"Hayatın en büyük çabası, ölüme alışmamaktır."
Ölümle dertli Canetti...
Dertli dediysem, onun için ölüm gerçek bir kâbus...
Ne ölümden sonrasına ne de öncesine inanıyor... Kusursuz bir akıl, nasıl o puslu aynaya durmadan nefesini dayar aklınız almıyor... Düşünce bir müsvette kağıdından farksızdır belki de, üstünü çizdiklerini bırakıp, yeni bir kağıda geçebilmeli insan. ölümcül bir yaradır Canetti 'de ölüm, hırçın bir öfke ve önüne geçilmez bir nefret duygusudur.
***
(Spoiler içermektedir.)
Canetti yedi yaşında...
Annesi uzun zamandır tedavi için şehir dışındadır. Fakat bu ayrılıktan çok önce başlamıştır babasıyla olan dostluğu, onun her sözü Canetti'yi adeta büyülemektedir, en büyük isteği onun gibi biri olmaktır...
Birgün annesi çıkagelir. Babası mutlu olmaktan çok öfkeli ve tedirgindir. Bunu oğlunun asla anlayamayacağı bir oyunculukla örtmeye çalışsa da bir çocuğun asıl diyaloğu gözlerle kurduğu gerçeğini gözden kaçırmıştır.
Aynı günün sabahında evde ayak sesleri sıklaşmıştır. Bir şeyler olduğunu anlayan küçük Elias büyük salona doğru koşar ve kendini kaybetmiş şekilde üstünü başını parçalayan annesiyle karşılaşır, biraz kenara çekildiğinde annesinin hemen önünde kıpırdamadan yatan babasının donuk yüzüyle karşılaşır...
Yedi yaşında bir çocuktur Canetti... Hayatta en çok bağlandığı kişi, oyun arkadaşı, şakalaştığı, bisiklet sürdüğü, maçlara gittiği babası hastalanmıştır. Doktor tiz bir sesle şöyle der;
"Lütfen çocuğu odadan çıkarın."
Koltukta, masanın üzerinde, açık pencerenin pervazında, annesinin ellerinde kalan saçlarında, uçuşan sorular gözünü yumduğu son ana kadar o odada kalacaktır. Canettiyse çıkarılmıştır...
Ağır adımlarla evden de uzaklaştırılıp komşunun bahçesine götürülür. Çok akıllı bir çocuktur. Sorun çıkarmaz. Komşunun bahçesinde bir ağaca tırmanmaya çalışırken korkunç bir ses ona, zihnini ve ruhunu felç edecek bir çığlıkla yaklaşmaktadır.
"Canetti, baban öldü, sense bahçede oyun oynuyorsun." Bu cümle ulaşabildiği en son şiddetin iplerini gökyüzüne bırakarak 3 kez tekrar edilir.
Pencereden bağıran zavallı küçük Elias'ın annesidir.
Gölgeler etrafına doluşmaya başlamıştır. Ne olduğunu anlayamayacak kadar şaşkın, ama suçluluk duygusunu korkunç bir nefrete dönüştürebilecek kadar acıyla doludur.
Cenaze defnedilirken Elias tüm ısrarına rağmen mezarlığa götürülmemiştir. Evden tepedeki mezarlığı görebileceği söylenmiştir. Saatlerce pencereden bakar, görebildiği belli belirsiz bir karaltıdır. Ölüm onda artık belli belirsiz bu nokta kadar bile değildir. Ölüm, düşmanlığı tanımayan damarlarında bir zehir gibi dolaşmaya başlamıştır. Babasının ölüm sebebi ve o ana dair söylenen yalanlar ölüme karşı olan çığrından çıkmış duygularını bir alev topuna çevirmiştir.
Çok geçmeden korkunç gerçeklerle yüzleşir. Annesi kendisini tedavi eden doktorla duygusal bir yakınlaşma yaşamış, eşine bunları itiraf etmiş, eşi ayrıntıları bilmek istemiş ve öfke nöbeti geçirirken kalbi durmuştur.
Artık Canetti küçük bir çocuk değildir ama ölüme duyduğu nefret, annesine karşı hissettiği hayal kırıklığıyla büyümüş ve onun hayat felsefesi halini almıştır.
Eserde yıllara ayrılmış aforizmalar, ölümün yedi yaşındaki Canetti'nin ruhundan fışkırıyor gibidir... Canetti'nin elinde bir projektör varmış gibi hayatının bütün evrelerinde ölümün onda bıraktığı izlenimleri okuyucuya aktarmaktadır.
Burada Tarkovski'nin kendi filmini izlerken sarfettiği ve ruhuma kazınan şu cümleleri anmak isterim;
“Hasta bir insanın kendi röntgenine bakması gibi...”
Hiroşima ve Mezarlık ile ilgili bölümler okurken hırpalandığım kısımlardı...
Buraya kadar okuyan arkadaşlara değerli vakitleri için teşekkür ederim...