Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sokak fenerlerini düşünürken gökyüzüne baktım. Koyu karanlıktı, ama öbek öbek bulutların arasından dipsiz kara lekecikleri açıkça seçebiliyordum. Birden bu lekelerin birinde küçücük bir yıldız fark ettim ve dikkatle incelemeye başladım. İzlerken birden bir düşünce geldi aklıma: Evet, bu gece kendimi öldürecektim. Daha iki ay önceden aklıma koymuştum, çulsuzun teki de olsam güzel bir tabanca satın almış ve aynı gün doldurmuştum. İki ay geçmişti, ama tabanca hâlâ kutusunda duruyordu; o kadar umursamaz davranıyordum ki ciddi bir anımı yakalamaya can atıyordum, nedenini bilmiyordum. Böylece tam iki ay her gece eve dönerken beynimi dağıtmayı düşündüm. Hep o anı bekliyordum. Ta ki şu küçük yıldız bana bir fikir verene kadar, kesin olarak bu gece yapacaktım. Bu yıldızın neden beni etkilediğini doğrusu bilmiyordum. Gökyüzünü seyrederken, ansızın küçük bir kız çocuğu dirseğime yapıştı. Sokak bomboştu ve kimsecikler yoktu. Az ötede bir arabacı drojkasında{266} kestiriyordu. Kız sekiz yaşlarındaydı, üzeri sırsıklam olmuştu, başında başörtüsü vardı, özellikle delik deşik, ıslak potinlerini hatırlıyorum, şimdi bile aklımdadır, potinleri gözlerimin önünde bir beliriyor bir kayboluyordu. Dirseğimden dürttü ve bana seslendi. Ağlamıyordu, ama sesi kesik kesik çıkıyordu, tir tir titrediği için ne dediği anlaşılmıyordu. Nedense dehşet içindeydi ve umutsuzca: “Anacığım, anacığım!” diye bağırıyordu. Yüzümü çevirdim ve hiç konuşmadan yoluma devam ettim, arkamdan koşuyor, beni dürtüklüyordu, sesinde çok korkmuş çocuklardaki o çaresizliği gösteren anlatım vardı. Bu sesi bilirim. Gerçi kızın sözleri anlaşılmıyordu, ama annesinin bir yerlerde ölmek üzere olduğunu ya da başına benzer bir şey geldiğini anladım, annesine yardım için birini çağırmaya, bir şeyler bulmaya koşmuştu. Peşinden gitmedim, tersine kızı savmak düşüncesi geçti içimden. Önce bekçi bulmasını söyledim. Küçücük kollarını çaresizce birbirine kavuşturdu, yine nefes nefese hizamda koşmasını sürdürdü, beni bırakmıyordu. Sabrım tükenmişti; ayaklarımla kızı itekleyerek çıkıştım. “Ama bayım, bayım!” dedi sadece, birden beni bıraktı ve can havliyle karşı kaldırıma koştu: Orada biri vardı, beni bırakıp şimdi ona yapışmıştı. Beşinci kata çıktım. Ev sahiplerinin eline bakıyordum. Oda demeye bin şahit ister; yarım daire biçimli tavan penceresi olan küçücük bir odada kalıyordum. İçeride, bir sedir üzerine kitaplarımı koyduğum bir masa, iki sandalye ve bir de rahat bir koltuk.... eskiydi, ama Voltaire tarzı bir koltuktu. Oturdum, mumu yaktım ve düşünmeye başladım. Tahta perdeyle ayrılmış bitişik odada kıyamet kopuyordu. Üç gündür sürüyordu. Emekli bir yüzbaşı kalıyordu, konukları vardı, su katılmadık altı serseri oturmuş votka içiyorlar, eski kartlarla ştos{267} oynuyorlardı. Dün gece kavga çıkmıştı, iki konuk saç saça baş başa kavga etmişti. Ev sahibesi şikâyet ederdi etmesine, ama yüzbaşıdan ödü kopuyordu. Ufak tefek, zayıf bir kadın, hastalanan üç küçük çocuğuyla diğer bir odada kalıyordu. Kadın ve çocukları yüzbaşıdan ölesiye korkuyorlardı, bütün gece tir tir titrerler, sürekli haç çıkarırlardı, en küçükleri korkudan sinir nöbeti geçirmişti. Bu yüzbaşı -adım gibi biliyorum- Nevski Bulvarından gelip geçeni durdurur, para dilenirdi. Ordudan atılmıştı, ama işin tuhafı (zaten bunun için anlatıyorum bunları), bizim daireye yerleştiği bir ay öncesinden bu yana yüzbaşının bende en ufak bir can sıkıntısı yaratmamış olmasıydı. Kuşkusuz daha ilk gün onunla tanışmaktan kaçınmıştım, ilk karşılaşmamızda benden sıkılmıştı, bölmenin arkasında ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar, varmışlar yokmuşlar umurumda bile değildi. Sabaha kadar öylece oturuyor, doğrusunu isterseniz onları kafamdan öyle siliyordum ki seslerini bile duymuyordum. Gün doğana kadar uyumuyordum, aşağı yukarı bir yıldır böyle. Masanın yanındaki koltukta bütün gece oturuyor, hiçbir şey yapmıyor, sadece gündüzleri kitap okuyordum. Sadece oturuyor, düşünmüyordum bile, aklıma bazı düşünceler gelmiyor değildi; onları kendi hallerine bırakıyordum. Mum bütün gece yandı. Masaya sessizce geçtim, tabancayı çıkardım ve önüme koydum. Tabancayı masanın üzerine koyduğumda, hatırlıyorum, “gerçekten böyle mi?” diye sormuştum son derece kararlı. “Evet!” diye karşılık vermiştim. Yani beynimi dağıtacağımı, kendimi bu gece öldüreceğimi biliyordum, ama o an gelene kadar masa başında daha ne kadar oturacağımı bilmiyordum. Ah, o küçük kız olmasaydı kendimi çoktan vururdum kuşkusuz. *** Görüyorsunuz işte: Dünyayı takmadığım halde, sözgelimi acıyı hissedebiliyordum. Evet, biri bana vursa acıyı duyabilirdim. Bu, tinsel açıdan da aynıydı: Çok üzücü bir şeyler olsun, içimde acıma duygusu uyandırabilirdi, aynı, hayattan kopmadığım, ona değer verdiğim günlerdeki gibi... O kıza acımıştım aslında, ona kesinlikle yardım edebilirdim. Peki, neden yapmadım bunu? O an aklıma gelen bir düşünceden: Koluma yapışıp benden yardım isterken birden kafamda bir soru belirmiş ve yanıtını bulamamıştım. Yersiz bir soruydu, ama sinirlenmiştim. Aynı gece hayatıma son vermeye karar verdiğime göre, öyleyse dünyadaki her şeye şimdi eskisinden daha çok boş vermem gerekiyordu; işte bu vardığım sonuç yüzünden sinirlenmiştim. Peki, neden birden her şeyi umursadığımı, kıza acıdığımı hissetmiştim? Zavallı kıza çok acıdığımı hatırlıyorum; benim durumumda olan biri için son derece inanılmaz, tuhaf bir acıydı bu. Doğrusu o anki duygumu kelimelerle tam anlatamıyorum, ama masada otururken evde de peşimi bırakmamıştı bu duygu ve uzun zamandır duymadığım bir öfkeye kapıldım. Düşünceler peş peşe akıyordu. Eğer sıfırı tüketmemiş bir insansam, bir hiç haline gelmedikçe yaşıyor olduğum, öyleyse acı çekebileceğim, sinirlenebileceğim ve davranışlarımdan utanç duyabileceğim açıkça görülüyordu. Tamam diyelim, ancak iki saat sonra hayatıma son vereceksem, o zaman bu kızın benim için ne önemi olacaktı; bana neydi utançtan, dünyada olup bitenlerden? Hiç olacağım, salt hiç olacağım. Tam anlamıyla yok olacağımın, dolayısıyla salt bir hiçliğin söz konusu olacağı bir durumda kıza karşı en ufak bir acıma duygusu beslememin ve yaptığım alçaklıktan utanç duymamın bir anlam ifade etmeyeceği bilinci miydi yoksa? Yerlerde tepinmemin ve zavallı bir çocuğa vahşi bir sesle bağırmamın nedeni, “yalnızca acıma duygusunun olmaması değildi, evet, insanlık dışı bir alçaklık yapacaksam, şimdi yapmalıydım, çünkü iki saat sonra her şey sona erecekti. Bu yüzden bağırdığıma inanır mısınız? Şimdi bundan hemen hemen eminim. Hayatın ve yeryüzünün sanki bana bağlı olduğunu açık seçik görüyordum. Şimdi dünyanın sadece benim için yaratıldığını da söylemek mümkün: Çünkü kendimi öldüreceğim ve dünya en azından benim için olmayacak. Gerçekten de benden sonra kimsenin var olmayacağı, bilincim söner sönmez dünyanın da o anda bir hayalet gibi, bilincimin bir parçası gibi karanlığa gömüleceğini, yok olacağını söylemiyorum daha, çünkü bütün dünya, bütün insanlık- benim, yalnızca ben... Hatırlıyorum, oturduğum yerden düşünürken, peş peşe kafama üşüşen yeni soruları tümüyle başka açıdan ele almış ve tam anlamıyla değişik, yeni bir şey keşfetmiştim. Şöyle tuhaf bir düşünce gelivermişti aklıma: Örneğin Ay’da ya da Mars’ta yaşasaydım, imgelemin sınırlarını zorlayacak denli, orada en rezilce, en alçakça bir davranışta bulunsaydım, insanın yalnızca düşünde ya da karabasanlarında göreceği ve hissedeceği bir aşağılanmaya ve şerefsizliğe uğrasaydım ve sonra dünyada kendime gelip, o gezegende yaptıklarımı bilincimde koruyor olsaydım, ayrıca oraya asla ve hiçbir zaman dönmeyeceğimi bilseydim, Ay’a bakarken: Bunlar bana vız gelir!” der miydim, demez miydim? Davranışlarım için utanç duyar mıydım, duymaz mıydım? Sorular yersiz ve gereksizdi; zira tabanca önümde duruyordu ve bütün benliğimle biliyordum ki bunu mutlaka gerçekleştirecektim, ama sorular beni heyecanlandırmış, adeta çıldırtmıştı. Önce bir şeyleri çözmeden şimdi ölmem mümkün değilmiş gibi bir duyguydu. Sözün kısası, kız beni ölümden kurtarmıştı, çünkü bu sorularla intiharımı ertelemiştim. Bu arada yüzbaşının odasında sesler kesilmişti... İskambil oyununu bırakmışlar, her biri bir köşeye çekilmişti; arada bir hırlayışları duyuluyordu; isteksizce küfürleşiyorlardı. Derken birden hiç başıma gelmeyen bir şey oldu, koltukta sızıvermiştim. Hiç farkına varmadan içim geçmişti. Bildiğiniz gibi düşler son derece tuhaf şeylerdir: Müthiş bir açıklıkla, en ince ayrıntılarına kadar, kuyumcu işlemesi gibi gözleriniz önünde belirir, örneğin zaman ve mekânın farkına varmadan birinden ötekine geçtiğini görürsünüz sanki. Sanırım mantığı değil, arzuları yönlendirir; beyni değil, yüreği, oysa mantık bazen ne olmadık kurnazca işler yapar! Öte yandan düşte mantığın başına inanılmaz şeyler gelir. Örneğin kardeşim beş yıl önce ölmüştü. Kimi zaman düşümde gördüğüm olur: Benim işlerime katılır, birbirimizle ilgileniriz, düş sürerken kardeşimin öldüğünü ve toprağa verildiğini bilirim ve hatırlarım. Öldüğü halde yanımda olmasına ve benimle beraber çalışmasına neden şaşırmıyorum peki? Neden mantığım bunlara meydan veriyor? Artık yeter, düşüme döneyim. Evet, bu düşü o gece gördüm, kasımın üçünde! Bunun sadece bir düş olduğunu söyleyip benimle dalga geçiyorlar. Bana Gerçeği bildirdikten sonra düşmüş değilmiş, fark eder mi? Bir kere gerçeği görmüşseniz ve öğrenmişseniz, uyuyor olsanız da, yaşasanız da onun gerçek olduğunu ve başka da bir şey olmadığını bilirsiniz. Ee, düş olsun varsın! Öve öve bitiremediğiniz hayatı intiharımla söndürmek istemiştim, ama ah o düşüm , o düşüm!... Bana yüce, yepyeni güçlü bir yaşamı bildirdi! Dinleyin! *** O malum konular üzerine bir şekilde kafa yorarken, farkına varmadan sızdığımı söylemiştim. Birden düşümde koltuğa oturmuş durumda tabancayı elime aldığımı ve kalbime, başıma değil kalbime dayadığımı gördüm; oysa önceden kesinlikle başıma, tam şakağıma ateş etmeyi düşünmüştüm. Göğsüme tabancayı dayadıktan sonra bir iki saniye bekledim; mum, masa ve karşımdaki duvar birden hareket etmeye, dalgalanmaya başladı. Hemen tetiğe dokundum. Bazen düşünüzde yüksekten düştüğünüz, bıçakla delik deşik edildiğiniz ya da dövüldüğünüz olur, ama asla acı duymazsınız, karyolaya çarptıysanız başka, o zaman acıyı hissedersiniz, her zaman da acıdan uyanırsınız. Benim düşüm de böyle oldu: Acı duymadım, ama tetiği çekmemle birlikte, tepeden tırnağa sarsıldığımı hissettim, her şey bir anda karardı ve çevremi korkunç bir karanlık kapladı. Gözlerim görmüyor, kulaklarım duymuyordu sanki. Sert bir şeyin üzerinde sırtüstü yatıyordum; görmüyordum, en ufak bir hareket yapamıyordum. Çevremde dolaşıyorlar, bağırıyorlardı; yüzbaşı kaba sesiyle bir şeyler homurdanıyor, ev sahibesi keskin çığlıklar atıyordu, sonra sesler kesildi, kapalı bir tabutta taşıyorlardı beni. Tabutun kalkıp inişini hissediyordum, bunu düşünüyordum ve birden ilk kez bir düşünceyle sarsıldım, evet, ölmüştüm, tamamıyla ölmüştüm, en ufak kuşkum yoktu. Ne görüyor, ne de kımıldıyordum; ama hissediyor, düşünebiliyordum. Sonra çok geçmeden bu düşünceyle hemen yatıştım, her düşte yaşandığı gibi alışkınca, tartışmasız, gerçeği kabul ettim. İşte, beni defnediyorlar, görüyorum. Herkes uzaklaşıp gittikten sonra tek başıma kaldım. Hareket edemiyordum. Önceleri beni toprağa verdiklerini düşündüğümde, mezar imgelemimde nem ve soğuk duygusuyla birleşirdi hep. Şimdi de böyleydi, çok üşüdüğümü, özellikle ayak parmaklarımın ucunun üşüdüğünü hissediyordum, başka da hiçbir şey... Yatıyordum, işin tuhafı, ölülerin bir beklentisi olamayacağını kesinlikle kabullenerek hiçbir şey yapmadan bekliyordum. Ama nem boğucuydu. Ne kadar zaman geçmişti -bir saat, birkaç gün ya da daha fazla mı- bilmiyordum. Ansızın, kapalı olan sol gözüme tabutun kapağından sızan bir su damlası düştü, bir dakika sonra bir daha, dakikada bir damlıyordu. Birden korkunç bir öfkeye kapıldım, ardından fiziksel bir acı duydum: “Bu, yaram!” diye düşündüm. “İşte ateş ettiğim yer, işte kurşun...” Su her dakika kapalı gözüme damla damla düşüyordu. Birden seslendim, sesten farklı bir şeydi bu, çünkü hareketsiz yatıyordum, bütün gücümle başıma gelenlerin suçlusu O yüce kudrete seslendim: “Sen kim olursan ol, eğer varsan ve şimdi olanlardan daha akla yatkın bir şeyler varsa, ne olur burada gerçekleşmesine izin ver! Eğer sen sonraki hayatın rezilliği ve saçmalığıyla o akılsız intiharım yüzünden benden öç almayı düşünüyorsan, bil ki çileci yalnızlığım milyonlarca yıl sürse de, uğrayacağım en korkunç işkence, sessizce hissedeceğim o aşağılanmayla hiçbir zaman kıyaslanamaz!” Böyle seslendim ve sustum. Bir dakika kadar tam bir sessizlik oldu, gözkapaklarıma bir damla daha düştü, şimdi her şeyin kesinlikle değişeceğini sınırsız ve sarsılmaz biçimde biliyor ve buna inanıyordum. Birden mezarım açıldı, daha doğrusu açılmış mıydı, yoksa kazılmış mıydı, bilmiyorum, ama karanlık, meçhul bir varlık beni çekip aldı ve kendimizi bir anda boşlukta bulduk. Birden kendime geldim: Koyu karanlık bir gece vardı, asla, asla böyle bir karanlık olamazdı! Yeryüzünden uzaklaşarak hızla boşlukta yol alıyorduk. Beni taşıyan varlığa hiçbir şey sormuyordum; gururluydum ve bekliyordum. Bir yandan da korkmadığıma kendimi inandırmaya çalışıyordum, korkmadığım düşüncesine hayranlıktan adeta uyuşmuştum. Ne kadar zaman gittik hatırlayamıyordum: Her şey tıpkı, zamanı ve mekânı, var oluşun ve aklın yasalarını atlayıp geçtiğin, sadece yüreğinin hayal ettiği noktalarda takılıp kaldığın düşler gibi gerçekleşiyordu. Karanlıkta küçücük bir yıldız gördüğümü hatırlıyorum. “Sirus mu?” diye sordum, elimde olmadan çıkmıştı bu ses; oysa hiç konuşmak istemiyordum. Beni götüren varlık: “Hayır!” diye karşılık verdi. “Evine dönerken bulutların arasından gördüğün yıldızın ta kendisi!...” İnsan suretinde bir varlık olduğunu biliyordum. İşin tuhafı, bu varlıktan nedense hoşlanmamıştım, derin tiksinti bile duydum. Aslında kalbime ateş etmekle tam bir yok oluş bekliyordum. Oysa şimdi kuşkusuz insan olmayan, ama canlı bir varlığın kollarındaydım. Düşün garip anlamsızlığı içinde: “Öyleyse ölümün ötesinde de bir hayat var!” diye düşündüm bir an, ama yüreğim özsel olarak tüm derinliğiyle benimle kalmıştı: “Yeniden var olacaksam, birinin karşı konulmaz iradesine göre yeniden yaşayacaksam yenilmeyi ve aşağılanmayı asla istemem!” Bu sözleri içimden geçirdim tabii. “Senden korktuğumu biliyorsun ve bu yüzden küçümsüyorsun beni!” dedim, içinde itiraf bulunan bu sözlerden kendimi alamayarak ve bu aşağılanmayı kalbimde iğne yeri gibi hissederek söylemiştim yol arkadaşıma. Karşılık vermedi, birden beni hor görmedikleri, alaya almadıkları, bana acımadıkları, yolumuzun yalnızca beni ilgilendiren bilinmeyen, gizemli bir amacı olduğu duygusuna kapıldım. İçimdeki korku gittikçe yoğunlaşıyordu. Sessiz yol arkadaşımdan dilsiz, ama acıtan, adeta içime işleyen bir ileti alıyordum. Karanlık, ıssız bir boşlukta hızla yol alıyorduk. Bildik takımyıldızlar çoktan geride kalmıştı. Uzayda ışınlarını binlerce, milyonlarca yıl yeryüzüne ulaştıran yıldızların olduğunu biliyordum. Belki de bu boşlukları geride bırakmıştık. Yüreğimi daraltan korkunç, bezdirici acıyla bir şeylerin olacağını bekliyordum. Birden çok tanıdık, beni adeta çağıran bir duyguyla sarsıldım: Birden güneşimizi görmüştüm! Dünyamızı yaratan Güneş olamazdı bu; bizim Güneşimizden sonsuz uzaklıklarda bulunuyorduk, ama nedendir bilinmez bizim Güneşimizin bir eşi, tekrarı olduğunu bütün varlığımla hissediyordum. Tatlı, beni çeken, çağıran bir duyguyla yüreğim sevinçle yandı: Beni yaratan o dünyanın gücü yüreğimde yankılanıyordu, onu yeniden canlandırmıştı, ölümümden sonra ilk kez eski hayatımın gücünü hissettim. “Ama bu Güneşse, bizim Güneşimizin aynısıysa, evet, gerçekten de aynı Güneşse!” diye haykırdım. “Peki, o zaman Dünya nerede?” Yol arkadaşım bana karanlıkta bir zümrüt gibi parıldayan küçük bir yıldız gösterdi. Doğruca o yöne gidiyorduk. “Evrende böyle tekrarlar acaba mümkün mü, böyle bir doğa yasası olabilir mi? Eğer orada böyle bir dünya varsa, bizim dünyamız gibi olabilir mi? Tamamen aynı, mutsuz, zavallı ve aynı zamanda değerli, sonsuzca sevilen ve bizler gibi en soysuz evlatlarında bile o acı çektirici aşkı doğuran aynı dünya olabilir miydi?” Terk ettiğim o eski dünyama duyduğum coşkulu, karşı durulmaz bir aşkla sarsılarak böyle haykırmıştım. Önümde incittiğim o zavallı kız çocuğunun hayali belirmişti. “Her şeyi göreceksin!” diye yanıt verdi. Sesinde bir çeşit hüzün vardı. Gezegene hızla yaklaşıyorduk. Önümüzde gittikçe büyüyordu. Okyanusu, Avrupa’nın sınırlarını artık seçiyordum, birden içimde tuhaf, yüce ve kutsal bir kıskançlık duygusu alevlendi: Böyle bir tekrar nasıl olabilirdi, neden? Seviyorum, ben, soysuz herif, kalbime ateş ederek hayatımı ebedi olarak söndürürken üzerine kanımı bulaştırdığım, o terk ettiğim dünyamı sevebilirim ancak. Asla, evet, asla o dünyayı sevmekten vazgeçmedim, o gece ondan ayrılırken bile her zamankinden daha acı veren yoğunlukta sevmemiştim. Bu yeni dünyada acı var mı? Bizim dünyamızda salt acı çekerek sevebiliriz, evet, sadece acı yoluyla!... Başka türlü sevmeyi beceremeyiz, başka sevgi bilmeyiz. Sevmek için acı çekmek istiyorum. Gözyaşları dökerek, terk ettiğim dünyayı tüm susuzluğumla öpmek istiyorum, hayır, kesinlikle başka bir hayatı kabul etmek istemiyorum! Yol arkadaşım nihayet beni bıraktı. Birden ne olduğunu anlamadan cennet gibi, güneşli harika bir günün göz alan parlaklığında başka dünyada buluverdim kendimi. Ayaktaydım. Dünyamızdaki Yunan takımadalarını oluşturan adaların birinde ya da bu takımadalara bitişik anakaranın kıyısında bir yer gibi gelmişti bana. Ah, her şey tıpkı dünyamızdaki gibiydi; ancak bir farkla, yüce, kutsal bir şölenle ve nihayet ulaşılmış bir utkuyla parlıyordu her yer, zümrüt yeşili dingin bir deniz usul usul kıyılara vuruyor, handiyse bilinçli bir sevdayla öpüyordu kıyıları. Renk renk çiçeklerle kaplı harika ağaçlar bütün ihtişamlarıyla dikiliyordu; gür yaprakları, huzur veren, kulağı okşayan hışırtılarla aşk sözcükleri fısıldıyormuş gibi beni selamladıklarına emindim. Çimenler parlak mis kokulu çiçeklerle ışıldıyordu. Kuşlar sürü halinde gökyüzünde uçuyor, hiç ürkmeden gelip gelip omzuma, kollarıma konuyor, sevimli, titreşen kanatlarıyla sevinç içinde bana dokunuyorlardı. Ve sonunda bu gezegenin mutlu insanlarını gördüm ve tanıdım. Yanıma geldiler, hemen çevremi aldılar, kucaklayıp beni öpmeye başladılar. Güneş çocukları -kendi güneşlerinin çocukları- ah, ne kadar da güzeldiler! Bizim dünyamızda böylesi insan güzelliği hiç görmemiştim. Olsa olsa çocuklarımızda bebeklik çağında bu güzelliğin zayıf bir yansıması olabilirdi. Bu mutlu insanların gözleri parlak bir ışıkla yanıyordu. Yüzleri zekâyla, bir çeşit dinginliğe varmış bir bilinçle ışıyordu. Yüzlerinde şen bir anlatım vardı; konuşmalarında çocuksu bir sevinç çınlıyordu. Ah, yüzlerine daha ilk bakışta, her şeyi, evet, her şeyi anlamıştım! Bu dünya Adem ve Havva’nın günahlarıyla kirlenmemişti; bu insanlar günah nedir bilmiyorlardı, tüm insanlığın mitlerine göre, Adem ve Havva’nın yaşadığı cennet gibi bir yerde yaşıyorlardı, tek bir fark vardı: Bu dünyanın her tarafı cennetti. Bu varlıklar sevinçle gülümseyerek etrafımı alıyor, sevip okşuyorlardı; barınaklarına götürdüler, her biri beni avutmak için sıraya girmişlerdi sanki. Bana hiçbir şey sormadılar, her şeyi sanki biliyormuş gibiydiler, bana öyle gelmişti, yüzümdeki ıstırabın izini bir an önce silmek için adeta yarış ediyorlardı. *** Beni yine dinleyin: Peki, bu yalnızca düş olsun! Ama bu saf ve güzel insanların sevgi duyguları sonsuza dek benimle kaldı, sevgilerinin şimdi oradan bana aktığını hissediyorum. Onları gördüm, tanıdım ve onlara inandım, onları sevdim; onlar için acılar çektim. Ah, daha o zaman, bu insanları birçok bakımdan hiç anlamadığımı fark etmiştim; bana, benim gibi çağdaş ilerici bir Rus’a, aşağılık bir Petersburglu’ya sözgelişi, bunca şeyi bildikleri halde, bizim bilimimize sahip olmamaları çözümü zor bir bilmece gibi görünüyordu. Yalnız çok geçmeden bilimlerinin bizim dünyadakinden farklı olarak bir çeşit duygu yoluyla karşılanıp beslendiğini, isteklerinin de çok farklı olduğunu ayrımsadım. Hiçbir şeyi arzulamıyorlardı ve huzur doluydular, bizim, hayatı anlamaya çalışmamız gibi bir çabanın içinde olmuyorlardı. Dolu doluya bir yaşamları vardı çünkü. Ama bilimleri bizimkine göre daha yüce ve derindi, çünkü bizim bilim insanoğluna hayatın ne olduğunu anlatma arayışına giriyor, insana yaşamayı öğretmek için hayatı kavrama derdine düşüyordu. Onlar nasıl yaşayacaklarını bilim olmadan da biliyorlardı; bunu anlıyordum, ama bir türlü bilimlerini kavrayamamıştım. Bana ağaçlarını gösteriyorlardı, onları seyrederken besledikleri sevginin yoğunluğuna anlam veremiyordum: Diğer canlı varlıkları kendileri gibi görüp, onlarla konuşuyorlardı. Bakın, onlarla konuştuklarını söylerken yanılmıyorum! Evet, onların dilini keşfetmişlerdi, onları anladıklarına emindim. Bütün doğaya -kendileriyle birlikte barış içinde yaşayan, onlara saldırmayan, sevgi gücüyle uysallaştırdıkları hayvanlara da- böyle bakıyorlardı. Yıldızları göstererek anlamadığım bir şeyler söylemişlerdi bana; ama inanıyordum, yıldızlarla salt düşüncede değil, canlı bir yolla iletişim kuruyorlardı. Ah, onları anlama çabasına girmedim, bunsuz da seviyorlardı beni; bununla beraber beni asla anlamadıklarını biliyordum ve bu yüzden dünyamızdan hiç söz etmedim. Karşılarında durup, yaşadıkları toprağı öpüyordum yalnızca; öylece suskun onlara tapıyordum, beni seyrediyorlar, hiç utanç duymadan tapınmama izin veriyorlardı, çünkü bundan çok hoşlandıkları belliydi. Benim için pek üzülmüyorlardı. Bazen, olabilecek en derin bir sevgiyle bana karşılık vereceklerinin mutluluğu içinde gözyaşları dökerek ayaklarını öptüğüm zaman benim için ıstırap çekmiyorlardı. Hayretler için de kendime soruyordum: Benim gibi birini nasıl oluyor da hiç incitmiyorlar, bir kez olsun kıskançlık duyguları kabarmıyordu! Benim gibi yalancı, sürekli böbürlenen biri nasıl oluyor da onlara kuşkusuz yabancı olan dünyamıza ilişkin bildiklerinden söz etmemiş, en azından onlara duyduğu sevgiden bu varlıkları şaşırtmayı istememişti? Çocuklar gibi hareketli ve neşeliydiler. Harika korularında, ormanlarında dolaşıyorlar, güzel şarkılar söylüyorlardı, doğal ve hafif yiyeceklerle besleniyorlardı - meyveler, ağaç balı, evcilleştirdikleri hayvanların sütleri vs... Besin ve giyecek konusunda özel çabaları yoktu. Aşk onlarda da vardı, çocuklar doğuyordu, ama bizim dünyamızda hemen hemen herkese bulaşan ve insanoğlunun tüm günahlarının kaynağı olan o aşırı kösnül duygu taşkınlıklarını hiç görmedim. Mutluluklarına katılan yeni doğan çocuklarına çok seviniyorlardı. Aralarında ne sürtüşme, ne bir kıskançlık vardı; ne anlama geldiğini bilmiyorlardı bile. Çocuklar herkesin çocuğuydu, çünkü hepsi tek bir aileyi oluşturuyordu. Onlarda ölüm olmakla birlikte hastalık yoktu, ama zamanı gelen yaşlılar sessizce ve huzurla sonsuz uykularına çekiliyorlardı; son yolculuklarına uğurlamak üzere çevrelerinde toplananları, yüzlerinde ışıltılı bir gülümsemeyle, veda anında bir bir kutsadıktan sonra huzurla gözlerini kapıyorlardı. Bu törenlerinde keder, gözyaşı hiç görmedim, azalan, ancak dingin, hükmünü tamamlamış, edilgen duruma geçmiş bir heyecana varan bir sevgi sezmiştim. Ölümden sonra da dünyasal beraberliklerinin kesilmediğini düşünmek mümkündü, ölümsüzlük kavramını sorduğum zaman beni anlamamışlardı, gördüğüm kadarıyla ölümsüzlükten içgüdüsel olarak o kadar emindiler ki bu soru onlar için bir anlam taşımıyordu. Tapınakları yoktu, ama Tüm Evrenle canlı, kesintisiz bir birlik içindeydiler. İnançları yoktu, buna karşılık dünyevi sevinçleri yaşadıkları doğanın sınırlarına vardıkları zaman, yaşayanlar için de, ölenler için de Tüm Evrenle daha geniş, daha derin bir ilişkinin başlayacağı görüşüne dayalı sağlam, köklü anlayışları vardı. Bu an’ı sevinçle, acele etmeden, acı çekmeden, ama birbirlerine aktardıkları sezgileriyle kavrıyorlardı. Sezgilerini birbirine aktararak oluyordu bu. Akşamları yatmadan önce toplu halde ezgiler söylemeyi seviyorlardı. Biten günün yaşattığı duyguları bu şarkılarla aktarırlardı, günle vedalaşırken onu överlerdi. Doğaya -denizlere, ormanlara, övgüler düzerlerdi. Birbirlerine şarkılar söylemeyi sever, birbirlerini çocuklar gibi överlerdi; çok sade ezgilerdi, ama yüreğin birinden çıkar, ötekine işlerdi. Yalnızca şarkılarda değil, yaşamlarının her anı birbirlerini sevmekle geçiyordu. Bu, birbirlerine duydukları ortak, evrensel bir sevgiydi. Büyüleyici, coşkulu bazı şarkılarını hemen hiç anlamıyordum. Sözlerini bilsem de anlamına varamıyordum. Usum yetersiz kalıyordu sanki, yine de yüreğim bu şarkılara kendiliğinden akıyordu. Onlarla sık sık konuşuyordum, bütün bunları uzun zaman önce hissettiğimi, bu sevinçleri, utkuyu kendi dünyamızda kimi zaman bende dayanılmaz ıstıraplara varan çekici bir duyguyla yaşadığımı; onların duygularını ve güzelliklerini kalbimim rüyalarında, hayallerimde hissettiğimi; dünyamızda günün doğuşunu bir gün olsun gözyaşları dökmeden izlemediğimi söyledim. Dünya insanlarına duyduğum kinde her zaman bir acının olduğunu anlattım: Onları sevmeden neden nefret edemiyordum; onlara duyduğum aşkta acı olduğu halde, neden onları bağışlamadan duramıyordum; kin duymadan neden sevemiyordum? Evet, bunları anlatıyordum. Beni ilgiyle dinliyorlardı, ama tek kelimesini bile anlamadıklarını yüzlerinden okumuştum, bunları söylemekten pişmanlık duymadım: Terk edip gittiğim insanlar için duyduğum acının yoğunluğunu hissedeceklerini biliyordum. Evet, içime işleyen sevgiyle bana baktıkları zaman, evet, onların yanındayken, ruhumun onlarınki kadar masum, dürüst, günahsız olduğunu hissettiğim zaman onları anlamamamı pek dert etmedim. Hayatın doluluğu duygusu karşısında soluğum kesilmişti ve sessizce onlara taptım. Ah, şimdi herkes yüzüme baka baka benimle alay ediyor, yukarıda anlattığım ayrıntıların düşte görülmesinin mümkün olmadığını, olsa olsa sayıklama anında kalpte doğan bir duygunun derinden hissedilmesi olabileceğini, ayrıntıları da uyandıktan sonra uydurduğumu ileri sürüyorlar. Gerçekten de böyle olduğunu anlattığım zaman, Tanrım, nasıl kahkahalarla gülmüşlerdi bana; nasıl bir neşe doğurmuştu! Ah, evet, kuşkusuz düşümdeki tek duygu yenmişti beni, yüreğimde kanayan bir yara gibi salt o duygu canlı kalmıştı! Yalnız düşümün gerçek imgeleri ve biçimleri, yani düş anında gerçekten de gördüklerim, uyumla öylesine tamamlanmış, öylesine büyüleyici ve güzel, öylesine gerçektiler ki, kuşkusuz, uyandıktan sonra onları insanoğlunun kıt sözcükleriyle ifade edememiştim, o kadar ki belleğimden silinmiş olmalıydı. Gerçekten o ayrıntıları istencim dışında, bir an önce aktarmak için, kuşkusuz, tutkulu bir istekle değiştirerek uydurmak zorunda kaldığım anlamına geliyordu. Ama bu anlattıklarımın doğru olduğuna nasıl inanabilirdim? Belki de anlattıklarımdan bin misli daha güzel, daha ışıltılı ve sevinçli olamaz mıydı? Hadi düş olsun diyelim, ama bunlar yaşanmamış olamazdı. Dinleyin, size bir sır vereceğim: Yaşadıklarım belki de hiç düş değildi! Çünkü burada düşlerde bile görmenin olanaksız olduğu, insanı dehşete düşüren bir olay yaşandı. Bu düşü kalbim doğurmuş olsun, ama kalbim sonraları başıma gelen o korkunç olayı yaratacak güçte miydi? Bu olup bitenleri tek başına nasıl uydurmuş olabilirdi ya da şu beş para etmez kararsız kalbim, hiçbir değeri olmayan aklım gerçeği böylesine açığa çıkaracak kadar güçlenebilir miydi? Ah, kendiniz karar verin! Bu zamana kadar gizlemiştim, şimdi bu gerçeği açıklayacağım. Bütün mesele şu, ben...ben... o insanları bozdum, yaşamlarını altüst ettim... Evet, evet, onları mahvetmemle sonuçlandı her şey! Bunun nasıl olduğunu tam olarak ne açıklayabiliyor, ne de hatırlıyorum. Bin yıl süren bir düştü sanki ve bütününden bana geriye tek duygu kaldı. Bildiğim, orada işlenen “ilk günahın” nedeni olduğumdu. İğrenç bir trişin gibi, bütün ülkelere bulaşan veba mikrobu gibi, daha önce mutlu ve günahsız olan bu gezegene mikrobumu bulaştırdım. Yalanı öğrendiler, yalanı sevdiler, çekiciliğini tattılar. Ah, başlangıçta masumca başlamıştı belki, şakayla, cilveyle, gönül oyunlarıyla, aslında belki mikropla, ne var ki bu yalan mikrobu yüreklerine girdi, çok hoşlandılar. Ardından hızla kösnül duygular doğdu, bu tutku kıskançlığı, kıskançlık acımasızlığı doğurdu... Ah, bilmiyorum, hatırlamıyorum, ama çok geçmeden ilk kan döküldü: Şaşırdılar, dehşete düştüler; birbirlerinden ayrıldılar, koptular. Birbirlerine düşman birlikler oluştu. Yüze vurmalar, sitemler başladı. Utancı öğrendiler ve bunu erdem olarak yücelttiler. Onur kavramı ortaya çıktı, her birlik kendi sancağını dalgalandırdı. Hayvanlara eziyet etmeye başladılar; bir arada yaşadıkları hayvanlar dağlara ormanlara kaçtılar, vahşileştiler, onlara düşman oldular. Aralarında çıkar mücadeleleri, sen-ben kavgası başladı. Farklı dillerde konuşmaya başladılar. Acıyı tattılar, tutkuyla bağlandılar, acı çekmek için yanıp tutuştular ve Gerçeğe sadece acıyla varılabileceğini söyleyip durdular. Sonra bilim ortaya çıktı. Kötülük, zorbalık doğunca bu kez kardeşlikten, insanlıktan söz etmeye başladılar, bu düşünceleri benimsediler. Suç işlemeye başladıklarında adaleti keşfettiler ve bunu korumak için de yasalar çıkardılar; yasaları sağlamlaştırmak için de giyotini icat ettiler. Neler yitirdiklerini hayal meyal hatırlıyorlardı, bir zamanlar masum ve mutlu olduklarına inanmayı bile istemediler. O eski mutluluklarının geri gelebileceği düşüncesine gülüp geçtiler; bunu hayal olarak nitelediler. Bu mutluluğu biçim ve imge olarak gözlerinin önünde canlandıramıyorlardı, ama ilginç ve tuhaf bir durum vardı: Eski mutluluklarına duydukları bütün inançlarını yitirirlerken, onu bir masal olarak nitelerlerken yeniden saf ve mutlu olmayı öylesine derinden istediler ki bu arzuları önünde çocuklar gibi yerlere kapandılar, bu arzularını tanrılaştırdılar, tapınaklar kurdular ve kendi düşüncelerine, kendi “arzularına”, aynı zamanda ulaşılmaz ve gerçekleşemez olduğuna derinden inanarak, ama gözyaşları dökerek, yerlere kapanarak taptılar. Yitirdikleri saf, mutlu hayatlarına dönmelerini sağlayacak bir mucize gerçekleşseydi ve birisi tutup o mutluluğu gösterseydi ve isteyip istemediklerini sorsaydı kesinlikle geri çevirirlerdi. Şöyle demişlerdi bana: “Tamam, biz kötü, yalancı, adaletsiz olalım, bunun bilincindeyiz ve bunun için gözyaşları döküyoruz, korkunç acılar çekiyoruz, bizleri yargılayacak olan ve kim olduğunu bilmediğimiz o bağışlayıcı ‘Yargıçtan’ belki de daha çok biz kendimize işkence edip cezalandırıyoruz. Ama bizim bilimimiz var, onun sayesinde yeniden gerçeği arayıp bulacağız, ama bilinçli olarak. Bilim duygudan daha yücedir, yaşam bilinci hayatın üstündedir. Bilim bize bilgeliği verecek, bilgelik yasaları ortaya çıkaracak. Mutluluk yasaları bilimiyse mutluluğun üstündedir.” Söyledikleri işte bunlardı; bu sözlerden sonra da herkes, karşısındakinden çok kendini sevmeye başladı, ayrıca başka türlü davranamazlardı zaten. Herkes kişiliğini öylesine kıskançlıkla öne çıkardı ki bütün güçleriyle başkalarını aşağılamaya ve küçümsemeye verdi kendini; bu uğurda hayatlarını bile öne koydular. Kölelik doğdu, gönüllü köleler bile ortaya çıktı: Zayıf, kendisinden daha zayıf olanları ezmeye yardımcı olsun diye, güçlüye isteyerek boyun eğdi. Gözyaşları içinde insanlara ulaşan vaizler türedi ve insanlara kibirlerinden, yitirdikleri uyum ve ölçüden, kaybettikleri utanç duygusundan söz ettiler: Ya alaya alındılar ya da taşlandılar. Tapınak önlerinde kutsal kanlar aktı. Bu olanlara rağmen yeniden birleşmeyi düşünen kimseler çıktı ortaya: Başkalarından çok kendini sevmeye devam ederek, aynı zamanda kimsenin hayatına karışmadan herkesin bir arada, uyumlu bir toplum içinde yaşaması mümkünmüş gibi... Bütün savaşlar bu düşünceden çıktı. Savaşanlar aynı zamanda bilimin, bilgeliğin ve kendini koruma duygusunun, sonunda, kişiyi sağduyulu ve uyumlu bir toplumda birleşmeye zorlayacağına, ama öte yandan davayı hızlandırmak için “bilgelerin” düşüncelerini anlamayan “akılsızları” zaferlerine engel olmasınlar diye hızla yok etmeye çalışacaklarına kesin olarak inanıyorlardı. Ancak kendini korumu güdüsü hızla zayıflamaya başladı. Doğrudan “ya hep, ya hiç” diyen kibirli, gözü doymaz kişiler türedi. Her şeye sahip olmak için zorbalığa başvurdular, bunu başaramazlarsa kendilerini yok edeceklerdi. Hiçliğin sonsuz erinci uğruna yok olmayı, kendini yok etmeyi kült olarak benimseyen dinler doğdu. Neden sonra bu varlıklar boş, anlamsız çabalardan yoruldular; yüzlerinde acının izleri belirdi, bu varlıklar güzelliğin acı olduğunu, çünkü düşüncenin salt acıda var olabileceğini ilan ettiler. Acıyı ezgilerinde terennüm ettiler. Aralarında çaresizce dolaşıyor, onlar için gözyaşları döküyordum, ah, yine de seviyordum onları, yüzlerinde acının hiç olmadığı, saf, günahsız, güzel oldukları o eski günlerinden daha da çok seviyordum belki. Acı hiç var olmadığı için bir zamanlar cennet olan, kirlettikleri o dünyayı şimdi daha çok seviyordum. Heyhat, her zaman acıyı ve kederi sevmiştim ben, ama salt kendim için, kendim için, onlar için üzülmüş, ağlamıştım. Umutsuzluk içinde kendimi suçlayarak, lanetler ederek, kendimi aşağılayarak, onlara ellerimi uzattım. Her şeye ben, yalnızca ben sebep olduğumu, ahlaksızlığı, mikrobu, yalanı ben bulaştırdığımı söyledim! Beni çarmıha germeleri için yalvardım. Nasıl çarmıh yapılacağını öğrettim. Kendimi öldürmeye gücüm yoktu, yapamadım. Bana işkence etmelerini istiyordum; acıya susamıştım, işkenceler içinde kanımın son damlasına kadar akıtılmasını istiyordum. Ne var ki bana sadece güldüler ve sonunda bana deli gözüyle bakmaya başladılar. Beni hoş gördüler, istediklerini elde ettiklerini, olan olduğunu, başka türlü olamayacağını söylediler. Artık beni tehlikeli bulduklarını, konuşmaya devam edersem beni tımarhaneye kapatacaklarını söylediler. İşte o zaman, ruhuma öylesine güçlü bir acı çöktü ki yüreğim daraldı, bir an öleceğimi hissetim. Ve birden, tam burada uyanıverdim. ***   Sabah olmuştu; daha doğrusu gün ışımamıştı daha, saat altı sularıydı. O koltukta kendime geldim, mumum yanıp bitmişti; bitişik odadan, yüzbaşılardan ses gelmiyordu, dairemizde alışık olmadığım derin bir sessizlik vardı. İlk yaptığım müthiş bir şaşkınlıkla ayağa fırlamak oldu; başıma buna benzer bir olay hiç gelmemişti, en küçük kırıntısı bile: Örneğin koltuğumda böyle hiç uyumamıştım. Ayağa fırlayıp yeni yeni kendime gelirken, birden önümde doldurulmuş, hazır tabancayı fark ettim, hemen kendimden uzaklaştırdım. Ah, şimdi hayat, hayat!... Kollarımı havaya kaldırdım ve heyecanla sonsuz gerçeğe seslendim; hayır, seslenmedim, hıçkırmaya başladım; bütün benliğimi ölçüsüz bir sevinç dalgası sarmıştı. Evet, hayat ve gerçeği yayma!... O anda insanlara yol göstermeye karar verdim, elbette bütün yaşamım boyunca! Yaymaya, insanlara anlatmaya gidiyorum, neyi mi? Gerçeği, çünkü onu gördüm, gözlerimle gördüm, onun utkusunu gördüm! İşte, o zamandan beri bu gerçeği anlatıyorum! Ayrıca bana gülenleri herkesten daha çok seviyorum. Neden böyle, bilmiyorum ve açıklama getiremiyorum. İnsanlar şimdi yolumu şaşırdığımı söylüyorlar, yani şimdiden böyle olduktan sonra ileride ne olurmuşum. Aslında bu, gerçek: Zihnim bulanıyor, belki de ileride daha kötüye gidecek. İnsanların yolunu aydınlatan öğütler verirken, hangi sözcükleri kullanmak, neler yapmak gerektiğini bulana kadar, kuşkusuz bu akıl karışıklığı bir süre daha peşimi bırakmayacak, çünkü o kadar kolay değil. Bunu gayet açık biçimde görüyorum zaten. Ama biraz dinleyin: Bu durumda kimin aklı karışmazdı ki? Oysa herkes aynı yöne gidiyor, hiç değilse buna çaba gösteriyor, bilgesinden, en pislik soyguncusuna kadar, yalnız yolları farklı... Eski bir gerçek bu, ama burada yeni olan şu: Artık yolumu şaşıramazdım, çünkü gerçeği gördüm. İnsanların güzel ve mutlu olabileceğini gördüm ve biliyorum. Dünyada yaşama becerilerini yitirmedikten sonra kötülüğün insanoğlunun doğal davranışı olduğuna inanamam. Oysa herkes nedense sadece bu inancıma gülüp geçiyor. Neden inanmayayım ki? Gerçeği gördüm, kafamdan uydurmuş falan değilim, gördüm, gördüm diyorum size. Canlı imgesi sonsuza kadar ruhumu doldurdu. Onu öylesine kusursuz bir bütünlükte gördüm ki insanoğlunda olmayacağına inanamam. Öyleyse nasıl yolumu şaşırmış olabilirim? Birkaç kez elbette yolumdan sapmış olabilirim, insana yabancı gelecek sözcükler bile kullanmış olacağım, ama uzun süreli değil: Gördüğüm o somut, canlı imge her zaman benimle olacak, daima ruhumu iyileştirecek ve yolumu aydınlatacaktır. Ah, çok dinç, çok diri hissediyorum kendimi, yürüyeceğim, bin yıl da sürse yürüyeceğim. Onları mahvettiğimi başlangıçta gizlemeyi bile düşündüğümü bilmenizi isterim, ama bu hataydı, evet, ilk hatam! Ama gerçek, yalan söylediğimi fısıldıyordu bana, beni korudu ve yolumu aydınlattı. Peki, cennet nasıl kurulacaktı! Sözlerle anlatamayacağım için, doğrusu bilemiyorum. Düşüm sona erer ermez, sözler belleğimden uçup gitmişti. Hiç değilse en önemli, en gerekli olan sözcükler... Olsun: yürüyeceğim ve usanmadan sürekli konuşacağım; çünkü gördüklerimi aktaramasam da, yine de her şeyi kendi gözlerimle gördüm. İşte, benimle alay edenler bunu anlamıyorlar: Gördüklerimin, “sözde bir düş, sanrı, bir sayıklama olduğunu” söyleyip duruyorlar. Ee, buna bilgelik mi denir? Kibirlerinden geçilmiyor! Düş? Evet, nedir düş? Hayatımız bir düş değil mi? Daha fazlasını söyleyeceğim: Varsın bu gördüklerim hayal ürünü olsun, cennet diyelim ki var olmasın (zaten bunu anlıyorum!), ne olursa olsun gerçeği anlatmak için o yüce yürüyüşümü sürdüreceğim. Oysa bu çok basit, bir günde, bir saatte bakmışsın her şey birden kuruluvermiş! Önemli olan başkalarını kendiniz gibi sevmeniz, önemli olan bu işte, hepsi bu!... Başka da bir şey gerekmiyor: Onu nasıl gerçekleştireceğini hemen bulacaksın. Oysa bu milyarlarca kez tekrarlanan ve söylenen eski bir gerçek; ne var ki insanları bir araya getirememiş! “Yaşam bilinci, yaşamın üstündedir, mutluluk yasaları bilimi mutluluğun üstündedir.” İşte, neyle mücadele etmemiz gerektiği!... Yapacağım da. Herkes isterse bu gerçekleşir. O küçük kızı arayıp buldum... Yürüyeceğim, yürüyeceğim!..
·
4.953 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.