Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Birlikte gidiyorduk, üç kez gitmiştik, sanırım “Mutluluğu Kovalıyorum” ve “Öten Kuşlar” oyununu izlemiştik. (Ah, lanet olsun, lanet olsun!) Sessizce gidiyor, sessizce dönüyorduk. Niçin, niçin daha ilk günlerden suskunluğu kabullenmiştik? Başlangıçta aramızda tartışma hiç olmadı, öylece susuyorduk işte... Hatırlıyorum, o günlerde beni gizlice izliyordu; bunu fark eder etmez sessizliğim daha da arttı. Aslında sessizliği isteyen o değildi, bendim. Bir, bilemedin iki kez heyecanla bana koşmuş, beni kucaklamak istemişti, ne var ki hastalıklı, isterik bir taşkınlıktı bu, sağlıklı bir mutluluk ve kendime saygı duyulmasını istediğimden bu davranışlarını soğuk karşılamıştım. Ayrıca haklıydım: Bu heyecanlı davranışlarının hemen ertesinde tartışmaya başlardık. Hem tartışma falan değildi bu, suskunluk sürüyordu ve gittikçe daha küstah olmaya başlamıştı. “Başkaldırı ve bağımsız olmak...” işte hepsi buydu, yalnız bunu pek beceremiyordu. Evet, o uysal yüz gitgide küstahlaşıyordu. İnanır mısınız, ona iğrenç bir yaratık gibi görünüyordum, evet, bunu anlamıştım. O taşkınlık anlarında çileden çıkıyordu, bundan en ufak kuşkum yoktu. Yoksa sözgelimi bu kadar pislik ve yoksulluktan, yerleri temizlemekten kurtulduktan sonra maddi sıkıntıda olmamıza burun kıvırması düşünülebilir mi? Bakın efendim, darda değildik, sadece tasarruf yapıyorduk, ihtiyaç olan her şeyi sağlıyordum, örneğin çamaşır, temizlik vs... Derli toplu kocanın eşine çekici geldiğini düşünmüşümdür her zaman. Gerçi sıkıntıda oluşumuzdan değil, tasarrufta aşırıya gitmemden hoşlanmıyordu. “Bunun bir amacı var, karakterinin sağlamlığını kanıtlamaya çalışıyor,” evet, buna benzer şeyler aklımdan geçiyordu. Sonra birden tiyatrodan da vazgeçti. Yüzündeki alaylı kıvrım gün geçtikçe daha sık görülmeye başladı. Ben de daha çok sessizleşiyordum, evet, suskunluğum gitgide derinleşiyordu. Ya aklama! Burada önemli olan şu rehinci dükkânıydı. Müsaade buyurun efendim: Bir kadının, hem de 16 yaşında bir kadının kocasını dinleyeceğini biliyordum. Kadınların hiçbir özgün yanları yoktur, bu, bu bir belittir, şimdi bile, evet, şimdi bile benim için bir belittir bu! Ya orada, salonda yatan peki!.. Gerçek gerçektir, bu durumda Mili{221} bile hiçbir şey yapamaz! Oysa seven kadın, ah, seven kadın sevdiği insanın kusurlarına, zorbalığına bile tapar. Aklamak için öyle bahaneler uydurur ki erkek arasa kendi kötülüklerini, kusurlarını bulamaz. Bu soylu bir davranıştır, ama özgün değildir. Kadınları mahveden, bu özgünlükten yoksun olmalarıdır. Yine söylüyorum, niçin ikide bir o masayı bana işaret ediyorsunuz? Özgün bir şey mi masada yatan? Yok, hayır!.. Dinleyin: O zaman aşkından emindim. Boynuma sarıldığına göre seviyordu demek ki. Daha doğrusu sevmeye çaba gösteriyordu, sevmeyi arıyordu. Böyleydi işte, sevmeyi istiyor, arıyordu. Asıl sorun da burada bağışlanması gereken bir kötülüğün olmamasıydı. Siz: “Bir tefeci!” deyip kestirip atacaksınız, bunu herkes söylüyor. Tefeci olmamın neresi kötü? En gönlü yüce biri tefeci olabildiğine göre, bunun bir nedeni olmalı, değil mi? Bakın beyler, düşünceler vardır... yani insan kimi düşüncelerini kelimelere döktüğünde çok aptalca sonuçlar ortaya çıkabilir. Ben bundan utanırdım. Neden mi? Nedeni medeni yok, çünkü bizler kötü adamlarız ya da gerçeklere katlanamayız, fazla bildiğim bir şey yok bu konuda. Az önce “en gönlü yüce kişi” demiştim. Bu anlamsız gelebilir, ne var ki gerçektir. Gerçeğin ta kendisidir! Evet, o zamanlar kendimi sağlama almayı ve bu rehinci dükkânını açmayı istemekte haklıydım: “Sizler beni dışladınız, insanlar yani, sizler küçümseyen bir sessizlikle beni aranızdan kovdunuz. Sizlere olan tutkulu sevgime, davranışlarıma yaşamım boyunca utanç verici bir kınamayla karşılık verdiniz. Öyleyse şimdi sizinle kendi aramda duvar örmeye, 30 bin ruble biriktirmeye ve yaşamımı, ne bileyim, Kırım’da, güney kıyılarında, dağlarda, asma bağlarında, 30 bin rublemle satın aldığım çiftliğimde ve en önemlisi de sİzlerden uzakta, ama sizlere kin duymadan, yüreğimdeki yüce düşüncelerle, sevdiğim kadınla, eğer Tanrı verirse çocuklarımla, çevre köylülerin destekleriyle yaşamaya hakkım var...” Kuşkusuz, içimden söylüyordum bunları, tutup bu düşlerimi ballandıra ballandıra ona anlatsaydım, bundan daha budalaca ne olabilirdi? işte gururlu sessizliğimin nedeni. İşte suskun oturmamızın nedeni... Bunu nasıl anlayabilirdi? 16 yaşındaydı, çocuk sayılırdı; gerekçe ve acılarımdan neyi anlayabilirdi? Burada olan, katı bir doğruculuk, hayatın anlamına varamama, gençliğin ucuz inançlarıdır, “güzel kalplerin” yanımızdan bakmadan geçmeleri ve... ve... asıl önemlisi rehinci dükkânı... artık yeter! (Dükkânda kötü olan kişi ben miydim, orada insanlara nasıl davrandığımı görmüyor muydu, milleti mi kazıklıyordum?) Ah, şu dünyada gerçekler ne kadar korkunç! Bu güzel, bu halim selim, bu göksel varlık bir zalimdi, ruhumun dayanılmaz tiranı, bir işkenceciydi! Bunu söylemezsem kendime iftira atmış olurum! Onu sevmediğimi mi sanıyorsunuz? Onu sevmediğimi kim söyleyebilir? Bakın: Burada bir alay, burada yazgının ve doğanın acı bir alayı var! Bizler lanetlenmişiz, insanoğlunun hayatı gerçekte lanetlidir (bu arada benim de tabii...). Bazı konularda hatalı davrandığımı kabul etmem gerekirmiş. Evet, yanlış olan bir şeyler vardı. Her şey açıktı, planım gökyüzü kadar aydınlıktı: “Sert ve kibirli olacağım, kimsenin ruhumu yatıştırmasına ihtiyacım yok, suskun acılar çekerim.” Evet, hepsi buydu, yalan söylemiyordum, yalan söylemiyordum... “Bunda gönül yüceliğinin olduğunu kendisi sonra görecek, ama şimdi sezemez. Bunu zamanla anlar anlamaz, bana on misli değer verecek ve ellerini göğsünde kavuşturarak bana yalvaracaktı.” İşte plan... Ama unuttuğum ya da gözden kaçırdığım bir şeyler olmalıydı. Beceremediğim bir şeyler vardı sanki. Ama yeter, yeter artık. Kimden bağışlanma isteyeceğim ki şimdi? Her şey bitti, cesur ve gururlu ol be adam! Kabahatli olan sen değilsin... Ne olmuş, gerçeği söyleyeceğim, gerçekle yüzleşmekten asla korkmuyorum: o kabahatliydi... o kabahatli!..
·
197 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.