Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

96 syf.
5/10 puan verdi
Bir Zeyl: Mevlâ'da ve Mevlânâ'da..
. Doksan sayfalık bu metnin aşağı yukarı yüzde seksenlik bölümünün Mesnevî'nin Karaismailoğlu tercümesinden aynen alınmış olduğunu söylesem mübâlağa yapmış olmam. Aşk ve aşka dair meseleler (âşık ahlâkı, aşk yolu, aşk'ın eşyada rolü vs.) kısa açıklamalardan sonra başlık ve alt başlıklara ayrılmış, bu başlıklar altına Mesnevî'nin ilgili beyitleri serdedilmiş. Yani derlenmiş bir kitap; iddiası, tezi çok yok. Bu yüzden kitap üzerine pek bir şey söyleyemeyeceğim. Ama kitabın konusu üzerine çapımca gevezelik yapmaya azmettim. Yine de konuların sıralamasını yazarın başlıklandırma sırasına aşağı yukarı muvâfık olacak şekilde yaptım ki, kitaptan tamamen kopmayayım. Peşinen söyleyeyim; "Mevlânâ'da Aşk" demekle, "aşk" kavramını piyangodan çıkmışçasına Mevlânâ'ya tahsis eden, bu cürmünün üzerine "aşk peygamberi" gibi, mevzunun haysiyetini zedeleyen lakaplar takmak suretiyle hududa tecavüz eden gevşeklerden Mevlânâ gibi Allah erleri müsellemdir. Mevlânâ'da Aşk dediğimizde, Muhyiddin'de Aşk, Bâyezîd'de Aşk, Hz. Ali'de Aşk ve nihayet Fahr-i Kâinât'ta Aşk'tan ârî bir alanda at koşturma salahiyeti elde etmiş olmuyoruz. Bahsedeceğiz, "aşk"ı bir "ilahî yaratış tarzı" olarak ele aldığımızda "Mevlânâ'da Aşk" demekle ancak bu tarzın Mevlânâ'da ve eserlerinde tezahür ve görünümlerinden sözedebiliyoruz. Sonuçta Celaleddin ile Muhyiddin "aşk" derken aynı şeyi kastediyorlar. Nasıl kastetmesinler ki, âşıkların üzerinde ittifak ettikleri en layık şey aşk olmalıdır. Mevlânâ aşkı anlatmaya çalışmadan önce, aşkı anlatmada başarısız olacağını, anlatamayacağını ilk ciltlerde nazmeder. Evvela bir varlık meselesi olması hasebiyle beşer dil ve idrâkının sınırlı alanına sığdırılamıyor. Aşkı nasıl anlatamayacağına dair güzel bir istiâresini kaydedelim. Erkek ve kadının cinsî mukarenetinden hâsıl olan zevk, bâliğ olmamış bir çocuğa anlatılamaz. Tatmamış ki anlatılsın. Bunun yerine "helva gibi tatlıdır" diyerek en azından meseleyi çocuğun idrakına yaklaştırırız. Nihayet anlatmış da olmayız. Bulûğa erince anlayabilir ancak. Bunun gibi, âşık olmayan birine aşkın anlatılması istiârelerle veya düşünce yoluyla idrâkına yaklaştırma ile gerçekleşir. Başka türlü ne anlatılır ne de anlaşılır. Şimdi ben de onların ağzımıza çaldığı şekerlerden bahsedeyim. Sevmenin dereceleri tasavvuf edebiyatında pek çok kategoriye ayrılmış olsa da, burada sadece "muhabbet" ve "aşk"a temas edeceğiz; Sevmek, nefsin siyasetidir ki, bu nefsi, "emmâre" olan türündeki gibi kötülenen manasına değil, "kendilik", "zât" manasına yoralım. Nefs, kemâl idrâk ettiği her ne varsa, ona doğru bir yöneliş içindedir. Bu yönelişler "muhabbet" veya muhabbetin müfrit ve aşırılaşmışı olan "aşk" ile tesmiye olunur. Müfrit muhabbet (aşk) yönelişin de ifratıdır ki, âşık ma'şûktan gayrısını göremez olur. Mesele, bu yönelişlerde "kemâl"in doğru tespit edilmesidir. Kemâl doğru tespit edilemezse "putperestlik" zâhir olur; doğru tespit edilirse Cenâb-ı Hakk'a ibâdet meydana gelir. Bir yönelişin muhabbet olarak adlandırılabilmesi için bazı vasıflar aranır. Mesela arada saygılı bir alaka kurulması, karşılık beklemek yani sevilmek arzusu, sevilmemek korkusu, sevginin bitmesi korkusu, gibi. Bunlar yoksa, oyundur, eğlencedir; muhabbet, aşk değildir. Korkusuz sevgi olmaz. Takva dedikleri, sevilmemek ve sevginin kaybedilmesi korkusudur ki, muttakîler bundan muzdarip olarak titrerler. Öyleyse hakiki sevgide korku vardır. En çok sevenler en çok korkanlardır. Burada muhabbetin çerçevesini bütün varlık sahasına çekerek genişletiyoruz; Kenz-i Mahfî hadisi denilen, sûfîlerce pek sevilen, muhaddislerin mevzu dediği bir kudsi hadis vardır. Meâlen aktarıyorum, Cenâb-ı Hakk: "Ben (zâtım) Kenz-i Mahfî (gizli bir hazine) idim. Bilinmeyi istedim. Bunun için halkı (mahlûkâtı) yarattım." buyuruyor. Buna göre kevn ü mekân zuhura gelmeden önce, yalnız Hazret-i Zât vardı ve o bilinmeyen, gizli bir hazineydi. Bilinmeyi istediği için halketti. Hadisin metninde iki eylem göze çarpıyor; biri, istemek diye çevrilen (ahbebtü)'dür; diğeri bilinmek diye çevrilen (u'rafü)'dür. Ahbebtü, "hub~muhabbet" kökünden olduğu için "sevmek" diye de çevrilir; u'rafü ise, "arafe~ma'rifet" kökündendir. Öyleyse Zât Hazreti, zâtıyla değil, fakat isim ve sıfatlarıyla, tecellileriyle bilinmeyi "sev"diği için halkı yaratmış olur. Bu, şu demek; bütün âlemler nefs (zât?) siyaseti olan bir muhabbetle, Hakk'ı tanımak için var oldu. İştikakçılara sormak lazım ama, "habbe (tohum)" ile "hub (sevgi)" kelimelerinin benzerliği bana çok şey anlatıyor. Sevgi varlığın tohumu gibidir. Bitki bir tohumdan dışa doğru büyür, filiz verir, dal verir; âlemler de Zât Hazreti'nden "muhabbet" tohumuyla dışa doğru açılarak var oluyor. Aşk için "müfrit muhabbet" tanımı yapmıştık. Sevmenin formları olarak aşk ve muhabbetin birbiri yerine kullanıldığı da görülmüştür. Necip Fazıl "aşk kâinatın protoplazması.." der. Protoplazma... "Varlığın ön oluşumu, ilk madde" gibi bir kelime mânâsı var. Konuyu Kenz-i Mahfî hadisi ile ilgisi etrafında düşünelim. İNSANIN İNSANA AŞKI Aşk denildiğinde sâkinlerinin aklına libidodan başka bir şey gelmeyen bir dünyada Mevlânâ'nın söylediklerinin karşılık bulmasının zorluğunu fark ediyorum. Benim için de zor ki, bunları anlayıp anlatmaya çalışırken bir arkeolojik çalışma yapar edasındayım. Bize çok yakın ve bizden; ama bize çok uzak ve bizden değil. Geçelim; Mevlânâ, âlemi ağzına kadar güzelliklerle dolu bir testiye benzetir. Bu testi Kenz-i Mahfî'den bir damladır. Kenz-i Mahfî bilinmeyi sevince, güzellikler ondan taşmıştır. Böyleyken, her kim sevginin hangi mertebesinde her neyi severse sevsin, Hakk'ın bir tecellisini, öyleyse Hakk'ı sever. Buna mecbur edilmiştir. Çünkü hazineden taşan, hazinedekinin cinsindendir; hazineye yabancı değildir. Hangi delikanlı hangi güzelin önünde üstünü başını yırtarsa yırtsın, o güzellik ilahî güzellikten bir yudumdur. Aşk gelenekte ikiye ayrılır; mecazî ve hakiki/ilahi olarak. Mecazî aşk Mevlânâ'da tek başına yer etmeyen, hakiki aşktan ayrıldığında kör ve topal kalan, küfür kokan bir putperestlik çeşididir. Eğer hakiki aşka ermeye vesile oluyorsa muteber sayılabilir. İstiare: Güneş ışığı bir duvara vurur. Duvarı gören, kerpice gönül bağlar. Sonra, ışığın kaynağı olarak güneşi bilir veya bilmez. Bilirse ne âlâ, mecazdan sıyrılmış olur; bilmezse kerpice gönlü tutuk kalır. Güneş, ışıklarını kerpiçten esirger de, ışık, kaynağına dönerse, âşığın(!) kerpice meyli sona erer ve bu yol ona tamamen kapanır, mahrum olur. Mecazî aşk, hakiki aşka giderken bir basamak vazifesi görür. Bu basamak vazifesi "tahta kılıç" istiaresiyle açığa kavuşturulur. Mecazî aşka düşen, tahta bir kılıç kullanan toy savaşçı gibidir; tahta kılıçla çalışır. Sonradan istidadına göre eline gerçek bir kılıç verilir. Çocuklara hemen gerçek kılıçla talim yapılmaz. Âşık da evvela, âşıklığın dertlerini, çilelerini, ahlâkını bir insan üzerinde keşfetme yolundadır. Bu yolu gitmeden mecazdan Hakk'a geçemez, ışığın kaynağını bulamaz, gerçek kılıcı tutamaz. ... O bile anlatamayacağını söylemiş. Kaldı ki ben anlayacağım, bir de anlatacağım(!) Fakat aşkın anlatılamaz oluşu kimseye testesteron ve östrojenlerinin güdümünde hareket etmesine rağmen Mevlânâ'nın aşkı hakkında laf ebeliği yapma hakkı tanımaz. Mevlânâ'nın putperestlikle ithâm ettiği kimse kendine buradan pay çıkaramaz. Böyle bir gayrete girmek yerine helva yiyelim. Helva yiyerek ona daha çok yaklaşırız.
Mevlana'da Aşk
Mevlana'da AşkOsman Gürbüz · Rağbet Yayınları · 20106 okunma
··
1.327 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.