''...
SONSÖZ
Bir Jamaika Hikayesi
“KENDİ SOYUNDAN MELEZ ÇOCUK DOĞARSA,
BUNLAR AZAT EDİLİR.”
1.
9 Eylül 1931’de Daisy Nation adlı genç bir kadın ikiz kız bebek dünyaya getirdi. O ve eşi Donald,
orta Jamaika’nın Saint Catherine’s bölgesinde Harewood adlı küçük bir köyün okulunda öğretmenlik
yapıyorlardı. Kızlarına Faith ve Joyce adını verdiler. Donald’a ikiz babası olduğu söylendiğinde
dizleri üzerine çöktü ve onları Tanrı’ya emanet etti.
Nation’lar Harewood’daki Anglikan kilisesinin arazisi içinde küçük bir kulübede yaşıyordu. Okul,
hemen yan tarafta beton sütunlar üzerine dikilmiş bir binanın uzun tek bir odadan oluşan ambarıydı.
Bazı günler buradaki çocukların sayısı 300’e kadar çıkardı, bazı günler ise iki düzineyi bile
bulmazdı. Çocuklar yüksek sesle okur ya da ezbere çarpım tablosunu sayardı. Yazı için yazı tahtaları
kullanılıyordu. Mümkün olduğunda sınıflar dışarı, mango ağaçlarının altına taşınıyordu. Çocuklar
kontrolden çıkarsa Donald Nation odanın bir ucundan diğer ucuna yürürdü; o elindeki kayışı sağa
sola sallarken, çocuklar itişip kakışarak yerlerine geri dönerdi.
Heybetli bir adamdı, sakin ve ağırbaşlıydı ve büyük bir kitap tutkunuydu. Küçük kütüphanesinde
şiir ve felsefe yapıtları ve Somerset Maugham gibi yazarların romanları vardı. Her gün gazeteyi
dikkatle okur, dünyadaki olayları izlerdi. Tepenin diğer yamacında yaşayan Anglikan papazı
Archdeacon Hay en iyi arkadaşıydı; akşamları gelip Donald’ın verandasında otururdu; birlikte
Jamaika’nın sorunlarını tartışırlardı. Donald’ın eşi Daisy, Saint Elizabeth bölgesindendi. Evlenmeden
önceki soyadı Ford’du ve babasının küçük bir bakkal dükkanı vardı. Daisy üç kızkardeşten biriydi ve
güzelliğiyle ünlüydü.
İkizler 11 yaşında kuzey kıyıları yakınındaki Saint Hilda’s adlı yatılı okula burs kazandı. Burası
İngiliz rahiplerin, toprak sahiplerinin ve ırgat başlarının kızları için kurulmuş eski bir Anglikan özel
okuluydu. Bu okuldan Londra’daki University College’a başvurdular ve kabul edildiler. Çok
geçmeden Joyce, Graham adlı bir İngiliz matematikçinin yirmi birinci yaş doğum günü partisine gitti.
Graham bir şiiri ezbere okumak için ayağa kalktı ve dizeleri unuttu; Joyce onun adına utandı; onu hiç
tanımadığı için de onun adına utanmış olmasına bir anlam veremedi. Joyce ve Graham birbirlerine
âşık oldu ve evlendiler. Kanada’ya taşındılar. Graham bir matematik profesörüydü. Joyce başarılı bir
yazar ve aile terapisti oldu. Üç oğulları oldu ve kent dışında bir tepenin üzerinde güzel bir ev inşa
ettiler. Graham’in soyadı Gladwell. O benim babam; Joyce Gladwell de annem.
2.
Bu benim annemi başarıya götüren yolun hikayesi ve doğru değil. Anlatılanların uydurulmuş olması
anlamında değil. Ancak Bill Gates’in hikayesini Lakeside’daki bilgisayara değinmeksizin anlatmanız
nasıl yanlışsa, Asyalıların olağanüstü matematik yeteneğinden, çeltik tarlalarına geri dönmeksizin söz
etmeniz nasıl yanlışsa, bu da o kadar yanlış. Annemin eline geçen birçok fırsatı ve sahip olduğu
kültürel mirasın önemini hikayenin dışında bırakıyor.
Örneğin, 1935’te annem ve kızkardeşi dört yaşındayken William M. MacMillan adlı bir tarihçi
Jamaika’yı ziyaret eder. Güney Afrika’da Johannesburg’daki Witwatersrand Üniversitesi’nde
profesördür. MacMillan zamanının ötesinde bir adamdır: Güney Afrika’daki siyah nüfusun sosyal
sorunları hakkında derin kaygıları vardır ve Güney Afrika’da savunduğu iddiayı burada da savunmak
için Karayipler’e gelmiştir.
MacMillan’ın kaygılarından en önemlisi Jamaika’nın eğitim sistemiydi. Formal okul eğitimi –
büyük annemle büyük babamın evine komşu ahşap ambarda olup bitenleri “formal okul eğitimi”
olarak adlandırabilirseniz– sadece 14 yaşa kadardı. Jamaika’da hiç devlet lisesi ve üniversitesi
yoktu. Akademik eğilimleri olanlar, gençlik yıllarında başöğretmenden ekstra ders alıyor ve şansları
varsa öğretmen okuluna gitmeyi başarıyorlardı. Daha büyük tutkuları olanlar şöyle ya da böyle özel
bir okula, oradan da ABD ya da İngiltere’de bir üniversiteye gitmenin yolunu bulmak zorundaydı.
Ancak burslar seyrekti ve özel okulların maliyeti ayrıcalıklı çok az kişi dışında herkes için
pahalıydı. “İlkokullardan liseye uzanan köprü dar ve güvensiz” diye yazmıştı daha sonra MacMillan,
İngiltere’nin sömürgelerine yönelik tavrını konu alan Warning from the West Indies başlıklı zehir gibi
eleştirisinde. Eğitim sistemi “en alt” sınıflar için hiçbir şey yapmıyordu. Şöyle devam ediyordu: “Bu
okullar olsa olsa sosyal ayrımları derinleştiren ve keskinleştiren bir faktör.” Eğer devlet halkına
fırsat sağlamıyorsa, diye uyarıyordu, kargaşa olacaktır.
MacMillan kitabını yayınladıktan bir yıl sonra Karayipler’i bir ayaklanma ve kargaşa dalgası silip
süpürdü. Trinidad’da 14 kişi öldürüldü ve 59 kişi yaralandı. Barbados’ta 14 kişi öldürüldü ve 47
kişi yaralandı. Jamaika’da bir dizi sert grev ülkedeki faaliyetleri durdurdu ve acil durum ilan edildi.
Britanya hükümeti panikle MacMillan’ın reçetelerine uygun eylemlerde bulundu ve diğer reformların
yanı sıra akademik yatkınlığı olan öğrenciler özel liselere gidebilsin diye “bütün adaları kapsayan”
bir dizi burs önerisinde bulundu. Burslar 1941’de verilmeye başlandı. Ertesi yıl annem ve ikiz
kızkardeşi sınavın başına oturdu. İşte lise eğitimini böyle aldılar; iki, üç ya da dört yıl önce doğmuş
olsalardı, asla eksiksiz bir eğitim alamayabilirlerdi. Annem yaşamının rotasını, doğum tarihine, 1937
ayaklanmalarını gerçekleştirenlere ve W. M. MacMillan’a borçlu.
Büyük annem Daisy Nation’ı “güzelliğiyle ünlü” diye betimledim. Ancak gerçek şu ki bu onu
betimlemenin kayıtsız ve alçakgönüllü bir yolu. O bambaşkaydı. Annemle kızkardeşinin Saint Hilda’s
okuluna gitmek için Harewood’u terk etmesi büyük annemin marifetiydi. Büyük babam heybetli ve
bilgili bir adam olabilirdi, ancak aynı zamanda idealist ve hayalperestti. Kendini kitaplarına
gömmüştü. Kızlarıyla ilgili hırsları olsaydı bile, onları gerçekleştirecek ileri görüşlülük ve enerjisi
yoktu. Büyük annemde ise bunlar vardı. Saint Hilda’s onun fikriydi: Bölgedeki daha zengin ailelerden
bazıları kızlarını oraya gönderiyordu ve büyük annem iyi bir okulun ne anlama geldiğini gördü.
Kızları köydeki diğer çocuklarla oynamıyordu. Okuyorlardı. Lise için Latince ve cebir gerekiyordu;
bu nedenle, kızlarına Archdeacon Hay’den ders aldırdı.
“Ona çocuklarıyla ilgili hedeflerini sorsaydınız, bizim oradan ayrılmamızı istediğini söylerdi”
diyor annem.
(Bu kısım benim için önemli.)
“Jamaika çerçevesinde sunulanların yeterli olmadığını hissediyordu. YOLA DEVAM ETME FIRSATINIZIN OLMASI VE SİZİN BU FIRSATI DEĞERLENDİREBİLMENİZ DURUMUNDA,ONA GÖRE ÜST SINIR YOKTU.''
Burs sınavının sonuçları geldiğinde, sadece teyzem burs kazanmıştı. Annem kazanamamıştı. Bu ilk
hikayemin kayıtsız kaldığı bir diğer gerçek. Annem, anne babasının kapı girişinde dikilip birbirleriyle
konuştuklarını anımsıyor. “Başka paramız yok.” İlk sömestr için okul ücretini ödemiş, üniformaları
satın almış ve tasarruflarını tüketmişlerdi. Annemin ikinci sömestrin okul ücretini ödeme zamanı
gelince ne yapacaklardı? Ancak, bir kızlarını gönderip diğerini göndermezlik de edemezlerdi. Büyük
annem vefalıydı. Her ikisini de gönderdi –ve dua etti– ve birinci sömestrin sonunda, okuldaki diğer
kızlardan birinin iki burs kazanmış olduğu ortaya çıktı; bu nedenle, ikincisi anneme verildi.
Üniversiteye gitme zamanı geldiğinde, teyzem, ikizlerin akademik olanı, Centenary Scholarship
adlı bursu kazandı. “Centenary (Yüzüncü Yıl)” bu bursun Jamaika’da kölelik kaldırıldıktan yüzyıl
sonra başlatıldığı gerçeğine göndermeydi. Burs devlet ilkokullarından mezun olanlara veriliyordu ve
Britanyalıların köleliğin kaldırılışını onurlandırmayı ne kadar önemsediklerinin bir ölçüsü olarak,
her yıl bütün adaya sadece tek bir Yüzüncü Yıl bursu veriliyordu. Burs sırasıyla bir yıl en başarılı
kıza, bir yıl en başarılı erkeğe gidiyordu. Teyzemin başvurduğu yıl “kız” yıllarından biriydi.
Şanslıydı. Annem şanslı değildi. Annem İngiltere yolculuğunun maliyeti, oda, yemek ve geçim
masrafları ve Londra Üniversitesi’nin okul ücretiyle karşı karşıyaydı. Bu rakamın ne kadar cesaret
kırıcı olduğunu anlamak isterseniz, teyzemin kazandığı Yüzüncü Yıl bursunun değeri, büyük olasılıkla
büyük annemle büyük babamın bir yıllık maaşlarının toplamıydı. Öğrenci kredisi programları yoktu,
taşradaki öğretmenlere kredi veren bankalar yoktu. “Babama sorsaydım ‘Hiç paramız yok’ diye yanıt
verirdi” diyor annem.
Daisy ne mi yaptı? Komşu kasabadaki Çinli dükkan sahibine gitti. Jamaika, on dokuzuncu
yüzyıldan beri adanın ticaret yaşamında baskın olan çok geniş bir Çinli nüfusa sahip. Özel Jamaika
dilinde, mağazaya “Chinee-shop” denir. Daisy de “Chinee-shop”a, Bay Chance’e gitti ve ödünç para
aldı. Ne kadar ödünç aldığını hiç kimse bilmiyor, ancak çok büyük bir miktar olsa gerek. Ve hiç
kimse neden Bay Chance’in Daisy’ye ödünç para verdiğini bilmiyor; hiç kuşkusuz, onun Daisy Nation
olması, faturalarını tam zamanında ödemesi ve Harewood Okulu’nda Chance’in çocuklarının da
öğretmeni olması dışında. Bu Jamaikalılara ait okul bahçesinde Çinli bir çocuk olmak her zaman
kolay değildi. Jamaikalı çocuklar Çinli çocukları alaya alırdı. “Çinliler köpek yer.” Daisy iyi kalpli
ve sevilen bir kişilikti; bütün bu düşmanlığın ortasında bir vahaydı. Bay Chance kendini ona borçlu
hissetmiş olabilir.
“Annem ne yaptığını bana anlattı mı? Ona sormadım bile” diye aktarıyor anımsadıklarını annem.
“Oluverdi işte. Üniversiteye başvurdum ve girdim. Sadece anneme güvenebileceğim duygusuyla
hareket ettim; hatta anneme güveniyor olduğumun farkına bile varmadan.”
Joyce Gladwell üniversite eğitimini önce W. M. MacMillan’a, sonra Saint Hilda’s okulunda fazla
bursundan vazgeçen öğrenciye, sonra Bay Chance’e ve en önemlisi Daisy Nation’a borçlu.
3.
Daisy Nation Jamaika’nın kuzeybatı ucundandı. Büyük büyük babası William Ford’du. İrlandalıydı
ve Jamaika’ya 1784’te bir kahve plantasyonu satın aldıktan sonra gelmişti. Çok geçmeden bir kadın
köle satın aldı ve onu metresi yaptı. Kadını güney kıyılarında bir balıkçı köyü olan Alligator Pond’un
rıhtımlarında fark etmişti. Batı Afrika’daki Igbo kabilesinin kadınlarındandı. John adını verdikleri bir
oğulları oldu. Dönemin dilinde bir “mulatto”ydu; yani melezdi ve o noktadan başlayarak bütün
Ford’lar Jamaika’nın melez sınıfına dâhil oldu.
Aynı dönemde Amerika’nın güneyinde beyaz bir toprak sahibinin bir köleyle bu tür bir ilişkiye
girmesi son derece sıradışıydı. Beyazlarla siyahlar arasında cinsel ilişki ahlaki açıdan çirkin kabul
ediliyordu. Irklar arası ilişkiyle melez çocukların dünyaya gelmesini yasaklayan yasalar kabul edildi
ki sonuncusu ABD Yüksek Mahkemesi tarafından 1967’ye kadar yürürlükten kaldırılmamıştır. Köle
bir kadınla uluorta yaşayan bir plantasyon sahibi toplum dışı bırakılırdı ve bir siyahla beyazın
birlikteliğinden dünyaya gelen çocuk köle olarak kalırdı.
Jamaika’da ise tavır farklıydı. O yıllarda Karayipler kalabalık bir köle sömürgesinden biraz daha
fazlasıydı. Sayıca siyahlar beyazları bire onu aşan bir oranda geride bırakıyordu. Evlenilebilecek
beyaz kadın varsa da sayısı çok azdı ve bunun bir sonucu olarak Batı Hint Adaları’ndaki beyaz
adamların ezici çoğunluğunun siyah ya da kahverengi metresleri vardı. Jamaika’da cinsel
maceralarının eksiksiz bir günlüğünü tutan Britanyalı bir plantasyon sahibi adada geçirdiği otuz yedi
yıl içinde 138 farklı kadınla ilişkiye girmişti; bunların hemen hepsi köleydi ve insan tümünün gönüllü
partnerler olup olmadığı konusunda kuşkuya kapılıyor. Beyazlar melezleri –bu ilişkilerden doğan
çocukları– potansiyel müttefik ve kendileriyle adadaki çok sayıda köle arasında bir tampon olarak
görüyordu. Melez kadınlar metres olarak ödüllendiriliyordu ve renkleri onlardan bir ton açık olan
çocukları sosyal ve ekonomik basamaklarda daha da yukarı tırmanıyordu. Melezler nadiren tarlalarda
çalışıyordu. “Evde” çalıştıkları çok daha kolay bir yaşam sürüyorlardı. Azat edilme olasılığı en
yüksek olanlar onlardı. Beyaz mal sahiplerinin vasiyetlerinde o kadar çok melez metrese önemli
miktarlarda servet bırakıldı ki Jamaika meclisi miraslara (o zamanlar çok büyük bir miktar olan)
2.000 sterlin sınırını getiren bir yasayı kabul etti.
“Bir Avrupalı Batı Hint Adalarına gelip yerleştiğinde ya da belli bir süre kaldığında kendine bir
hizmetçi ya da metres tutmayı gerekli buluyor” diye yazmıştı on sekizinci yüzyılda bir gözlemci.
“Kişi, çeşitli seçenekler arasından tercih yapma fırsatına sahiptir: siyah, esmer, melez ya da mestee,
yani bir beyaz ile çeyrek zencinin çocuğu (çeyrek zenci, iki dedesinden ve iki ninesinden biri zenci
olan melezdir). Bunlardan herhangi biri 100-150 sterline satın alınabilir… Kendi soyundan melez
çocuk doğarsa, bunlar azat edilir ve maddi gücü olan babalar tarafından çoğunlukla üç dört yaşında
İngiltere’ye eğitime gönderilir.”
Daisy’nin büyük babası John böyle bir dünyaya gözlerini açmıştı. En iyi tanımı Afrikalı cezai bir
sömürge olabilecek bir ülkede yaşanan kölelikten bir kuşak ileride özgür bir adam olarak eğitimin
her tür yararını görmüştü. Yarı Avrupalı ve yarı Jamaika’nın yerli kabilesi Arawak’tan bir melezle
evlendi ve yedi çocuğu oldu.
“Bu insanların –melezlerin– statüsü vardı” diyor Jamaikalı sosyolog Orlando Patterson. “Onlar
1826’da tüm yurttaşlık haklarına sahipti. Hatta tüm yurttaşlık haklarını Jamaika’daki Musevilerle aynı
zamanda elde ettiler. Oy kullanabiliyorlardı. Bir beyazın yapabildiği her şeyi yapabiliyorlardı ve
bütün bunlar hâlâ bir köle toplumunun söz konusu olduğu bir bağlamda gerçekleşiyordu.
“İdeal olarak, zanaatkâr olmaya çalışıyorlardı. Unutmayın Jamaika’da şeker plantasyonları vardır
ve Amerika’nın güneyindeki pamuk tarlalarından çok farklıdır. Pamuk çoğunlukla tarımsal bir iştir.
Bu ürünü toplarsınız ve işleme neredeyse bütünüyle Lancashire’da ya da Kuzey’de yapılır. Şeker ise
endüstriyel bir kompleks gerektirir. Hemen orada fabrikanızın olması gerekir, çünkü şeker
toplandıktan sonra saatler içinde sakarozunu kaybetmeye başlar. Şeker fabrikanızın olmasından başka
seçeneğiniz yoktur ve şeker fabrikaları geniş bir görev yelpazesi gerektirir. Fıçıcılar. Kazancı.
Dülger. Bu işlerin büyük bölümü melezler tarafından yapılıyordu.
Ayrıca Jamaika’nın İngiliz elitleri, ABD’deki emsallerinin tersine, ülke kurmak gibi büyük bir
projeye çok az ilgi duyuyordu. Onlar paralarını kazanıp İngiltere’ye geri dönmek istiyordu. Düşmana
ait topraklar olarak kabul ettikleri bir yerde kalmak istemiyorlardı. Bu nedenle, yeni bir toplum kurma
görevi de –içerdiği birçok fırsatla birlikte– melezlere kaldı.
“1850’ye gelindiğinde, [Jamaika’nın başkenti] Kingston belediye başkanı bir melezdi” diye devamediyor Patterson. “[Jamaika’nın başlıca gazetesi] Daily Gleaner’ın kurucusu da. Bunlar melezdi ve
işin çok başlarında profesyonel sınıflara egemen olmaya başlamışlardı. Beyazlar işletmeyle ya da
plantasyonla ilgileniyordu. Doktor ve avukat olanlar bu melez insanlardı. Okulları yönetenler bu
insanlardı. Kingston başpapazı tipik kahverengi bir adamdı. Bunlar ekonomik elitler değildi. Kültürel
elitlerdi.”
Sayfa 140