Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

286 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
BİZİM AHLÂKLI MİNYATÜRLERİMİZ
İnsanlığın en eski zamanlarından bu yana varlığını sürdüren kavram: Ahlâk. Ahlâk nedir, kuralları nelerdir, neleri ve kimleri kapsar, sınırları nerde başlar ve nerde biter? Bu ve bunun gibi pek soru yüzlerce yıldır insanların kafasını karıştırmıştır ve sanıyorum ki karıştırmaya da devam edecektir. Özellikle tarih, bilim, araştırma ve inceleme dallarında yapılacak olan okumalarda yazarın akademik kariyerine dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum ve okumalarımı da bu bağlamda yönetmeye çalışıyorum. Yazarımız Paul Bloom Yale Üniversitesi'nde psikoloji ve bilişsel bilim profesörüdür. Pek çok bilim dergisinde makaleleri yayınlanan, ödüllü bir araştırmacıdır. Çalışmaları göz önüne alındığında yazmış olduğu bu kitabın da dikkate alınmasının önemli olduğuna inanıyorum. Kitabın dilinin oldukça net ve anlaşılır olduğunu söylemem gerekiyor. Diğer bilimsel araştırma inceleme kitaplarına nazaran daha kolay okunabiliyor ve bu yüzden bu alana ilgi duyan herkesin kolayca okuyabileceğini sanıyorum. Yazarımız ilk olarak ahlâk kavramını ele alıyor. Bazı insanlar ahlâk kavramını toplumun yarattığı bir dayatma olarak nitelerken bazıları bunun insanlığın evrimiyle birlikte doğal süreçte var olduğunu düşünüyor. İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana bu kavrama yüklediğimiz anlam çok değişmese de ahlâki değerler sürekli değişmiştir. Gerek toplumlar arasında gerekse de çağlar arasında bu değerler oldukça farklılık göstermektedir. Bundan belki yüz sene öncesinde eşcinsellik büyük ahlaksızlık ve suç sayılırken bugün eşcinsel bireylere yönelik saldırılar ahlaksızlık olarak niteleniyor. Veyahut iki yüz sene önce kadın erkek eşitliği kavramı çok güçsüzken bugün bu kavrama karşı çıkanlar olumsuz yargılara maruz kalıyor ve bence kalmalıdır da. Öte yandan ahlâk ya da ahlâksızlık kavramları sadece olumsuz davranışlar üzerinden değerlendirilmemektedir. İyi bir davranışta bulunmak, kötü bir davranışta bulunmak, kötü davranışa tepkisiz kalmak ve hatta bazı durumlarda tamamen nötr kalmak da ahlâklılık ya da ahlâksızlık olarak nitelenebiliyor toplumun gözünde. İşte tüm bunların doğuştan mı geldiğini yoksa toplum tarafından mı empoze edildiğini anlamak için bir dizi deney yapılmış ve sonuçları da kitapta değerlendirilmiştir. Deneylerden birinde izleme ve uzanma metodu ile bebeklerin seçimleri değerlendirilirmiştir. Bebeklere izletilen birbirini engelleyen ve yardımcı olan objeler arasında seçim yaptırıldığında, bebeklerin açık ara yardımcı olan objeyi seçtiği gözlemlenmiştir. Öte yandan diğer objeyi engelleyen bir objeye daha dikkatli baktıkları da görülmüştür. Zararlı şeylere odaklanma ve kendimizi korumak için önlem alma davranışımız ve yararlı şeyleri kendimiz için seçtiğimiz düşünüldüğünde aradaki davranışsal benzerlik oldukça önemlidir. Yazar empati ve merhamet kavramları arasındaki farka özellikle dikkat çekmeye çalışmıştır. Empati duyan insan karşısındakinin yaşadığı acıyı içselleştirse, onun duygularını hissedebilse bile ona yardım etmeyebilirken; merhamet duyan kişi acı çeken bireyi bu acıdan kurtarmaya çalışır. Yapılan deneylerde bebeklerin empati duygularının var olduğu, buna istinaden bazı durumlarda acı çeken kişiyi gören bebeğin o ortamdan uzaklaşırken bazı durumlarda merhamet duygusu ile kişiyi teskin ettiği gözlenmiştir. Özellikle kız çocuklarının erkek çocuklara nazaran teskin edici özelliklerinin daha yoğun olduğu anlaşılmıştır. Bazı deneylerde ise yardım etme davranışına yoğunlaşılmıştır. Bebeklerin ve çocukların özellikle yetişkinlere yardım ettikleri zamanlarda daha büyük haz aldıkları ortaya çıkmıştır. Uzmanlar bunun merhamet duygusundan ziyade başarının ve problem çözmüş olmanın verdiği bireysel mutluluktan kaynaklandığını da düşünmektedir. Söz konusu minik insanlar olunca kesin yargılara varmak çok da kolay olmuyor belli ki. Bir sonraki konu eşitlik ve adalet konusudur. Bebekler özne kendileri olmadığı durumlarda adaleti eşitlik ile sağlamaktadır. Deneylerdeki tüm bireylerin dağıtımdan eşit pay almalarını, şayet artma durumu olursa artan payın yok edilmesini tercih etmektedirler. Bir kişinin fazla edim sağlamasındansa, payın yok olması yeğdir onlar için. Ama öznelerden biri kendileri olduğunda fazla payı alma konusunda hiç de adil değiller. Fazla payı seve seve kendilerine seçebiliyorlar. Öte yandan ilginç olan şey şudur. Sunulan seçeneklerde ya karşıdaki senden fazla alacak ya da her ikiniz de hiçbir şey almayacaksınız şeklinde bir senaryo olduğunda; bebekler karşılarındaki bireyin kendilerinden fazla pay alma ihtimallerindense hiç pay almayıp karşılarındaki bireyi de eli boş bırakmayı tercih etmektedirler. Bunun sebebinin rakibi güçsüz bırakma eğilimi olabileceği akla gelmektedir. Bu şekilde bakıldığında bebekler ve yetişkinler arasında bu tür konularda çok da fark yoktur. Belki biz zaman zaman azla yetinerek o anı kurtarmayı seçsek de uzun vadede gücü karşı tarafa kaptırmaya razı olmayız. Bebekler sadece duyguları ve dürtüleri ile hareket ederken biz buna ek olarak bir de akıllıca düşünmeyi ekleriz. Tabi her zaman aklı duyguların önüne almayı becerdiğimiz söylenemez. Bir diğer önemli konu cezalandırma eğilimi konusudur. Bebekler iyi ve kötüyü karşılarında iken ayırt edebilmektedirler. Ödül verirken iyiye verebiliyor, kötüyü ödülden mahrum bırakmayı seçebiliyorlar. Biz yetişkinlerde de benzer durumlar yaşanmaktadır. Özellikle şimdiki dönemde sosyal medya gibi bir ortamda neredeyse her gün suçluların acı çekmesini, toplumun bu acıdan olumsuz etkilenecek olmasına bile yeğlediğimizi açıkça görüyoruz. Toplumda gelişen linç kültürü buna çok güzel bir örnektir. Hatalı olduğunu düşündüğümüz bir bireyin suçundan emin değilsek bir parça düşünüp geri adım attığımız olabiliyor fakat suçundan emin isek cezalandırılması için elimizden gelen tüm tepkiyi ortaya koyuyoruz. Bu ceza belki toplumun merhamet düzeyine, belki öfke problemiyle baş etmesine, belki de kendini sorgulamasına olumsuz etki edecek olsa bile bunu yapmaktan geri durmuyoruz. Örneğin çocuk istismarcısı bir bireyin, en büyük cezayı almasını toplum vicdanını olumsuz etkilese bile yeğlerim. Bunu yaparken modern toplum bireyi olduğum için cezayı kendim vermeyi değil kolluk kuvvetleri ve hukukun vermesini beklerim. Şayet cezasını az bulursam da öfkem bu kez hem suçluya hem de hukuka yönelir. Bu şekilde düşündüğüm için kendimi suçlamıyor ve bunun normal bir tepki olduğunu düşünüyorum. Çünkü evrimsel süreçte anlık reflekslerimiz karar vermemizde ve kendimizi tehlikelerden korumamızda büyük rol oynamıştır. İstismarcı bir bireyi toplum ve kendim için bir tehdit olarak görmem ve anlık olarak ondan kurtulmak istemem normaldir, ayrıca istismara uğrayan çocukla empati kurmam da intikam duygumu tetikleyecektir. Tabi diğer taraftan bu duygularımın topluma yansıması ve onu ne derecede olumsuz etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Gelelim bireysel ve bedensel yakınlık konusuna. Bebekler anne karnında duydukları seslere doğduktan sonra da aşina olurlar. Bu yüzden özellikle dil konusunda ayırt etmeyi bilerek doğarlar. Kendi dillerinde konuşan insanlara daha fazla yakınlık duyarlar. Veyahut kendilerine daha çok anneleri bakıyorsa kadın cinsine, babalarından daha fazla ilgi görüyorsa da erkek cinsine yakınlaşırlar. Bu tür ayrımları daha doğar doğmaz yapabilirler. Evrimsel süreçte sanıyorum ki her canlı türü kendi akrabalarına karşı daha korumacı, daha yakın ve daha sempatik olarak gelişim göstermiştir. Pek çoğumuz mensup olduğumuz grupların daha başarılı olmasını isteriz ve kendi içinde bulunduğumuz toplulukları, aileyi, kan bağımız olan akrabalarımızı diğer insanlardan ve topluluklardan önde tutarız. Ve esasında başkalarına zararımız dokunmadığı sürece bunlar gayet normal davranışlardır. Bebeklerin cinsiyet ve dil gibi ayrımları olsa da bizimki kadar ayrımcılıkları yoktur. Din ya da ırk gibi net ayrımları olan olguları bebekler anlayamazken içinde bulunduğumuz toplum bu ayrımları bize yetişkinlik çağımıza kadar empoze eder. Her ne kadar ufak ayrımlar ile doğsak da insanlığın şimdiki gibi birbirini ötekileştirecek hale gelmesinde insan doğasının büyük bir katkısı yoktur. Bu sebeple ayrımları oluştururken birilerine zarar vermeyecek, incitmeyecek, ötekileştirmeyecek şekilde yapmak insanlığın geleceği için oldukça önemlidir. Yine bedenlerle alakalı başka bir önemli konu da tiksinme duygusudur. Dünya yüzündeki nerdeyse her birey farklı varlıklara karşı olsa da muhakkak bir şeylerden tiksinmektedir. Bebekliğin ilk çağlarında bu genelde görülmez fakat bir yaştan sonra bu duygu gelişir. Bazı uzmanlar bu durumun tuvalet eğitimi sırasında bebeklere yetişkinler tarafından empoze edildiğini düşünmektedir. Özellikle beden sıvıları birincil düzeyde tiksinti yaratan olgulardır. Bunlar daha çok kirli ve kötü kokulu olarak beyinlerde yer etmiştir. Çirkin hayvanlar, çürümüş yiyecekler, yapışkan ve pis görünümlü şeyler insanlarda o varlıklardan uzaklaşma hissi yaratır. Bunlarla bağlantılı olarak cinsel ahlakın da geliştiği düşünülmektedir. Ensest ve homoseksüel ilişkiler ya da pedofili gibi suçlar insanların pek çoğu için mide bulandırıcıdır. Çoğu ülkede homoseksüel ilişki yakın zamanlara kadar suç bile sayılıyordu. Öte yandan ensest ve pedofili halen daha suç olmaya devam etmektedir ki bence doğrusu da budur. Zira hepimiz belli bir cinsel ahlâka sahibiz. Kaldı ki bunlar bireysel düşüncelerden uzak tutulan ve kanunlarla belirlenen alanlardır zaten. Bunun yanında homoseksüel ilişkilerin tiksindirici ya da suç teşkil eden ilişkiler olduğunu da düşünmüyorum. Her yetişkinin cinsel hayatının yönetimi kendisinde olmalı ve bu diğer bireylerin bilmesine gerek olmayan bir konu olarak yaşanmalıdır. Bazı araştırmacılar bu tür ilişkilerin doğal üreme sistemine aykırı olması sebebiyle evrimsel süreçte tiksindirici olarak zihinlerimize kodlanmış olabileceğini öne sürüyor ve bu düşününce bana oldukça da mantıklı geliyor. Çünkü türlerin devamı iki ayrı cinsin cinsel birleşmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Yazarın çok hoşuma giden bir düşüncesi var. Bazı deneylerde ırk ayrımının da tiksinme duyguları ile bağlantılı olduğu belirlenmiştir. Yazar bu sebepten dolayı tiksinme duygularını toplumsal ahlâk kurallarını inşa ederken ciddiye almamamız gerektiğine inanıyor. Şimdi de aidiyet konusuna kısaca bakalım. Nerdeyse hepimiz bir ailenin içine doğarız. Bizimle ilk ve en çok ilgilenenler ebeveynlerimiz, sonrasında kardeşlerimiz ve akrabalarımız olur. Bizler de büyüdükçe bize önem veren bu insanlara karşı korumacı bir tavır almaya başlarız. İlk başlarda sadece fayda sağladığımız bu insanlara yaşımız ve yeteneklerimiz ilerledikçe bizler de fayda sağlamaya başlarız. Akraba kayırmacılığı esasında doğmadan evvel genlerimize işlemiştir. Evrimsel süreçte her bireyin kendinden sonraki önceliği yakın akrabası olmuştur. Kendi kan bağının soyunu sürdürmek kendi soyunu sürdürmekle yakından ilgilidir. Ahlâki değerlerimiz de işte bu sürece uygun olarak şekillenmiştir. Seçim yaparken önce kendi ailemizin, mensup olduğumuz grubun, içinde bulunduğumuz yakın topluluğun iyiliğine olacak kararlara öncelik veririz. Şayet yakın bireyler yoksa insanlığa ortak fayda sağlayacak seçimler yaparız. Evrim biyologlarının, psikologların ve felsefecilerin bu konuda genelde ortak düşündüklerini de belirtiyor yazarımız. Son olarak kitapta bizi Nasıl İyi Olunur? sorusu karşılıyor. Ahlâki değerlerin bir kısmı bizimle beraber doğuştan gelse de asıl şekillendirme toplum tarafından yapılmaktadır. Üstelik bu değerler daha önce de bahsettiğim gibi zaman içinde toplumdan topluma değişmektedir. Örneğin bebekler bağış yapmanın iyi bir davranış olduğunu doğduklarında bilemezler ama büyüdükçe ihtiyacı olana yardım etmenin doğru bir davranış olduğunu öğrenirler. Üstelik bu belki de her toplumun ortak bir ahlâki değeridir. Bazı araştırmacılar din konusunun toplum ahlakında büyük bir yer tuttuğunu belirtiyor. Dinlerde yer alan kuralların ve öğretilerin, içinde bulunduğumuz toplumu daha iyi hale getirdiğini düşünüyor. Fakat ben bunun böyle olduğuna okurken çok da kanaat getiremedim. Zira dini öğretiler de toplumların o dönemde içinde bulundukları ahlaki normlara göre şekillenmiştir. Dinlerde eşcinsellik, kürtaj, evlilik dışı cinsel ilişkiler kesinlikle ahlaksızlık olarak görülmekte iken günümüzde bu değerler değişmektedir. Özellikle bugün kürtaj karşıtlığı ahlaki değerlerimize zarar vermektedir ve pek çok birey tarafından asla desteklenmemektedir. Bir kadını istemediği bir çocuğu doğurmaya zorlamak hem kadın için hem de doğacak olan istenmeyen çocuk için kötü bir gelecek yaratacaktır. Elbette bu bebeğin yaşam ibarelerinin gelişimi göz önüne alınarak tıbbi kurallarla belirlenmiştir ve en doğru şekilde uygulanması gerekmektedir. Yani "siz çocuğu doğurun devlet bakar" şeklindeki bir mantık çocuk için de anne için de vicdansızca bir yaklaşımdır. Aynı şekilde cinsel birliktelikler de toplumlarda daha özgür yaşanabilir hale gelmiştir ve ahlaksızlık olarak lanse edilmesine karşı çıkılmaktadır. Bu şekilde düşünüldüğü zaman dinlerin bizleri daha ahlaklı bireyler haline getirdiği söylenemez. Elbette geçmişte toplumlara pek çok yönden katkı sağlamış ve halen daha birçok bireye yardımcı olmaktadır ama dinlerin yararını genel geçer bir kural olarak belirtmeyi çok doğru bulmuyorum. Bahsettiğim bu konulara dair kitap çok daha fazla örnek, deney ve görüş barındırmakta olup gayet zengin bir içeriğe sahiptir. Ahlâk kavramı her birimizin özgürce hakkında ahkam keseceğimiz, diğer insanlara dayatabileceğimiz, onları yargılayıp ötekileştirebileceğimiz bir alan değildir. Elbette her insanın belli ahlâki değer yargıları vardır ve olmalıdır da lakin bunlar diğer insanların incineceği ya da özgürlüklerini kısıtlayabileceği şekilde yaşanmamalıdır. Bizler toplumu oluşturan bireyler olarak birbirimize karşı nazik olduğumuz sürece hem bireysel hem de toplumsal gelişimden payımızı fazlaca alabileceğiz diyerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Gelişmiş ve sevgi dolu ahlaklı günler hepimizin olsun.
Bebeklerin Ahlaki Yaşamı
Bebeklerin Ahlaki YaşamıPaul Bloom · Verita Yayıncılık · 201581 okunma
··
1.437 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.