Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

esmalar itibari mi hakiki midir?
İnsan, Allah'ın isimlerinin tecelli yeri, yani mazharıdır. Ama Allah'ın isimleri itibari midir, hakiki midir? Dolayısıyla dış dünyada mevcut olan varlıklar, gerçek midir, hayalî midir, gölge varlıklar mıdır? Bu mesele de ta "Eflatun" öncesinden beri Yunan'da ve bilhassa İslâm dünyasında tartışılagelmiştir. Vahdet-i Vücud ehli eşyayı, varlıkları "hayal derecesine indirir." - Hakikatte eşya, birer hayal midir? İşte burada da Said Nursî, tavrını Vahdet-i Vücudcuların bu görüşü aleyhlerine kullanıyor. Diyor ki: "Cenab-ı Hakkın Vacib'ül vücud ve mevcut ve vahid ve ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayal-î ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cabbar, ve Halîk isimleri gibi isimleri ise, tecellileri olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar (isimler), mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar, aslîdirler, tebai olamazlar. (Mektubât, 84) Bu sözlerden anlaşıldığına göre Allah'ın isimleri onların mazharı olan ayna, hakikî olamasa bile hakikîdir, isimler mevcut ismi gibi hakikattir, gölge değildir, aslîdir, aslî ve hakiki varlığa tabi olan ikinci dereceden olan şeyler (tebai) değildir. Varlıkların gölge ve hayalî olarak görülmesi nereden neşet etmektedir? Üstad bu soruya şöyle cevap veriyor: Bu meşrep , "Vacib'ül Vücud'un vücuduna (varlığına) hasr-ı nazar edip (nazarını Allah'ta yoğunlaştırıp), sair mevcudatı (diğer varlıkları) O (Vücud-u Vacibe) nispeten o kadar zaif (zayıf) ve gölge görür ki, vücud (varlık) ismine layık olmadığına hükmedip hayal perdesine sarıp , onları madum (yok) saymak, tasavvur etmek, yalnız Cilve-i Esma-i İlâhiye'ye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider." (Mektubât. 448) Demek ki Üstad, Vahdet-i Vücud ehlinin Allah sevgisini, Onun varlığı üzerine yoğunlaşması neticesinde Allah'ın yarattıklarını hayal ve gölge saymasına karşı çıkmaktadır. Bu onun realist bir bakış açısına sahip olduğunu da gösterir. Vahdet-i Vücud'a, "Terk-i mâsivâ sırrıyla mümkünâttan alâkasını kesen", "daire-i esbaptan" geçen "ehass-ı havas," (aydınların en hası), "İstiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrep," olarak bakan Said Nursî, onu aslında maddecilerin ve tabiat perestlerin mesleğine en uzak meşrep olarakta görür. (Mektubât 449) Çünkü maddecilerin, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmelerine karşı, Vahdet-i Vücud ehli Allah'ın varlığına iman kuvvetiyle o kadar ehemmiyet veriyor ki bu da mevcudatı inkâra kadar varabiliyor. Said Nursî'nin kullandığı önemli tabirlerden birisi "Daire-i esbâbı yırtmak" (sebepler dünyasını aşmak). Sebeplere bağlanıp kalmaktan kurtulan ve dünya da olup bitenleri umursamamak, hadiselerin en gerisindeki en büyük sebebe ulaşabilen kimseler âlemde vahdete ulaşabilen kimselerdir. Bunlar Vahdet-i Vücud'tan bahsedebilirler. Ya "esbâbı" yırtamayanlar bahsederlerse ne olur? Said Nursî'nin cevabı gayet açıktır. "Daire-i esbâbı yırtıp çıkamayan ve tesirinden kurtulamayan bir "ruh" vahdet-i vücud'tan dem vursa, haddini tecavüz etmiş olur. (Mesnevi Nuriye, 256)
Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî
----- Görülüyor ki Said Nursî Vahdet-i Vücud anlayışının felsefî ve fikrî temelinde; sebeplere saplanıp tabiatı ilâhlaştırmaya, Allah'ı inkâra varan maddeleri felsefeye açıkça ve şiddetle muhalefet ediyor, vahdet-i vücudu bu materyalist noktaya çekmek isteyenlere karşı çıkıyor. Buna karşılık vahdet-i vücudu, fart-ı muhabbet-i ilâhiye (aşırı Allah sevgisiyle) Yahut mâsivâdan (Allah'tan gayrı her şeyden veya sebeplerden) kurtulma ve Allah yolunda birliğe (vahdete) ve huzura ulaşma yolu olarak kabul edenlere muhalefet etmiyor. Onların mâsivâyı hayâl saymalarını tasvip etmiyor; Allah'ın yarattığı varlıklar âlemini ve ondaki binbir çeşit varlığın hayâl sayılmasına gönlü razı olmuyor; çünkü onlar Allah'ın azametinin ve kudretinin ayetleri (delilleri) dir. Bunun yanında Vahdet-i Vücudu bir seyr-i suluk meşrebi olarak yaşayabilenlere alkış tutuyor. Ama yine de bu mesleği okumuşlara yahut ateistlere anlatmanın doğuracağı zararlara işaret edip ihtarda bulunmayı bir vazife biliyor. Dolayısıyla Muhyiddin-i Arabî'yi tekfirden ve gelişi güzel şunu bunu küfürle itham etmekten, bazı sözler küfür ifade etse bile uzak durulması hususunda ikaz ediyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendisi vahdet-i vücut yolunu benimsemese bile, -çünkü sahabenin yolunu daha üstün görüyor- en güzel hoşgörü örneğini ve mesajını veriyor.
··
125 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.