Koreli yazar Pyun Hye-young
yapıtlarında modern hayatta yabancılaşma
ve yaşanan bir felaket sonrası hayata devam etme gibi konuları grotesk ögelerle işlemeyi seviyor sanırım.
kitabı Küller ve Kızıl’da da kahramanını hiç tanımadığı
bir ülkeye gönderip dilini bile konuşamadığı bu ülkede yaşam mücadelesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Küller ve Kızıl, insan karakterinin iyi ve kötü diye
adlandırdığımız iki yönlü doğası üzerine bizi düşünmeye zorluyor satırlar arasında.
belirtilmeyen bir zamanda ve C diye adlandırılan gerçekte neresi olduğunu bilmediğimiz bir ülkede geçiyor.
Kahramanımız da isimsiz. Fare öldürme uzmanı olarak çalışan ‘adam’ şirketi tarafından bu C ülkesine görevlendiriliyor.
Ne var ki C ülkesi bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığın kol gezdiği, karantinaların yaşandığı,
güvenliğin üst düzeye çıkarıldığı,
çöp dağlarına mesken olmuş caddeler ve sokaklarla çevrili, kasvetli bir memleket.
Yaşaması zor.
Kahramanımız için de öyle oluyor.
Hemen her şey daha havalimanından ülkeye girişinde başına geliyor ve ufak bir soruşturmadan geçiyor.
Kalacağı binaya geldiğinde önceki hayatının eşyalarının olduğu biricik valizini de çaldırıyor.
En az altı ay en fazla beş yıllığına bu göreve atanan kahramanımızın dış dünya ile bağlantısı tam anlamıyla kesiliyor
ve bu yaban ellerde bir başına kalıyor.
Güç bela ulaştığı bir arkadaşından eski eşinin de evinde ölü bulunduğunu ve tüm şüphelerin kendisinde toplandığını işitiyor.
Kaldığı eve gelen polislerden kaçarken çöp yığınları arasında evsizlerle yaşamaya başlıyor.
Öldürdüğü fareler gibi yaşamaya mahkum olup,
çöpten bulduklarıyla besleniyor.
İnsanlıktan çıkıyor.
Ancak bir yandan da düştüğü bu çukurdan bir an evvel çıkmak,
kendini aklamak ve itibarını tekrar kazanmak istiyor.