Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bir hatıra...
"1928 yılında Kırım'ın Yalıboyu'ndaki güzel Simeiz'de doğdum. Sürgün edildiğimizde 15 yaşındaydım. O günler, birinci gününden son gününe kadar, hep aklımda. Nasıl unutulur ki o günler? İstesem de unutamıyorum. Sürgünden bir gün önce her şey sakindi. Pek çok evde olduğu gibi bizim evde de cepheden gelen Rus askerleri yaşardı. 17 Mayıs 1944 günü evimizde büyük bir temizlik yapmaya başladık. Her şeyi yıkıyor, siliyor ve süpürüyorduk. Bizim bu çalışmalarımızı gören Rus askerleri "Niçin yapıyorsunuz böyle bir şeyi? Ne gerek var? Ya birden buradan çıkarılırsanız boşuna yapmış olmayacak mısınız?" dediklerinde, ben "Ömrümde bir yere gitmedim. Babaannem de hayatında tren görmedi. Bir kere bile seyahat etmedi. Niye gidelim ki durup dururken?" diye onlara soruyla cevap veriyordum. Başka bir şey söylemediler, sürüleceğimize dair tek kelime etmediler. 18 Mayıs sabaha karşı saat dört veya beş civarıydı. Askerler geldi evimize: — Çıkın çabuk hazırlanın! Yolcusunuz! — Ne yolcusu, niçin? — Hainsiniz siz! Sovyet Hükûmetinin kararı bu! Çabuk, sallanmayın! Çabuk çıkın! Şaşkındık. Sersem gibiydik. Büyük bir kaos yaşanıyordu. Evde beş kişiydik. Teyzem avluda ağlıyor, "Bizleri öldürecekler! Kefenlerinizi alın! Bizleri öldürecekler! Kefenlerinizi alın!" diye bağırıyordu. O gün, hatıramdadır, çok tuhaf bir olay da olmuştu. O gün bir fırtına vardı Simeiz'de. Rüzgâr uğulduyor, ağaçları sarsıyor, kimi ağaçların dalları kopuyordu. Rüzgârın, ağaçların uğultularına, köpeklerin acı acı havlamaları ve ulumaları (Arire Hanım da ağlıyordu. Nasıl ağlamasın ki?) ineklerin böğürmeleri ve bizlerin feryatları karışıyordu. O günün sesleri... Tarifsizdi o günün feryadları... Korkunçtu... Ardından dolu yağdı, iri iri dolulardı. Biz ağlamadık yalnızca. Sanki bizimle beraber gök ağladı, hayvanlarımız ağladı. Ağaçlarımız ağladı... Bizleri Akmescit'e getirip hayvan vagonlarına doldurdular. 28 gün yol gittik. Bütün yol boyunca bir kere yemek verdiler, Sarıtav (Saratov)'da. Bazılarımız yanına yiyecek bir şeyler alabilmişti. Bazılarının unu vardı, pişirip bize de verirlerdi. Vagonunuz o kadar doluydu, o kadar sıkışıktı ki ayaklarımı uzatamıyordum. Vagonumuzda ölenleri yol kenarında bırakıp gittik, gömemedik. Semerkand'a getirdiler, stadyuma topladılar. Yanımıza alabildiğimiz eşyaları, bohçacıklarımızı bir kenara topladılar. Bizleri tüfeklerle ite kalka hamama götürdüler. Anlatılır gibi şeyler değildi. Bizleri dipçikliyor, küfürler ediyor ve üzerimize ilaçlı kaynar su atıyorlardı. Kaynar suya dayanamayıp ölenler oldu. Kaynar sular... (Yanaklarından ince ince yaşlar sel oldu burada Arire Hanım'ın. Bir süre sonra hıçkırıklardan dolayı konuşamadı.) Hamamdan sonra yine stadyuma getirdiler bizleri. Biz dönene kadar bohçalarımız, eşyalarımız karıştırılmış, işe yarayacaklar yağmalanmıştı. Eşek arabalarına koyup köylere dağıttılar. At ahırlarında yattık. Ne yorganımız ne döşeğimiz vardı. Günlerce, haftalarca yerlerde yattık. Oradaki ağır şartlarda, pek çok insanımız hastalandı, pek çoğu öldü. Yeterli yiyecek verilmezdi. Ağır işlerde çalıstırılırdık. Yaşlı kadınlarımız, hep Kırım hasretini anlatırlardı; pek çoğu son günlerini yaşarken, son nefeslerini vermeden bir yudum dahi olsa Kırım'ın suyunu içmek isterlerdi. Bir yudum, bir yudumcuk Kırım suyu olsa, içsem, rahat ölebilirdim, derlerdi. Bir gün bir kadıncağızla oğlunu çakallar yemiş. Aç çakallar. Oğlancağızı ayakkabılarından tanıyabildik. Bu olaydan üç gün sonra cepheden babası geldi. Selâm verdi. (Burada Arire Hanım yine kendini tutamadı, hıçkırıklara boğuldu.) Askerden gelen bu yiğit selâm verdikten sonra, cemaat dedi, "Benim karım Arife, oğlum Server'i görenleriniz, tanıyanlarınız var mı? Fotisalalı idiler? Kim biliyor?" Hiç kimse sesini çıkaramadı. Nasıl densin çakallar yedi diye. Sonra bir kadıncık, yaşlı bir kadıncık: "A balam!... Allah.....Allah sana sabırlar versin! Yazımız böyle imiş... Allah rahmet eylesin!....." dedi ve anlattı. O, cepheden gelen yiğit adam, gözlerimizin önünde öyle bir dövündü, öyle bir yerleri tırmaladı ki dayanılır şey değildi. Sonra adamı, o yiğidi kaldırdılar yerden, su verdiler, biraz olsun teskin etmeye çalıştılar. Adamcağız yerden kalktığında saçları bembeyaz olmuş, çökmüş, bir anda ihtiyarlamıştı. Şimdi düşünüyorum, yaşadığımız bu facialara, dehşetli günlere rağmen nasıl sağ kalabildik, nasıl olup da Vatanımız Kırım'a dönebildik diye? Bunun tek bir açıklaması var o da birlik. İsmail Bey Gaspıralı'nın bize miras bıraktığı birlik. Biz birbirimizi koruyarak, birlikte mücadele ederek bugünlere gelebildik. Burada adını anmadan geçemeyeceğim bir kişi var. Gafur Ağa. Kemaneci idi. Sürgün günlerinin o ağır, o dayanılmaz, pislik ve açlık içinde geçen günlerinde bize kemanesiyle kaytarmalar çalardı. 5 dakika olsun onunla güler, hiç olmazsa gülerek ağlardık. Bize "Qorqmañ balalar, bir kün Vatanğa qaytarımız, şen qaytarmalar çalarmız" diye sürekli moral ve kuvvet verirdi. Allah'a şükür her şeye rağmen dimdik ayakta kaldık. Millet olarak yok olmadık. Şimdi de hâlimiz ağır ama birlik beraberlik içerisinde bu günleri de geçeriz inşallah.."
Sayfa 74 - Manas YayıncılıkKitabı okudu
·
303 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.