, baykuş, akbaba her an bizi takip ediyorlardı. Tüm bu düşünceler ve mekanın bize verdiği adeta sarhoş eden ortam yüzünden bir ara uyuyup kalmışız… Rüyamda; yeşil bir nokta gittikçe büyüyor ve bana yaklaşıyordu… Yeşil nokta bana yaklaştıkça şekillenmeye başladı ve sonunda ev şeklini aldı. Bu evin içinden adeta nur fışkırıyordu… Ben de yavaş yavaş yaklaştım, baktım; bu sadece bir ev değil burası kutsal bir mekandı, burası Beyt-i Allah; Beytullah… Efendim daima sana ikbâl ü câhın pây-dâr olsun Degil ukâb u âhû sâna ankâlar sikâr olsun Rüya’dan afallayarak uyandım. Tüm bunlar bir işaret miydi ? Acaba; bülbülün sevgilisi burada mıydı ? Habib-i Nazende de burada olabilir miydi ? Rüyamda neden Beytullah’ı görmüştüm ? Tüm bunlar beynimi adeta bir mengene gibi sıkıyor, küçüldükçe küçülüyor adeta kendi içimde yok oluyordum… Tam bayılıp düşecektim ki bir el omzumdan sıkıca kavradı… Bülbül tâ ebed nevmîd olurdu zevk-ı vuslatdan Bu istiğnâ vü bu nâzı göreydi düşde Beytullah ger Yavaşça arkama dönüp baktım ve gördüklerim karşısında belimdeki hançeri çıkarıp az daha kendime saplayacaktım. Bu ne nurdur, bu ne saflık, temizlik… Gözleri Peygamber efendimizin gözleri gibi simsiyah, elleri pamuk gibi Yusuf Peygamberi anımsatan bir ilahi güzellikte çocuk… Şaşkınlığım geçmiyordu, ağzım açık bir şekilde onu izliyordum. Bana dokunan eli ab-ı hayat gibiydi, teni tenime değdiği an ruhum kemiklerimi kırarak dışarı çıkacak gibi oldu… Ben susmuştum hiç bir şey diyemiyordum… O konuştu ilk olarak… Kuy-i Yar’e, Habib-i Nazende’nin mekanına hoş geldin ! Benim adım Beytullahdır, buralarda gezerim sevenlerin kavuşmasını sağlar, kötülüklerle mücadelede aşıklara yardım ederim. Bana; neş’e nisâr derler. Buraların neşesini sağlar, gözyaşıyla savaşırım… Karşımda duran bu küçücük ama ulular gibi dev çocuğun karşısında iyice büyülenmiştim. Zaten ilk görüşte çok etkilemişti beni. Çok farklıydı… Belliydi, kötülük düşünmediği, aklında fitne-fesat olmadığı… Yüzü o kadar temizdi ki… Peki ya Beytullah ne demek istemişti ? Habib-i Nazende gerçekten burada mıydı ? Hasretle aradığım güzel, beni benden alan didar… En mantıklısı Beytullahla zaman geçirmekti. Çünkü; buraları avcunun içi gibi biliyordu. Hem bülbül’e yardım eder hem de Habib-i Nazende’yi bulmamı sağlardı… Sahi ; kim di bu Habib-i Nazende ? Nasıl gelmişti bu aşkın odu bana ? Yumuşak huylu, uyumlu, uysal, mizacı düzgün bir Habib-i Nazende nam-ı diğer Gülzâr … Beytullah ile tanıştık ve kısa sürede kaynaştık. Bülbül de sevmişti Beytullahı. Artık; biz üç kafadar olmuştuk ve Bülbül’ün Gül’ünü benim de Habib-i Nazendemi aramak için tak-ı Kisra’ya yaklaşmıştık. Tak-i Kisra; sevgiliye en yakın olabileceğimiz mekanmış. Ama buranın çok tehlikeleri de var. Rakipler çok ve türlü tuzaklar bizi bekliyor. Ama bizim için hiç fark etmez. Çünkü; üç kafadar yolda kah beyitler söyleyerek, kah aşk hikayeleri anlatarak gidiyoruz. Neşemiz Beytullah hem bize rehber oluyor hem de sırdaş, arkadaş… Ona bir ara Habib-i Nazende’yi sordum ? O lâlezâr ki yokdur nazîri ‘âlemde Hak eylemis anı hass-ı diyâr-ı Mürgde .... ‘Aceb ki lâlesinün dâgı yok derûnında Cihân olsa n’ola mürg-i dil-i Halime Belli belirsiz dilimden dökülen bu beyitler karşısında Beytullah çok etkilenmişti. Çünkü; Habib-i nazende, Dilruba ona o kadar yakındı ki… Bir nefes belki bir dokunuş mesafesinde… Mesafeler uzuyordu bana, geçmiyordu günler… Hele ki onu ilk görüşüm, o an aklımdan bir an olsun çıkmıyordu. Onu bulmalıydım, onun kalbine girecek sihirli tılsımı çözmeliydim gerekirse rakiplerle de mücadele etmeliydim. Her şeye hazırdım yeter ki onun nur cemalini bir an göreyim… Beytullah, Gülzar’a o kadar yakındı ki Kuy-i yar’da geçirdiğimiz süre zarfında duyduğumuz kadarıyla onları birlikte görenler bile olmuş. Hatta; Ona yaklaşmaya çalışan kara karga, kel kartal en çok Beytullahtan korkarlarmış. Beytullah ile Gülzar Adem babamızdan Havva anamızdan kalan elmanın ısırılmamış parçasıydılar. Ben de artık buna kanaat getirmiştim. Çünkü; biliyordum bu saf kalpli, temiz çocuğun habîb-i nazende’nin çok yakını hatta en yakını olduğuna… Bu da beni Beytullah’a iyice yaklaştırmaya başlamıştı. Sadece Habib-i Nazende’ye olan yakınlığı mı tabiki değil… Beytullah; her derdi dinleyen ve derman olan, aşkın oduna kendini pervane ederek şiir yazan, en kötü anında bile insanı neşelendiren birisiydi… Artık akşam yaklaşıyordu ve buralarda gökyüzü kararmaya başlayınca tehlikeli saatler geliyor demekti. Bülbül, gülünü arıyor; ben Gülzar’ı, Beytullah ise bize sığınacak bir ev oluyordu her dem… Böylelikle kol kanat geriyorduk birbirimize. Kimlerle savaşmamıştık ki burada… Kızıl ejderha, kara baykuş ve daha neler neler. Ama hepsini alt etmiştik. Ben artık inanmaya başlamıştım gerçekten Kuy-i yar’da bahara doğru gittiğimizin… Bâriş-i bârân müsâdîf düşdü hicran şâmına Oldu sandım Halime rahm eyleyip giryân sehâb Gecenin kasveti yavaş yavaş gidip gün üzerimize gülümseyerek ağarmaya başlayınca artık her şeye daha çok yaklaşmıştık. Çünkü; bugün büyük gündü… Sevgilinin ve gülün bulunduğu saraya gidecektik. Ya aşk uğruna yok olacak ya da yeniden doğacaktık… Uyandığımda yanımda Beytullah yoktu sadece bülbül vardı. Korkmuştum, Beytullah olmadan oraya nasıl gidecektik ?.. Olmazam bir lahza bî-ra‘d-i figān ü berk-i āh Kanda kim seyr eylesem giryān u sūzān ebrvār Aşk bir sırdır, bu sırrı ifşa etmeden taşımak gerekir. Bunu bilmeliydim ve gird-âbımı kimseyle paylaşmamalıydım. Ya Beytullah gerçekten kötü birisiyse, ya da bir rakipse… Beynim ilmek ilmek dökülüyordu adeta, kalbimin vücuduma yaptığı baskıyla yüzüm kızarmaya başlamıştı. Bülbül yetişti derdime, hemen sözü ummân etti, beni kendime getirdi. Artık yola çıkmanın vakti gelmişti ve ben Sadi Şirazi’den Mevlana’ya ondan da Yunus Emre’ye giden aşk od’unun itikadından aldığım mazhar-ı ruhiye ile aşk’a uçuyordum… Onlar; Aşk’a uçarsan kanatların yanar, Aşk’a uçmazsan kanat neye yarar, Aşk’a varınca kanadı kim arar ? diyorlardı… Ben de aramıyordum kanadı, çünkü beni sevgiliye götüren ilahi güç çok başkaydı. Ben, onun aşkının derdiyle mutluydum ve bu derdin dermanı yoktu sadece zehri vardı. O da o ilahi güzeli gördüğüm an sonsuzluğa uçacak olmamdı. İşte burada kanatlarım olacaktı belki de… Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib Kılma derman kim helakım zehr-i dermanındadır Ben, onun hasretiyle nâme gibi büklüm büklüm olmuş, gözlerimden hâme gibi yaş dökmekteydim. Gözümden akan yaşlar adeta bir sahili olmayan deniz meydana getirmişti… Benim durağım da sonumda başlangıcım da o Gülzârdı … Bu durumda gözyaşlarımın nasıl sahili olsun ki… Bülbül ile Habib-i Nazende’nin sarayına doğru yaptığımız yolculuğun artık sonuna gelmiştik… Her yerinden ayrı bir lütuf ihsan olan sarayın etrafı sakindi tıpkı benim gönlüm gibi… Bülbül ile tam sarayı seyreylerken yine o mucize el sırtıma dokundu. Bu elin Beytullah’ın eli olduğunu fark etmiştim. Ona kızgındım, arkamı dönüp tam ona kızacakken yine nur cemali beni benden geçirdi. Yüzümden belli belirsiz bir gülümseme meydana geldi. Yine üç kafadar yan yanaydık… Ne var ki bu sefer Beytullah üzgündü, gülmüyordu hatta yıllardır savaştığı gözyaşını bu sefer kendisi döküyordu gönül vadisine doğru… Yavaşca diğer elini bülbüle uzattı… Bülbül’ün uğruna ölümü göze aldığı, yaşama sebebim dediği, türlü tehlikeleri alt ettiği, kuy-i yar’a dek geldiği Gül , cansız bir şekilde Beytullahın elindeydi… Bülbül’ün gözyaşı umman oldu, çöllere afet getirdi… Bülbül, harap, bitap… Bülbül dertli dertli yanıyor, onun ateşi beni yakıyor… Orada kül oldu can dostum, iyilik timsali, aşkın temsilcisi Bülbül… Ben de yok oldum… Gün boyunca orada kendi benliğimi aradım, durdum. Mecnun olmuştum hem de sevgiliyi görmeden… Beytullah durumuma çok üzülüyor ve benim mutlu olmam için düşünüyor, düşünüyor ama ne var ki sonuç hep hüsran oluyordu. Ben; Zati olmuştum Kuy-i Yar’da alay konusu olmuştum, dışlanmıştım, horlanmıştım… Canıma kıymaya karar vermiştim ve bunun için saraya çıkıp onun tepesinden kendimi bırakacaktım. Gece, bir boşluğu bulup gizlice saraya girdim. Hemen sarayın en tepesine çıktım. Kuy-i Yar’i seyreyledim. Her yer çöl, her yer mutsuzluğun verdiği etkiyle cehennem olmuştu. Oysa ki buralar halen Gülzârın yaşadığı diyarlardı… Bir an intihar etmekten vazgeçecek gibi oldum ama yapamazdım… İntihar etmeli ve maddi göçümü çoktan yaptığım ahirete ruhani göçümü de yapmalıydım… Gözümü kapattım ve boşluğa doğru kendimi bıraktım… Tam düşecekken yine bir el beni kavradı, kendine çekti. Beytullah dedim yine sen… Beni bırak gideceğim dedim fakat ses seda yok ve bu el farklıydı… Beytullahın eli değildi… Arkamı döndüm ve… Her nefeste ol tabib-i cana ben öldüm desem Halime kılmaz nazar vermez cevab üç günde bir Çün saçtı gönlümün kuşuna dane benlerin Öldürmesin tutup ki girer kane benlerin İşte o ! Habib-i nazende ! Onun yüzünü görmemle beraber, kalbime aşkın hançeri iyice saplandı ve ben artık başka bir alemdeydim… Gülzar, benim kalbime saplanmış hançeri alıp kendi kalbine de sapladı… Artık; aşk vadisinde tek bedende çift kişiydik, meclis-i tayr’da mutlu bir murg idik… Onunla uçtuk dürc-i zebercedden, vardık alem-i hassa, gördük devri alemi ve bitirdik kıssa-i asrı saadetimizi…
··
2.032 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.