Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

216 syf.
5/10 puan verdi
BANA “HAYAL” SAT
Ah Veronika ah… Bu üç noktanın ardından, hikayenin ne kadar etkileyici olduğundan bahsetmeyi ve bu doğrultuda kitabı övmeyi çok isterdim; fakat senaryo biraz farklı olacak. Her şeyden önce bir noktaya açıklık getirmek ve tavsiyede bulunmak istiyorum; kitabın kapağına ya da başlığına bakıp başından sonuna kadar kasvetli, depresif ya da sizi dibe çekecek bir hikaye okuyacağınızdan çekiniyorsanız, bu önyargıyı bir kenara bırakabilirsiniz. Durum pek de korktuğunuz gibi değil. Peki bu durum kitabın abartıldığı kadar iyi bir kitap olduğunu gösterir mi, detaylı incelemeye geçiyorum: ------------------ [-> SPOILER (!) Öncelikle hikayemiz Veronika adındaki genç ve güzel başkarakterimizin başarısız intihar girişimi ile start veriyor. Bu girişimi; hayattan tat alamama, monotonluktan sıkılma, hiçbir şeyin tatmin etmemesi, her şeyin anlamsız gelmesi, arzu edilen mutluluğa erişememe vs. gibi birtakım makul sebeplere dayandırdığını görüyoruz. Kişinin varoluşsal sorgulamaları doğrultusunda, bünyesinde meydana gelen psikolojik buhranlar olarak da nitelendirilebilir. Bu ilk bakışta ilgi çekici bir karakter gibi görünse ve “acaba bilinçaltında neler yatıyor” gibi bir merak hissi uyandırsa da okumaya devam ettikçe, durumun beklenildiği kadar ilgi çekici ol(a)madığını anlıyorsunuz. Belirtmeden geçmek istemiyorum; kitabın İngilizce çevrimi “Veronika Decides to Die (Veronika Ölmeye Karar Verir)” ki bu anlatılan hikayeye çok daha uygun bir başlıkken, Türkçe uyarlamasında “Veronika Ölmek İstiyor” tercih edilmiş. Basit gibi görünen ancak anlamsal açıdan büyük fark yaratan bir çeviri hatası olarak değerlendirilebilir. Veya “ölmek istiyor” tabiri, diğerine oranla daha vurucu bir tabir olduğu için stratejik bir pazarlama mantığı ile hareket edilmiş de olabilir -ki bu kulağa daha olası geliyor. Bu paragrafın altını özellikle çizmek gerek: Hikayede, -Türkçe çevriminde tercih edilen başlığının aksine- ölmek isteyen bir Veronika yok. Öyleyse Veronika “yaşamak istemiyor” diyebilir miyiz (?) Kağıt üzerinde mantıklı bir çıkarım olmasına rağmen; yine de Veronika gibi -ne istediğini tam olarak bilemeyen; çaresiz- bir karakterin içinde bulunduğu durumu tam olarak karşılamıyor. Veronika bir yandan da yaşamak istiyor aslında; ancak bunu -olmazsa olmaz- bir gerekçeye dayandırıyor: Daima mutlu, heyecanlı ve tatminkar hissetme şartına bağlı bir yaşam. Bu şartı sağlamakta zorlandığı ya da artık bir çıkış yolu bulamadığını düşündüğü için de -ki teknik olarak böyle bir şey mümkün değildir- en makul tercih olarak, yaşamına son vermeye karar veriyor. Öyle ki Veronika hikayenin başında intihar etmek için hapları teker teker yutup ölümü beklediği o kısacık süreçte dahi, aslında içten içe hayata tutunmak için bir sebep, bir umut ışığı, bir kıvılcım aramaya devam ediyor. Çok basit şeylere üst anlamlar yüklemeye, normal şartlarda ilgisini çekmeyecek şeylere dikkat kesilmeye ve bunlara bağlı olarak heyecanlı hissetmeye başlıyor aslında. “Madem böyle hissetmeye başlıyor, o zaman neden yuttuğu hapları kusarak hayata tutunmayı denemiyor” diyebilirsiniz. Sizce bunun sebebi, Veronika’nın artık olaylara yaklaşımını ve bakış açısını tamamen değiştirip yenilenmiş olması mıdır; yoksa intihar girişimi doğrultusunda, kendisine yüklemiş olduğu “ölüm bilinci” mi? İntihar, bir kişinin -yaşarken- gerçekleştirebileceklerinin zirvesidir ve öleceğinin farkında olan biri içinde bulunduğu psikolojiyle birlikte, bilincini kaybedeceği ana dek “yaşadığı her anın tadını çıkarma” eğilimi gösterebilir. Ancak bu mantaliteye sahip biri için, o kısa süreç aslında bir illüzyondan başka bir şey değildir. Karakter de bu ana kadar, genel hatlarıyla tutarlı bir tavır sergiliyor diyebiliriz aslında. Bu konuya incelemenin devamında daha detaylı olarak yer vereceğim. Bu başarısız intihar girişiminin ardından, Veronika gözlerini bir akıl hastanesinde açıyor ve -görünürde- başladığı işi bitirmeye yönelik kararlı bir tutum sergilemeye devam ediyor. Ancak sürpriz bir biçimde kendisine, “aldığın haplar yüzünden kalbiniz geri dönüşümsüz hasara uğradı, yakında duracak ve 5 gün -hadi bilemedin 1 haftalık ömrün kaldı” diyen doktorla yüz yüze geliyor. İşte yazar bu noktada çaktırmadan bir illüzyonu devreye sokmuş oluyor. Olayın aslında kilit noktası da bu. Çünkü bu noktadan sonra olay -Veronika’nın başlangıçta çizdiği kararlı profilden bağımsız olarak- “sayılı günü kaldığının ya da aşağı-yukarı ne zaman öleceğinin bilincinde olan ve ölümü beklemek zorunda kalan bir insan nasıl bir tepki gösterir; nasıl hareket eder?” çerçevesinde şekillenmeye ve gelişmeye başlıyor artık. Yani yazar, başlangıçtaki intihar girişimi ile bilinç kaybı arasındaki o kısa süreci, daha geniş bir zaman dilimine ve düzleme aktararak, hikayenin geneline entegre etmiş oluyor. Ortada ölümü içselleştirme gibi bir durum yok ve aynı zamanda, bu eylemin altında sağlam bir temeli olan “intihar felsefesi” de söz konusu değil. E iyi de kitabın en başta vaat ettiği, bir bakıma böyle bir şey değil miydi? Veronika’nın, kendisine idealist bir profil yükleyen bir misyonu/manifestosu vardı: Kendini öldürmesi için öne sürdüğü iki temel gerekçe ve buna bağlı yaptığı birtakım felsefi çıkarımlar. Sahi ne oldu onlara? Hokus-Pokus! Bu öne sürülen gerekçe ve çıkarımlar, karakterin yalnızca anlık düşünceleri, içsesi olarak aktarıldı -havada kaldı- ve Veronika’nın içinde bulunduğu durum hiçbir şekilde, bir çeşit “tükenmişlik sendromundan” öteye geçemedi. Paulo Coelho, sağ gösterip sol vurdu ki kitabın asıl ters köşesi de buradadır, finalinde değil. Bana göre yazarın buradaki temel amacı: Karakterin intihar etmeye karar verişinin ve -başarısız da olsa- sonuna kadar gidişinin, "kendince" ne kadar büyük bir hata ve alınmış yanlış bir karardan ibaret olduğunu anlatması için uygun bir zemin hazırlama çabasından başka bir şey değil. Böylelikle yazar, şovuna start veriyor ve tahmin etmesi hiç de güç olmayan: “çık şu monotonluktan, hayatında daha önce hiç yapmadığın; yapmaktan çekindiğin çılgınlıklar yap / gerçek aşkı bul / herhangi bir partnere bağımlı kalmadan orgazmın doruklarına var / basit görünen şeylerde dahi mutluluğu yakala / her günü son gününmüşçesine yaşa” gibi -çığır açacak düzeydeki- çözüm önerilerini, yan karakterler üzerinden pompalamaya ve olay örgüsünü bu doğrultuda işlemeye başlıyor. Burada bir antrparantez: Veronika karakteri, hayatında gerçekleştirdiği birtakım aktiviteler sonrası, kendini hiç mutlu ve heyecanlı hissetmemiş bir karakter değildi zaten. Yine de buna karşılık, ilerleyen sayfalarda ana fikir basit bir “anlam arayışı” çerçevesinde çözüme ulaşmış oluyor. Diğer bir deyişle, -yerseniz- “aynı bokun laciverti” bütün problemi ortadan kaldırmış, bir şekilde buharlaştırmış oluyor. Böyle bir şey nasıl oluyor peki? Detaya biraz daha inelim: *** Şimdi, yazarın en başta kullandığı illüzyonu tekrar bir hatırlayalım: “Hayatı dahil kaybedebilecek bir şeyi olmadığının bilincinde olan, aşağı-yukarı ne zaman öleceğinin bilgisine sahip ve buna bağlı olarak yalnızca anı yaşamaya odaklanmış bir insan figürü”. Normal şartlar altında, aklı başında hiç kimse “5 dakika sonra ne olacağımız belli değil, hayatımda bana ayak bağı olan ve mutluluğuma ket vuran ne varsa bir kenara atıp, içimden ne geliyorsa onu yapacağım artık” mantığı ile hareket “edemez”. Çünkü görmezden gelinemeyecek kadar baskın iki temel faktör vardır; ilki “başınızı olması gerekenden bir tık yukarı kaldırdığınızda, değişken uzuvlarla tokmağı kafanıza indiren bir çevre faktörü”. Aynı zamanda bu kastettiğim, toplumsal yapının bir parçası olmak ve o sisteme görünmez bir iple bağlı olmaktır. Sizi belli sınırlar içerisinde, kontrol altında tutmak ister ve çoğu zaman başarılı olur. Bir diğeri ise bu çevre ve yaşadığınız olaylar doğrultusunda şekillenen, tamamlayıcı nitelikteki “karakter faktörü”. Siz her ne kadar özgür olduğunuzu, istediğiniz her şeyi yapabildiğinizi ya da yapabileceğinizi düşünseniz dahi belli sınırlar dışına pek çıkamıyorsunuz aslında. Eğer çıkarsanız mesela, bir inancınız varsa “günah işlemiş” ya da “ahlaksız bir tavır sergilemiş” oluyor; eğer herhangi bir inancınız yoksa, en yalın tabirle “suç işlemiş” oluyor, öyle ya da böyle bir yaptırımla karşı karşıya kalıyor ve içinde bulunduğunuz toplum tarafından (buna elbette değer verdikleriniz de dahil) belli oranda dışa itiliyorsunuz. (Akıl hastanesine kapatılmak da bunun sonuçlarından biri). Çok daha basit düşünelim; o tip bir eylem yalnızca size mantıksız/saçma geliyor, aklınıza yatmıyor ve yap(a)mıyorsunuz. Bunların dışında bir de alt faktörlerimiz var: sorumluluk bilinci, bir sonraki günü (geleceğinizi) düşünerek plan ve program dahilinde minimum riskle hareket etme eğilimi vs. Genelde herhangi bir biçimde yargılanmayı, dışlanmayı, cezalandırılmayı göze almak istemezsiniz. Hepsinin dayandığı temel, evrimsel süreç, insan psikolojisi ve davranış bilimi kapsamında değerlendirilebilir elbette. Kitabı okuyup beğenmiş biriyseniz ve incelemeyi buraya kadar okuduysanız, “sen bütün olaya yalnızca tek ve karanlık bir perspektiften yaklaşıyor ve belki de hayatında yapmaya cesaret edemediğin şeyleri, kıramadığın zincirlerini kendince mantıksal bir düzleme oturtarak tatmin olmaya çalışıyorsun” şeklinde düşünebilirsiniz. Tabii ki hayatımızda daha önce yapmadığınız birtakım şeyleri yapabilir, kendimizce “çılgınlık” olarak nitelenecek çeşitli eylemler sergileyebilir, kendimizi “sınırlı ve genelde kısa bir süreliğine” çok iyi, çok mutlu hissedebiliriz. Hali hazırda yapabileceğimiz; fakat ortaya çıkması için genelde dış bir uyarana, tetikleyiciye ihtiyaç duyduğumuz türden eylemlerdir bunlar. İlgi çekici tarafı ise daha önce hiç tecrübe etmemek olabilir. Hadi buna ek olarak, böyle bir şeyi gerçekleştirmek için önümüzde herhangi bir sınırlayıcı engel olmadığını ve sonucunun üzerimizde hiçbir olumsuz etki doğurmayacağını da hesaba katalım. İyi hoş da çözüme yönelik ihtiyaç duyduğumuz reçete, bu mudur gerçekten? Neleri göze alabilirsiniz ve olduğunuz kişiden ne derece ödün verebilirsiniz? Örnek olarak, sınırların dışına çıkmak için kurtulma şansınızın sıfıra yakın olduğu, ekstrem bir eylem sergilemek ister misiniz? Kendinizi, beton etkisi yaratacak bir yükseklikten yüzüstü suya bırakmak gibi. Saçmaladığımı mı düşünüyorsunuz? Belki suya çakılana dek -o an için- orgazm derecesinde bir heyecan, tatmin yaşayacak ve mutlu öleceksiniz. Belki de ihtiyaç duyulan reçete böyle bir şeydir. Olamaz mı? Ama, hayır! Çoğunluk böyle bir senaryo duymak istemez. Çünkü insan doğası gereği, ne pahasına olursa olsun yaşamaya devam etmesi, bu uğurda mücadele etmesi, daima savaşması ve bir şekilde uyum sağlaması gerek -öyle midir? Bir yandan da ölümün -yaşarken- tecrübe edilemeyen o bilinmezliği de ürkütür insanı. Yani özetle diyoruz ki “bizim kendimizi kandırmaya ihtiyacımız var”. Sırf çoğunluğun böyle bir mantaliteye sahip olması ya da çoğunluğun yaşama meyilli ve bağlı olması, intihar fikrinin -sözüm ona- saçmalığını veya niçin düzeltilmesi gereken bir yanlış olduğunu açıklıyor mu? Ya da Veronika’nın, hikayenin başlarında kendini öldürmek için öne sürdüğü iki temel gerekçe ve felsefi çıkarımları, herhangi bir şekilde çürütebiliyor veya başlangıçtaki fikirlerini 180 derece değiştirmiş mi oluyor? Kitap size bunların cevabını ver(e)miyor, vermek de istemiyor. Çünkü yazar, madalyonun öteki yüzünü çevirdiği takdirde işin içinden çıkamayacağının farkında. Ama telaşlanmayın. Bunun yerine, yine ustalığını konuşturuyor ve okuyucuyu -belki siz farkında bile olmadan- bir paradoksun içine atıyor. Yazara göre, ortadan kaldırılması gereken o dayanılmaz sorun tüm varlığını sürdürürken, yalnızca ileri bir tarihe ötelenmiş ve belirli bir süreliğine gizlenmiş, uyutulmuş oluyor. Paulo Coelho, okuyucu için alternatif bir ütopya yaratıyor. *** Toparlayacak ve özetleyecek olursak, her ne kadar merkezdeymiş gibi algılansa da intihar eylemi bu kitapta yalnızca hikayeyi ve aşılamak istenilen ana fikri parlatacak, daha vurucu hale getirebilecek bir araç işlevi görmekte. Buna karşı çözümü, -kitabın basım tarihini de göz önünde bulundurarak sanki çok yeni, fark yaratacak, yeni bir soluk getirecek fikirlermişçesine-, belli bir süreliğine dopamin salgılatabilecek ve bünyede uyuşturucu etkisi yaratabilecek genel-geçer eylemlere indirgiyor. Bu tip eylemlerin sonunda arzu edilen tatmin duygusuna ulaşılmazsa (ki 2+2=4), o kişide meydana gelecek yıkım daha da şiddetli olacaktır. Karakter hali hazırda, intihara teşebbüs ederek bu alanda zirveye oynamışken, yazarın yaptığı hem karaktere hem de okuyucuya hayal satmaktan başka bir şey değildir. Aman, biz madalyonun öteki yüzünü çevirmeyelim de büyü bozulmasın. Daha da önemlisi, yazar başlangıçta sizi A noktasından B noktasına ulaştıracağını vaat ederken, kırılma anlarında üstü kapalı bir biçimde sergilediği sapmalar sonucunda, yolun sonunda kendinizi B görünümlü bir C noktasında buluyorsunuz. Bu da hikaye ve karakter bağlamında, birtakım tutarsızlıklar, çelişkiler ve boşluklar meydana getiriyor. Bunlara ek olarak, “acaba sonunda ne olacak” hissini canlı tutabileceğine ve sözüm ona sürpriz finaline çok güvenmiş olacak ki ana fikri biraz daha beslemek amacıyla Maria ve Eduard gibi figürleri devreye sokarak, yan hikayeler üzerinden olayı sündürme yoluna gitmiş. Özellikle de bu anlarda oldukça sıkıldım ve kitap bir an önce bitsin istedim. Arta kalan şey, yazarın bir diğer “tutulan” kitabı olan “Simyacı” ile benzer rotada ilerleyen; gerçeklikten uzak, romantik ve klişe bir “her şeye rağmen hayatı sev, her günü son gününmüş gibi gönlünce yaşa, düştüğün anlarda yeniden doğrulmak için daima mücadele et ve arayışın bitmesin” mottosundan ibaret. E tabii ki işin sonunda, “kaçak dövüşerek tribünlere oynayan” bir Paulo Coelho. Aslında birçok okura istediğini veriyor, duymak isteyeceklerini söylüyor; uzun lafın kısası size bir masal anlatıyor. Belki bu eleştirel yaklaşımı biraz kötümser ve acımasız bulmuş olabilir ya da “kurgu sonuçta, gerçek hayata ya da mantığa çok da uygun olmak zorunda değil“ diyebilirsiniz, problem yok. Sonuçta bir kitabın, her okur üzerinde aynı etkiyi yaratması söz konusu olamayacağı gibi, o kitaba yüklenen misyon ve beklentilerin de farklılık göstermesi son derece doğal. Özellikle, yazarın “bir şeyleri -kağıt üzerinde- ispat etme” ve “okuyucuya bir çeşit hayat dersi verme” çabaları altına girmesi aşırı derecede göze batıyor. Benim açımdan temel sıkıntı, ne yazarı ne de yazılanı hiçbir şekilde samimi bulamıyor oluşum. Neden bu kadar popülariteye sahip olduğunu çok iyi anlıyorum; fakat kesinlikle hak ettiğini düşünmüyorum. SPOILER (!) <-] ----------------- Her ne kadar kitabı inceleme kapsamında, kendi açımdan gerekçelendirerek yergi bombardımanına tutmuş olsam da “ilham kaynağı” işlevi görebildiğini de göz ardı etmek; hakkını yemek olmaz: 2006 yılında, direkt bu kitap referans alınarak yazılmış “death/doom” türündeki “Saturnus” albümünü dinlemenizi tavsiye edebilirim. Bana kalırsa kitaptan umduğunuzu, müziğinde bulma olasılığınız daha yüksek gibi. Meraklısı için linkini de paylaşıyorum: youtube.com/watch?v=AStehf4... Sonuç olarak “Veronika Ölmek İstiyor”, beklentilerimi karşılayamayan ve abartılmasının yanı sıra -ne yazık ki- iyi olduğunu da düşünmediğim, vasat düzeyde bir psikoloji tabanlı edebi eser. Eğer bir kitaptan beklentiniz; “normal şartlarda çok pozitif bir insanım; bunun yanı sıra bir kitapta mantıksal kurgu, özgünlük, gerçeğe yakınlık vs. gibi kriterlere de pek takılmam; son zamanlarda bunalımdayım ve sadece kendimi daha iyi hissetmek istiyorum, yaşama dair bir arzu, bir umut pompalasın yeterli” yönünde ise, bu kitaba -beklentiye girmeden- bir şans verebilirsiniz.
Veronika Ölmek İstiyor
Veronika Ölmek İstiyor
Paulo Coelho
Paulo Coelho
Veronika Ölmek İstiyor
Veronika Ölmek İstiyorPaulo Coelho · Can Yayınları · 202077,2bin okunma
·
441 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.