Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Said Nursinin Felsefeye bakışı
İslâm düşünce dünyası, günümüzde halen bir sistem buhranından kurtulmanın mücadelesini vermektedir. Özellikle bir kaç asırdan beri teorik hükümlerin olaylara tatbik edilmesinde yaşanılan sosyo-politik başarısızlıklar, mevcut düşünce buhranının önemli nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Beşerî ihtiyaçlarına mutlak bir fikir temeli bulmak isteyen bazı Müslümanlar, yetersiz bilgi ve dış kültürlerin de etkisiyle farklı doktriner arayışlara yönelmektedirler. Diğer taraftan insandaki benlik duygusunu, hakka bağlılık inancı ile ıslah etmek ve dengelemek için gelen İslâm’ın, kuvvet unsurunun dengesiz hakimiyeti ilkesine dayanan Batı hümanizmi ile iç içe gösterilmek istenmesi, İslâm toplumunda yaşanmakta olan kaos ortamının daha da büyümesine yol açtı. Bu nedenledir ki İslâm’ın “Asr-ı Saadet” modeli içindeki sistematik bağımsızlığı ile sunulmasındaki ihtiyaç, günümüz Müslümanını da aşan bir insanlık arayışı haline gelmiş bulunmaktadır. Çünkü Müslüman bireye gidilmesi gerekli yolu gösterecek ve onu uç noktalara kaymaktan koruyacak unsurların başında şeriatın felsefesi, mantık ve hikmet gelmektedir. Said Nursî de, her türlü aşırılıktan uzak olan vasat yolun, ancak İslâm’ın, hikmetin ilkelerine uygun olduğu görüşünün benimsenmesi ve yaşanmasıyla bulunabileceğine inanır. Bu durumda “felsefe” (hikmet) kavramının İslâmî bir kimlikle ele alınması ve kullanılması zarureti karşımıza çıkmaktadır. İşte Nursî, her insanın zihnini meşgul eden ve modern çağ insanının da ilgisiz kalamayacağı; “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Alem niçin yaratıldı? Varlıkların, varlık sahnesine çıkışlarındaki amaç nedir?” gibi felsefenin de temel konularını ele almakta, varlıkların yaratılışına ilişkin fen ve materyalist felsefe canibinden gelen sorulara doyurucu cevaplar vermekte ve kafaları karıştıran şüpheleri gidermeye çalışmaktadır. Ayrıca ilme, din namına sahip çıkmakta, ilim-din uyuşmazlığı iddialarını çürütmekte ve Müslüman bireyi, sefih medeniyetin sebebiyet verdiği buhranlardan korumayı hedeflemektedir. Modern çağ insanı, varlıkların ilmine ilişkin aradığı Kur’ân yorumunu, “ruh-ı asli”yi rencide etmeden ve asrın idrakine uygun açıklamaları ile Nursî’nin eserlerinde bulabilmektedir. Felsefe ve problemleri hakkında çok yönlü sistematik bir görüş bütünlüğüne sahip olan İslâm’ın, felsefî sistemler içindeki mevcut bağımsızlığını koruyan ve her şeyden önce “bizim toprağın meyvesi” olan Said Nursî’nin, felsefeye bakış açısını bir makalenin sınırları içinde sunmaya çalışacağız. Ve konuya “Felsefe Nedir?” sorusuyla başlayacağız. Felsefe ve Filozof Kavramları Yaratan, yaratılış, insan, kâinat, ruh, hayat, ölüm ve sonrası hayat ile hayatın gayesine ilişkin sorulara cevap bulmak, insanlığın her devrinde en önemli problemleri arasında yer almış, o günden bugüne kadar felsefe hep var olmuştur.1 Eflatun’a göre felsefe, insanın varlıklara duyduğu hayretten ve bu hayreti gidermek için yapılan zihin jimnastiğinden doğmuştur. Bir başka ifade ile felsefe, insanın, varlık hakkındaki düşüncesi ve bu düşünce üzerindeki düşüncesidir.23 Ona göre çelişmenin çözülmesi ile aklî bağlantıların kurulmasının da ötesinde “asıl sebep” araştırılır. Bu durumda felsefe, sebeplerin sebebini bulmaya çalışmaktır. Aynı eserinin bir başka yerinde de Aristoteles felsefe için “varlık olmak bakımından varlığın ilmi” tanımını kullanmaktadır.4 Aristoteles daha da ötelere giderek, felsefeyi, “çelişmeyi (tenakuzu) çözmek için zihnin yaptığı gayret” olarak tarif eder. Eflatun, felsefeye, “doğruya varmak, var olanı bilmek için düşüncenin metotlu bir şekilde çalışması” manalarını yüklerken; İslâm filozoflarından İbni Sina da felsefe ile insanın, objelere ve hakikatlerin sırrına ermeye çalışmasının anlaşılması gerektiğini belirtir.5 Günümüzde ise felsefe genellikle şu şekilde tarif edilmeye çalışılmaktadır: Felsefe; “ilimlerin sonuçlarına dayanarak varlık hakkında tümel bir açıklama yapmak için, yine ilimlerin belirli ve sınırlı varlık alanlarını bir varlık bütünlüğü içinde birleştirmek ve tümel bir dünya görüşü ortaya koymaktır.”6 Bu tarif, insanın ayrılmaz bir parçası konumunda olan inancını nazara almadığından, kanaatimizce, hem objektif olmaktan hem de realistlikten uzak görünmektedir. İnsanın inanç yönünün dikkate alınması durumunda-ki doğrusu da budur-felsefeye şöyle bir tanım getirebiliriz: Felsefe; “insanın ilmî gerçeklere dayanarak, inançları doğrultusunda kendisi, varlık ve kâinatla ilgili meseleleri bir birlik ve bütünlük içinde çözmeye çalışmasıdır.”7 Demek oluyor ki, bütün var olanların var oluşlarına sebep olan “varlık”ın kendisi, felsefenin konusunu teşkil etmektedir. Bu bağlamda felsefi düşünce de; ilim, teknik ve değerler alanlarında insan zihnini skolastikten8 kurtarıp hür düşünceye götüren, bilgi ve inancın temellerini araştıran gerçek düşüncenin adı olmaktadır.9 Nursî de felsefeye bu açıdan yaklaşmakta ve onu, insan düşüncesini ifrat ve tefrite düşmekten koruyup orta yola sevk eden bir vasıta olarak tarif etmektedir. Vahyin nuruyla aydınlanmış felsefeyi, uç noktalara kaymaktan koruyan bir hikmet olarak tanımlayan Nursî, vahyin eşliğinde yol alan bu tür bir hikmetin, hayır ve yararlarının fazla olması nedeniyle gerekliliğine işaret eder.10 Yalnız şu hususu da belirtmek yerinde olacaktır: Zihnin işleyişine dair her teşebbüs felsefe olmadığı gibi, zihin faaliyetlerinde bulunan herkese de filozof demek doğru bir yaklaşım olmaz. Felsefe ile uğraşmanın yanında, ancak bu sahada bağımsız ve kendine has bir sistem sahibi olan kimseye filozof denilmesi daha doğrudur. Çünkü filozof, bir takım özel konuları birbirine bağlayan en genel ve en geniş bir saha ile uğraşır. Var olanların sınırlı ve belirli konuları arasındaki ilişkileri görmeye çalışan bilim adamları, böylece hem kendi bilimlerinin prensipleri üzerinde düşünür, hem de bütün varlık ve bilme problemlerini kavramaya çalışırlar. Bu tarza yetişen ilim adamları ise, gerçek filozoflar olarak nitelendirilirler.11 Hikmet ve Hakîm Kavramları Felsefi manaları yanında fizikî, örfî ve dinî manaları da ihtiva eden hikmet kavramının çoğulu “Hikem”dir. Hikmetin lügat manası; “en iyi ilim vasıtaları ile en iyi şeyin bilinmesi, eşyanın hakikatini olduğu gibi bilmek ve gereğince hareket etmek”12 demektir. Nursî de hikmeti, “sebep, gaye, fayda, maslahat, sır ve incelik” olarak tarif etmektedir. Ona göre hikmet; nazari bir ilim olup, varlıkların sebeplerini(illetlerini), hakikatini beşer kuvvetinin erişebildiği ölçüler içinde ele alır, araştırmasını yapar.13 Hikmetle uğraşan kimseye “Hakîm” denir. Çoğulu ise “Hükema”dır. Arapçada Hekim manasında da kullanılan bu kelimenin kök manası “Akıllı”, “Becerikli” demektir. Hakîm ise, “hikmet ve felsefe ile uğraşan kimse”14 demektir. Günümüzde ise hem İslâm dünyasında hem de Avrupa’da felsefe ve hikmet kavramları, çoğu kez eş anlamda kullanılmaktadır. Gerçekte ise, hikmet ve hakîm kavramları, felsefe ve filozof kavramlarından daha geniş bir mana ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle her hakîm, mutlaka filozoftur, fakat her filozof hakîm değildir.15 Felsefenin Dayanakları Bir insanın felsefe yapabilmesi için bir takım yeti ve meziyetlere sahip olması gerekir. Bunun yanında felsefenin olmazsa olmazları arasında yer alan bazı vasıflar daha vardır. Felsefe akıl, tefekkür, bilgi ve hikmet gibi esaslara dayanır ki, bunlara, felsefenin dayanakları veya ilkeleri adı verilir. Felsefe alanında ruhî kuvvetlerin en güçlü ve şereflisi kabul edilen akıl, herkes de eşit olmayan ilâhî bir vergidir. Kur’ân’da da sağlam bilgilerle bezenmiş bir akıl, düşünebilmenin ön şartı olarak belirtilmektedir. Allah, bireylerin aklına göre iş yapabileceğinin altını çizerken, varlıklar üzerinde ancak akıl sahiplerinin anlayabileceği ibretlerin olduğunu ve bu ilâhî işaretlerden ancak akıl sahiplerinin gerekli dersi çıkarabileceğini açıklamaktadır.16 Hz. Peygamber (a.s.m.) de aklı, faydalı bir alet ve imanı süsleyen bir ziynet olarak değerlendirmekte ve aklı olmayanın dininin de olamayacağını belirtmektedir.17 Nursî ise aklı, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasası olarak ele almakta, onu insanı mutlu kılan ilâhî bir hediye diye tavsif etmektedir.18 İslâmiyet’in kaynağının ilim, esasının ise akıl olduğuna işaret eden Nursî, bir başka ifadesinde de İslâmiyet’in akıl, ilim ve mantık üzerine bina edilmiş olduğunu19 vurgular. Kısacası akıl, iyiyi kötüden ayırmamıza yardımcı olur, ilâhî emirlere uymamızda bize yol gösterir, Allah’ın sanat eserleri olan varlıkları okumamızı ve nimetleri üzerinde düşünmemizi sağlar.20 Ayrıca mükemmel işleyen bir akıl olmadan, müspet bir felsefe ortaya koymak da mümkün değildir. Mükemmel işleyen bir aklın ortaya koyduğu en belirgin özelliklerden biri de tefekkürdür. Allah ve elçisi bizleri sürekli olarak tefekkür etmeye davet etmektedir. Kur’ân’da salt tefekkürle ilgili on beş ayet bulunurken; tefekkürle eş anlamlı kullanılan akletmek, anlamak, ibret almak ve bakmak gibi deyimlerle birlikte bu sayı beş yüze kadar çıkmaktadır. Bu, Yaratıcının, yaklaşık her on ayette bizi tefekkür etmeye ve varlık bilgisi üzerinde düşünmeye açık bir daveti demektir. Allah, “Onlar akıl sahipleri, yerin ve gök’ün yaratılışı üzerinde düşünürler”21 derken, elçisi de; “Tedbir gibi akıllılık, tefekkürle yapılan ibadet gibi de ibadet yoktur”22 diyerek, birey ve toplumları tefekküre teşvik etmektedir. Tefekkür için, “insanı, Allah’ın ‘Hakim’ ismine ulaştıracak parlak bir yol”23 tanımını yapan Nursî, dikkat ve teemmülün, evham zulümatını dağıtacağına işaret ettikten sonra tefekkürü, batinî ve afakî diye ikiye ayırır. Afakî tefekkürü dipsiz bir denize benzeten Nursî, bundan uzak durulmasını önerir ve şöyle der: “Lakin nefsinde, batınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilat ile tetkikat yap. Fakat afâkî, haricî, umumî ahvalatı teemmül ettiğin vakit, sathî, icmalî düşün, tafsilata geçme. Çünkü icmâlde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilatında yoktur. Hem de afâkî tefekkür, dipsiz denize benzer, sahili yoktur; içine dalma boğulursun. Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrub edersin (Allah’a yakınlaşırsın). Aksini yaptığın takdirde, kesret, fikrini dağıtır, evham seni havalandırır, enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur ve tabiata kalbeder.”24 Yapılması halinde tefekkürün insana kazandıracağı en belirgin olgu da şüphesiz ki hikmet olacaktır. Hikmet’in manası önce de belirttiğimiz gibi felsefeden daha geniştir. Hikmet kelimesi, Kur’ân ve hadislerde yer alırken; felsefe ve filozof kavramları ise Arapça’ya ancak İslâm’ın doğuşundan iki asır sonra yani M. VIII. asırda o da “terceme yolu” ile girebilmiştir. Kur’ân ve hadislerde geçen “hikmet”in, “sophia” manasındaki hikmet olup olmadığı konusunda görüş birliği olmamakla beraber İslâm düşünürleri, “feylesof”la birlikte “hakîm” adını da almışlardır. “Hikmet, Müslüman’ın kaybolmuş malıdır, onu nerede bulursa alır”25 gibi Peygamber (a.s.m.) talimatının rehber alındığı İslâm dünyasında hikmet kapıları, akıl sahipleri ve hikmet isteyen herkese açık tutulmuştur. Bunun sonucu olarak da felsefî düşünce, İslâm dünyasında süratle yayılma istidadı göstermiştir. Hikmetin düşünce, beceri ve uygulama gibi önemli yansımalarından birisi de bilgidir. Bilgi tefekkür ağacının bir meyvesidir. Düşüncenin ürünü kabul edilen bilgi bir filozof için, etrafını aydınlatan bir ışıktır ve gerçekleri görmesini mümkün kılan önemli bir şart ve gereksinimdir.
··
435 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.