Gönderi

Okuyalım İnşaAllah
Harun Reşid'in Oğlu Zübeyde'nin Harun'dan bir oğlu vardı. Halvet âleminde dünyadan haberi yoktu. Annesi onu saraydan çıkarmaz, perde ardında can gibi besler, yetiştirirdi. Bir gün aklı kuvvet bulup da hikmet bilen gönlü coşunca annesine, “Dünya bu saraydan mı ibaret, yoksa buranın dışında başka yerler var mı? Eğer varsa izin ver de göreyim!" dedi. Bu sözler üzerine annesi üzüldü, oğlunun hâline acıyıp, “Ey kıymetli, talihli evlâdım! Seni sarayın dışına, bir ovaya göndereyim!" dedi. Ardından ona bir Mısır eşeği hazırlattı. Bir köleyle iki hizmetçi istedi. Dünyayı görsün, gönlü açılsın diye oğlunu yolladı. O güzel çocuk dünyayı görmemişti, dünyadaki düzene şaşırıp kaldı. Derken yolda bir tabut gördü, bir grup insan tabut taşıyor, ağlayıp inliyorlardı. Hepsi de üzgündü. Çocuk o anda hizmetçiye, “Bütün insanlar mutlaka ölecek mi?" diye sordu. Hizmetçi, “Canı olan herkes... Ölüme karşı üstün kişi yoktur! Hiç kimse ondan kurtulamaz!" dedi. Çocuk, “Madem önümde böyle bir şey var, niçin hayıflanıp korkmam! Taş bile ölümden muma dönecekse, ölüm hâlini hemen idrak etmek gerek!" dedi. Ölüm, o çocuk için pusu kurmuştu, çocuğun durumu böyleydi! Gece olunca annesinin yanına vardı. Annesi çok sevindi fakat çocuk bütün gece ölümün heybetinden dalı kırılmış yaprak gibi titredi. Seher vakti şehirden kaçıp, kahrın heybetiyle lütfu terk etti. Harun onu çok aradı fakat kimsenin ondan haberi yoktu. Gönül ehli bir er dedi ki: Bir zaman evimde kerpiç döktürecektim. Evden çıkıp pazara gittim. İş gördürmek için bir amele aradım. Zayıf, benzi sararmış bir genç gördüm, baştan ayağa dertle doluydu. Önüne bir kazmayla bir zembil koymuştu, düşünceliydi. Ne kendisindeydi, ne de kendisinden geçmişti. Yanına varıp, “Kerpiç dökebilir misin?" diye sordum. “Dökerim!” dedi ama bunu içinden gelerek söylemedi. Ona, "Bana sen lazımsın, kalk!” dedim. O riyazet ehli genç dedi ki: "Ben yalnız cumartesi günleri çalışırım! İstersen o gün yaparım, yoksa olmaz!" Cumartesileri çalıştığı için "Sebti" diye tanınmıştı. Sonunda onu alıp eve götürdüm. Bana iki adamlık iş yaptı. Ertesi hafta yine çarşıya çıktım. Onu hér tarafta aradım. Bana,“O divane filanca viranededir!" dediler. Oraya gittim. Bir de baktım ki o yıkık yerde bütün dünyaya yabancı, ağlayıp inliyor. Zayıflamış, sanki ölecek gibiydi. Ona, “Hastaysan seni tedavi edeyim. Gel, seni evime götüreyim! Görüyorum ki sana kimse acımıyor!" dedim. Fakat ne yaptıysam bir türlü kabul etmedi, sözümü dinlemedi. Nihayet gönlünü yaptım. Bir binek istedi. Getirdim, bindirip eve götürdüm. Odama gelince öyle bir hâle düştü ki ondan daha kötü bir hâl olamaz. Bedeninde bir dünya dert vardı. Derken birden ölüm emareleri zuhur etti. Bana, “Dostum! Üç isteğim var. Ruhum şimdi bedenimden çıkacak” dedi. “Ey Hak sırlarını mahremi! Ne istiyorsan söyle!” dedim. Şunları söyledi: “İlk vasiyetim şudur: Ruhum çıkıp şu zindandaki kuyudan kurtulunca boynuma bir ip tak, yüzükoyun çevir beni, çarşıya kadar yüzüstü sürükle! Sürüklerken de, 'Bu iş din ehlinin işidir, Tanrı'ya isyan edenin cezası budur! O'na isyan eden hem böyle baş aşağı düşer, hem de zelil olur!' diye bağır! İkinci vasiyetim şudur: Temiz bir kilimim var, onu kefen yapıp beni öyle göm! Çünkü bu kilim üstünde çok ibadet ettim. Belki toprakta da bu yüzden muradıma ererim. Üçüncüsü vasiyetim şudur: Şu Kur'an'ımı al! Bu Abdullah b. Abbas'ın el yazısıdır. Harun bunu üzerinde taşır, başkalarına hiç göstermezdi. Bu Mushaf'ı Bağdat'a götür, Harun'a teslim edip, 'Bu Mushaf'ı bana veren, sana selâm söyledi! Sözüme kulak ver de benim gibi gaflet içinde ölme! Ben gaflet ve keder içinde öldüm, hayâ nedir görmedim, murdar bir hâlde can verdim!' de! Anneme de söyle, beni dualarında unutmasın!" Bu sözleri söyledi ve bir âh edip can verdi. Allah affetsin, can da böyle verilir işte! Kendi kendime, “Bir ip bulayım da vasiyetini yerine getireyim" dedim. İpi boynuna bağladım. Yüzüstü zilletle sürümeye başladım. Derken hatiften bir ses geldi: "Ey cahillikle yoldan çıkmış! Dostumuza karşı cahilliğinle böyle davranmaya utanmiyor musun? Feleğin bile karşısında çember gibi boyun eğdiği bir erin boynuna ip bağlama! Bu yolun derdiyle ölen bir şehitten ne istersin? Dertlenme, biz onu bağışladık!" Bu yüce sesi işitince heybetinden iki elim yanlarıma düştü. Kendi kendime, “Ey gafil! İple oynamanın yeri değil, kalk!" dedim ve gidip dostlarımı çağırdım. O yoksulun ahvalini anlattım. Hepsi toplanıp temiz bir yürekle o kilimi kefen yaptılar, o eri mezara koyduk. Gencin defin işi bitince Kur'an'ı alıp yola düştüm. Seher vakti Harun'un sarayının kapısında durup bekledim. Harun yoldan görününce, Kur'an'ı ona gösterdim. O da sevinerek alıp, “Bunu sana kim verdi?" diye sordu. Ben de, “Genç, zayıf, benzi sapsarı bir işçi verdi!” dedim. Ben "işçi” deyince Harun'un gözlerinden sel gibi yaşlar aktı, aklı başından gitti. Coşkunluğu biraz yatışınca, “Nerede o hür servi?" diye sordu. “Padişah sağ olsun!” dedim. Bu sözü duyunca perişan oldu. Kimsenin aklına, hayaline gelmeyecek bir şekilde ağlayıp feryat etti. Ahı göklere ulaştı, askerleri onu seyrediyordu. Sonra, "Can verirken benim için sana ne dedi?" diye sordu. “Şunları söyledi..." dedim: "Sultana söyle padişahlıkla gururlanmasın, bu yoksul işçinin sözlerine kulak versin! Nasihatlerimi tutmaya gayret etsin de pislik saltanatının içinde ölmesin. Murdar ölürse, ebedî olarak murdarlık âleminde kalır! Ne zamana kadar dünyaya bağlanacak? Din yolundan gitsin, bahtiyar olsun. Çünkü dünya, cana perde, din de imanın mumudur! Bütün dünya saltanatına sahip olsa da ölünce hepsi üstüne yığılır! O, naz ve nimetle yetişmiş bir adam! İnsanların hamallığıni ahlâk edinmesin! Ben bunları söyleyip bu cihandan geçip gittim, böyle bir anda şu öğüdü tutmaz mısın?" Harun bu sözleri dinlerken çok dertlendi. Şaşkınlığından her an başka bir hâle büründü. Sonunda onu kendisiyle sarayına götürdü. Derviş perdenin önünde oturdu. Zübeyde o perdenin ardına geldi. Derviş olup biteni tekrar anlattı. O genci yere atıp sürümeye başladığından bahsedince perdenin ardından bir feryat koptu. Kadınlar da deniz gibi coştu. Zübeyde şöyle dedi: "Sana yazıklar olsun! Allah senden onun intikamını! Cigerparemi zillet içinde yüzüstü sürümekten hiç utanmadın mı? Halifenin oğlunu tanımadın mi da boynuna ip bağladın? Ey garibim! Eyvahlar olsun gözümün nuru, canımın ışığı! Yel gibi birden esip gittin, annenin canını ateşlere attın! Ey latif, nazlı oğlum! Bir define gibi yerler altına girdin!" Sonunda onun mezarını göstermemi istedi. Gösterdim, süslü bir türbe yaptırdı. Haber verene de birçok altın verdi. Fakat Harun karısından daha fazla ihsanda bulundu. Haber veren de zengin oldu. Bu hikâye bitti, başka bildiğin varsa söyle! Neticede başına bela olacak saltanatı niçin istersin, ne yapacaksın onu? Âlem padişahlığını yurt edinsen, sonunda ağlayıp inleyerek o yurtta mat olacaksın! Muradına ermeden kalkıp gideceğin kulübede ne diye oturursun? Derdiyle seni hakir kılacak sevgiliyi neden istersin? Bir arpa kadar bile yiyemeyeceğin malı yüzlerce zahmetle niçin toplarsın?
·
443 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.