Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

228 syf.
·
Puan vermedi
“Acının kıyısında zaman başka türlü aktığı için” Öğrenci Demirtay, Doktor, Küheylan Dayı ve Berber Kamo” dışarı çıkmaya gerek duymadan dünyayı içeri alıyor, zamanla birlikte mekanı da” aşarak, yerin üç kat altındaki ufak, karanlık, soğuk bir hücrede on gün boyunca hikâyeler anlatıp umuda sığınıyorlar. Koridorun karşısında başka bir hücrede ise seçilmiş suskunluğun sesi; Zinê Sevda… Kadın olmanın, olabilmenin tüm anlamları yüklü onda. İnsanı derinden sarsan ironik bir yanı var “İstanbul, İstanbul”un. İki yüz yirmi yedi sayfada mürekkeple hayat bulan tüm hikâyelerin, hayallerin baş kahramanıdır İstanbul. “Mış gibi” üstü kapalı anlatır yazar onu bize ve “mıh gibi” yerleşir zihnimize. İnsanı anlatırmış gibi, şehri anlatır. Yer altını tasvir edermiş gibi, yeryüzünü betimler. Aşkı anlatır. “mış gibi” yapmadan bu defa. Ölümü anlatır, sevdanın ve umudun kıyısında. Yeraltından yer üstüne bakıp en çok da kavruk acıyı, işkenceyi anlatır bize. Ve öyle bir anlatır ki işkencenin hiç bir detayı yer almazken romanda, yoğunluğunu hissedersiniz bedeninizde. “Acının paylaşılmadığını aklınla bilmek başka, bedeninle öğrenmek başkaydı … Kendine inanmak ile kendini kaybetmek arasında ince bir çizgi vardı… Zaman uzamak yerine derinleşirdi acıda.” der Doktor, 2. Gün’ü anlatırken. Gerçek hayâle, hayâl de gerçeğe dikey çizgide minicik bir delikten yol bulur sayfalar boyunca. Böylece kum saati kendi minik zerrelerini aşağıya akıttığı aralıktan geçit verir ışığa. Aşk da, ölüm de, umut da sınırda yaşar bu romanda. “Kalbi yansıtan söz en büyük mucizedir!” Berber Kamo 3. Gün, Duvar bölümünde bu cümle ile ayna tutar bize. Öyle bir hikâye var ki bu bölümde bir defa değil on defa okusa insan, hala “gerçeği isteyen, ama gerçeği anlamayacak” insanlar bulabilirdi. Hangi kahramanı seçerseniz bir anlamda onun hayata bakışını, yargı ve önyargısını da benimsersiniz. Mutlak ve mulâk kendinizden bir şey bulursunuz çünkü. Kime inanırsanız hikâyesine de inanırsınız. Demirtay’ın da dediği gibi, “hikâye; geçmişte yaşanan ve söze dökülen şeyin bugün anlatılması değil miydi?” O zaman kim hikâyelere yalan diyebilirdi ki? Romancının, öykücünün, şairin, ressamın da yaptığı bu değil miydi? Kurguya inandırmak. Her kurgu geçmişimizde iz bırakmış bir noktadan yola çıkılan hedefteki yer değil miydi? Düşlerimiz, yapmak istediklerimiz yalan mıydı? Şöyle der Küheylan Dayı 7. Gün, Köstekli Saat bölümünde; “Unutmak sayesinde acılara dayanıyor, ama şimdiki ânı da unuttuklarını fark etmiyorlardı… İnsanlar bugünkü İstanbul’u sevseler de ona şefkat duymuyorlardı. Şefkatsiz sevgi onları bencilleştiriyordu. Çok sevdiği halde sevdiğine zulmeden âşıklar gibi kendilerindeki eksiği bilmiyorlardı… Onlara İstanbul’u anlatıyorum, anlamıyorlar. Gösteriyorum, görmüyorlar. Acıya yenileyim, bağlanmaktan vazgeçeyim istiyorlar. Hem kendime hem de İstanbul’a inancımı yitireyim ve onlara benzeyeyim istiyorlar. Ruhum onların ruhuna benzesin diye bedenimi parçalıyorlar. Bu kente inancımın daha da güçlendiğini fark etmiyorlar.” Saf kötülüğün çokça nefes aldığı dünyada insan kalabilmek, insan üstü bir şeydir aslında. Acı çekmekten çok kimselere duyuramamak, acının kendisinden çok daha ağırdır. Ve gerçek acı, bilinenin aksine; paylaşılamaz. Ölçünün insan değil, acı olduğu bir roman okudum ben. Ve çok sevdim. “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” -Hallac-ı Mansur
İstanbul İstanbul
İstanbul İstanbulBurhan Sönmez · İletişim Yayınları · 2019958 okunma
·
122 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.