Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

savrulma
benden bir öykü... 1- Gece saat 00:37. Yarı uyur yarı uyanık mayışma durumundayken hiçbir şey düşünmemeyi başardığımda, beynimdeki zonklama katsayısından dolayı delirmeye ‘’beş kala, delirmeye beş kaldı, az kaldı,’’ hissine kapılıyordum. Mantıklı düşünmeyi denemek dururken, düşlemeyi düşünmek çılgınlık mı, çıldırmak mıydı? Özgünlüğün, özgürlüğün en ulaşılmaz diyarı olduğunu düşündüğümden olsa gerek, düşünce polislerimce kimliklerimin didik didik edilircesine aranmasından bıkmış ama usanmamıştım. Kendi varoluşumu adeta bir doktor titizliğinde inceliyordum. Aklımdan ‘’nörolojimus’’ gibi bir kelime geçti, sonra elime ne geçmiş olabilir? Belki de bir doktora gitmeliydim, belki de anlatmalıydım tüm olanları, sesler duyuyorum demeliydim, bilhassa da geceleri ve çok yorulduğumda delicesine sesler duyuyorum, komutlar veren ve bana çoğunlukla kötülük yapmamı söyleyen sesler demeliydim, ama üşeniyordum. Ne olabilirdi, evet benim kendi başıma bir türlü çözemediğim problemim ne olabilirdi? Emin olun bunu ben de bilmiyordum ve derken uyumuşum, sonra epi topu yarım saatlik uykumdan kan ter içinde uyandım. Uyandığımda anlamsız bir şiir yazarken yakaladım kendimi. Vecd halindeydim, dans ediyordum, kendimi kaybetmiştim, o an ben peygamberdim, evet ben peygamberdim, evet tıpkı Dostoyevski gibi, evet tıpkı Nietzsche gibi, evet evet evet! PARODİ/KMA Dön gelişlerim irmik ilmik Islık gibi bir yalvartı Defol demez dişi katı Katır tepim işe lirik Ben bas bar bağırtı Kahkaha kıvamsız isterik kötü İmgelem burgacı pilotu dürtü Yaşam okumaktan evvela yaşantı Çıtbeyin benliğe antikor hizip İdeolojin amipi sütle beslersen Nedenin neden yanıtı neden Şurup bir şıkkırıldıma kızıp Anlaşılır tam tümce düzenbaz Anlamazdan anlaşılır bellek-mastır losyon B'nin göğsü dolgun O'nun götü silikon Kakafoni sanrıların önce biraz caz Musallada bulmaca ki çöz seli İlişkimiz bilinir güzün gizil sarmalı Tapar yanın asırlık tapınak olmalı İnsan meraktan kudurmaktan sevmeli Babil'in kaçamak fuhuş bahçeleri İçtiğin goruk şaraptan neden daha değerli Tapıyorum sana moruk Aksi halde alenen Şiiri bitirdiğimde ‘’öldür,’’ diye bir ses duydum, ‘’babanı öldür,’’ diyordu bu ses bana. Aynı sesi son günlerde yeknesak bir şekilde duyuyordum. Önceleri bu sesi garipsemiştim. Ama artık bana normal geliyordu bu ses. Sahi ‘’normal’’ neydi ki? Ne kadar hastalıklı olursa olsun her fikir ya da her yaşantı, onu sürekli tecrübe etmeye başladığımızda bir süre sonra bize normal gelmiyor muydu? Sözgelimi gazete haberlerinde hemen her gün işverenin yoğun kusuru neticesinde iş kazasında bir işçinin öldüğünü ya da kocası tarafından henüz gencecik bir kadının bıçakla delik deşik edilerek yahut silahla beyni delinerek öldürüldüğünü okumuyor muydum? Bunlar normal miydi? Artık kanıksamış olduğuma göre pekala da normal olmalıydı tüm bunlar. 2- Bir zamanlar babam, lise arkadaşım ve babamın üç dostu orman işletmesinin yangın gözetleme kulesine gitmiştik. Her zamanki gibi yoğun olarak bana komut veren sesler duyuyordum. Sadece benim tecrübe edebildiğim seslerdi bunlar, çünkü biliyordum ki ben özeldim. Diğerlerinin sadece düşlerinde ya da uyuşturucu bir maddenin etkisiyle duyabilecekleri sesleri ben günlük hayatta sürekli olarak tecrübe ediyordum. Bazen ‘’kalk dolapta bal var, onu al ve ye, karnın aç,’’ diyordu bu sesler bana, bazen de ‘’git onu öldür, git filanca kişiye şu kötülüğü yap,’’ diyordu. Her neyse…, biraz sonra zilzurna sarhoş olduktan sonra, tıknaz bir öğretmen, peltekleşen Zaza aksanıyla ‘’amcasının oğlunu eski bir alacak verecek meselesinde Baretta marka bir tabanca ile öldürdüklerini, usulünce Diyarbakır’da bir mezarlığa defnettiklerini, devletin bunu örtbas ederek örgütten bildiğini, bu olayın tutanaklara ‘’basit bir intihar vakıası,’’ olarak geçerken zihinlere ‘’güneydoğudaki doksanlı yıllar klasiklerinden biri daha,’’ olarak geçtiğini, öldürülen adamın karısının üç ay önce meme kanserinden öldüğünü; fakat altı aylık bir çocuğun ortada kaldığını ve kimsece sahiplenilmediğinden Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlandığını, yine bu adamın yarış tutkunu olan amcaoğlunun adamın epeyce pahalı olan yarış arabasını zimmetine geçirirse vicdani sorumluluğunun ne olacağını sordu. ‘’Onun sıfatına sıç!’’ diye bir ses duydum gaipten. Eğer bu ortamda bulunmuyorsanız adamın sırf kendi zekasını kanıtlamak maksadıyla yeniyetme bir delikanlıyı konuşturmak için böylesine saçma bir soruyu sorduğunu, zira aslında alacağı sorunun yanıtını zerre kadar önemsemediğini düşünebilirdiniz. Oysa durum böyle değildi, belli ki içtiği el yapımı rakının da etkisiyle –yasal sınırı aşmayacak şekilde; etil alkol, su, üç küp şeker, anason ve yaş üzüm aroması kiti ile evde babam üretiyordu rakıyı- adam gayet ciddiydi; çünkü soruyu sorarken hem benim gözümün içine derinlemesine bakmıştı, hem de suratı şakası olmayan bir tavır takınmıştı. Ben de yaşamım boyunca bana ciddiyetle sorulan her soruya verdiğim gibi gayet ciddi bir cevap verdim: - Ben henüz sadece bir öğrenciyim, doksanlı yıllarda işlenmiş faili meçhul cinayetlerin sorumlularının vicdani yükleriyle ilgili herhangi bir yorum yapabilecek ne bilgi donanımım, ne de kabiliyetim vardır. Evet doğrudur, derin devlet mevzularına derinlemesine bir merakım vardır. Sözgelimi, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve Abdullah Çatlı ile ilgili birçok biyografik kitap okuduğum gibi derin devletle ilgili de komplo teorisi düzeyinde çokça kitap okudum. Ama ne ceza kanunumuz ne de başka herhangi bir kanun herhangi bir suçun vicdani sorumluluğu ile ilgili tek bir cümle dahi yazmaz. Hatta ne yalan söyleyeyim, ancak bir romanın yahut filmin konusu olabilecek böyle bir soruyu ben de ilk kez sizden duydum. Son olarak şunu söyleyeyim size: Eğer bana hukuksal bağlamda bir şeyler soruyorsanız, bunu size dilim döndüğünce cevaplarım. Şayet isterseniz bilen birilerine de- örneğin Eskişehir’de, Anadolu Üniversitesi’nde oldukça donanımlı hocalarım vardanışırım; ama sizin sormuş olduğunuz vicdan konusu hukuka dair olamaz. -Olsun, sen gene de kendince yorumla. Bunu söylerken artık amacı sırf beni konuşturmaktı ve işi pişkinliğe vuruyordu. Gülüşü sinsi ve acımasız bir timsahın küçücük ve masum bir kuşu parçalaması kadar kallavi bir tiksinti uyandırıyordu bende. Yemek masasının üzerinde babamın salata yaparken kullandığı büyükçe bir ekmek bıçağı vardı. ‘’Kalk masadan, şu herifin beynini doğra ve salata yap!’’ dedi gaipten gelen ses. İçimden ‘’şu herifin beynini doğrayıp masaya meze etsem vicdani sorumluluğum ne olur?’’ diye sordum. Muhakkak ki dünya bir götten kurtulurdu, benimse vicdanımda en ufak bir sızlamanın dahi olacağını sanmıyordum. Ama bu normaldi, artık kendime itiraf etmeliydim ki ben şiddete meyilli küçücük bir çocuktum. En azından çok saygıdeğer büyüklerim gibi yıllar yılı kendime yalan söylemiyordum, vicdanen belki de bu yüzden masumdum. Şu gergedana artık öfkelendiğimi de yüksek perdeden belirten bir cevap vermeliydim, belli ki gergedan aksi halde bana dangalakça sorular yöneltmeye devam edecekti: -Ne bileyim abi ben, inancın neyse git bu konuda bir uzmana danış. Bir Müftüye, bir imama, bir şeyhe sor; bir hacıya, bir hocaya sor; bir papaza, bir hahama sor; bir ermişe, bir dervişe, bir bilgeye sor ama bu konuda benim muvaffak olduğum sır, bu sorunun muhatabının ben olmadığımdır. -Bak yeğenim, biz cahiliz, sizin gibi okumuş değiliz. İlkokul üçüncü sınıftan terkim ben. Müslümanım desem, Müslüman bile sayılmam. Yıllardır bir camiye, bir cenazeye, bir mezarlığa, bir türbeye gitmişliğim bile yoktur. Ben bir bayram namazına gitmeyeli asır oldu, en son sekiz on yaşlarında oruç tuttum. Yahudi’yim desem Yahudi değilim, Yahudi demek Hristiyan demek hakaret sayılır bizde. Ateistim desem, sanki yine de bir Tanrı var. Bazen oturup bizim evin balkonunda, uzaklara, gökyüzüne bakarak kainatı yaratanı düşünürüm. İçim bir nebze olsun huzurla dolar böyle zamanlarda. Çektiğim acıların, sonu gelmeyen çilelerin ben ölünce son bulacağına, çünkü zulüm dünyası olan bu dünyanın bir de ödülünün olacağına inanırım. Dindarlar öteki dünya diyorlar buna, daha ötesini de aklım almaz benim. Anlayacağın yeğenim, neye inandığımı bile tam olarak bilmiyorum ben. Ama yine de benim bir vicdanım var biliyor musun ? Aç bir sokak köpeği gördüğümde, susuz kalmış bir kedi gördüğümde bana iyilik yapmamı söyleyen, durduk yere bir insana kötülük yapmamı ya da mesela onu öldürmemi engelleyen, nasıl söylesem, böyle sezgi gibi bir güç var içimde. Adam sustu, ben dahil herkes bir süre sustu. Diğerleri kendi varoluşsal sorularına gömüledursun, ben internetten ‘’vicdan’’ sözcüğünün kelime anlamına baktım. Sözlükte aynen şu yazıyordu: Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç. Bu esnada rakılar şalgamlar tazelendi, mangaldaki kıyma şişlerin ikinci porsiyonu tabaklara çekildi. Derken babam araya girdi ve odadaki huzursuz sessizliği bozdu: - Yorumlasan ne olur ki sanki? -Nasıl yorumlayayım baba!.. -Her şeye bir yorumun ve beş karış dilin var, buna da bir yorum yapsana. -Haberin olsun sen sarhoş olmuşsun… -Yok öyle bir şey, sen yalnızca abartıyorsun, sen… sen… yorumlasana lan şunu! - Yorumlamayacağım. Kusura bakmayın ama sizlerin vicdani sorumluluklarını ben alamam. Toplumsal belleğin şizofrenik tabirlerine göre çamyarması denilebilecek irilikteki arkadaşım, biraz da beni sakinleştirmek maksadıyla araya girdi: Şu Nurilerin mesele ne oldu ya Kemal? Tam da ben arkadaşıma yönelik onun bu meseleye karışmamasını belirtecek bir telkinde bulunacaktım ki, masanın başına adeta bir kont gibi kurulan öteki araya girdi: - Ne var yeğenim sanki ‘’vicdanen rahat ol abi,’’ desen? Bu sırada şaklabanlaşan kirpik darbeleriyle, benim anladığım kadarıyla merkezi sinir sistemime göz kırpıyordu: -Diyemem, haddim değil. Babam sinirlendi: - Amma uzattın lan… senin gibi oğlum olmaz olsun! Dengede durmaya çalışmak gerçekten zor işti. - Yanlış konuşuyorsun. -Konuşmayı senden mi öğreneceğim lan! Ortamın gerginliğini en aza indirmek isteyen aramızdan yaşça en büyük olanı söz verilmeden söz almış oldu: - Hep böyle bir oğlum olsun istemişimdir, Dursun böyle bir oğlun olduğu için gurur duymalısın. Gülümseyerek lafa karıştım: -Dur Allah aşkına abi, gaz verme sen de. Babam yatışmadı: -Bırak yav, bırak Allah aşkına. Fitili ilk ateşe veren gene rahat durmadı: -Şu vicdan meselesi diyordum.Arkadaşım araya girdi: -O zaman Kemal bize bir türkü söylesin. Babam, Mustafa Yıldızdoğan’dan Başbuğlar Ölmez’i istedi. Söylemeyeceğimi söyledim. Konuşmanın en başından beri susan deyyus, düdüklü tencere timsali patladı: - Gavur inadı var bu çocukta. Beriki: - Kürt inadı var. Babam ‘’söylesene lan,’’ şeklinde diretti. ‘’Israr etme, söylemem,’’ dedim. -Yeğenim vicdanen sorumluluğum ne olu. Babam çıldırdı: -Ne o lan vicdanın mı rahatsız oldu, neye inandığın bile belli değil, sokak yazılayıp nezarete düştüğünde hiç vicdanın sızlamıyordu ama… -Aynı şey değil, dedim. - Söylesene neye inanıyorsun lan sen? -Bu seni ilgilendirmez ama en azından senin ve toplumun çok büyük bir kesimi gibi neye inandığımı bile tam olarak bilmediğim ve bunu araştırmadığım halde, o şeye sırf toplum baskısıyla inanıyormuşum gibi yapmıyorum. Yaşam biçimlerine bakılırsa eğer, bu toplumdaki insanların çok büyük bir çoğunluğu Müslüman görünümlü deisttir bir kere. -Sen benim oğlumsun, ne demek ilgilendirmez lan? - Gene de ilgilendirmez işte. -Laflara bak hele sonra laflara, beş karış dil, deist meist… Arkadaşım ortamı yatıştırmak maksadıyla ‘’eve geç kalıyorum, annem merak eder, ne zaman kalkarız abiler?’’ dedi. - Yasal sınır 65 promil, öyleyse arabayı kim kullanacak, diye sordum. Babam dellendi: - O kızı tekme tokat döverken hak-hukuk tanımıyordu ama beyefendi, ne oldu lan şimdi, hukukçu damarın mı tuttu? Artık daha fazla edepli davranmayı kaldıramadım: - Birincisi o kızı tekme tokat dövmedim, beni aldattığını fark ettiğimde artık o tiksinç çemkirmelerine daha fazla tahammül edemeyerek sağ yanağına – bunu bile bugün tasvip etmesem de- bir tokat attım. İkincisi insanlar hatalar yapabilirler, hatalar yapmış olmamız daha fazla hata yapmamızın haklı gerekçesi olamaz, bu vaziyette senin gibi bir adamın araba kullanması – çünkü ben biliyorum ki arabayı ben kullanacağım diye tutturacaksıninsanların ölmesine dahi sebebiyet verebilir. Öteki atıldı: - Sokak yazılayıp ‘’tek yol devrim!’’ yazarken benim göz zevkimi bozduğunu hiç düşünmüş müydün peki? -Aynı şey olmadığını ayık kafayla ve hepimiz bal gibi biliyoruz. Babam, arabayı kendisinin kullanacağını söyleyince, şayet böyle bir durum söz konusu olursa, eve yürüyerek döneceğimi sinir bozucu bir kayıtsızlıkla ilettim. - Şimdi ben burada vicdanen rahat olayım mı? Cevaben sigara yaktım. -Vicdanımın… Cevaben, sigara dumanını içime çekip sarhoş olduğu için bunu yaptığını bildiğim halde bunu soran adamın gözünün içine dik dik baktım. Az sonra arkadaşım ve ben hariç herkes, oturmakta olduğumuz masada sızıp kaldı. Böylece an itibariyle arabayı kimin kullanacağının de bir önemi kalmamış oldu. Arkadaşımla birlikte terasa çıktığımızda, sabah ezanı okunuyordu. Yarım saat kadar sigara içip derin derin sustuk. Arkadaşım sonunda patlar gibi ‘’Dostoyevski sahnesi gibi oldu,’’ dedi. Evet dercesine gülümsemekle yetindim. 3- Dün yaşananlardan sonra bugün kendimi İslam felsefesine merak salmaya koşulladım. Nasıl bir yol bekliyordu beni? Doğrusunu isterseniz bunu ben de merak ediyorum. Marks, Dostoyevski, Nietzsche, Goethe ve daha bir sürü batı dehası derken, şimdi de İslam felsefesi. Beynim sanki bomboştu. Oysa okuduğum bir sürü kitaba ne olmuştu? Ne arıyordum ben, neden böylesine durgunlaşmıştım? Doğrusunu isterseniz ben de kendimi algılamakta ve tanımlamakta güçlük çekiyorum; zira çok kimlikliliğin de bir sınırı olmalıydı, kimlikler aralarında çoğalıp çuvallayarak ‘’kim?’’ sorusuna yöneliyorlardı sonra. Uzayan kirli sakallarımdan anlaşılacağı üzere büyümekte olduğum ve doğan, büyüyen, ölen her canlı gibi benim de bir sonumun olacağı muhakkaktı, o halde yaşamın aranması gereken bir de anlamı olmalıydı. Pencere camının kenarına yaslandığımda uzakları görebilmek için gösterdiğim bu boşuna çabaya ne demeli? Eve ait bir yüzyıl çocuğunun gözlerine uzaklar uzağı gidiyordu. Bazen böyle anlarda ‘’büyümekle çocukluk mu ediyoruz?’’ diye soruyordum kendime. Bu soruyu sorduğum zamanlarda içimden küçük çocuklar gibi tarlalara, bahçelere, dağlara ve derelere koşmak geliyordu. Çocukluğu tabiatla iç içe geçmiş her çocuğun benliğinde onulmaz bir yara olmalıydı büyük şehirler. Hele bir de gözlerinizle sonsuzluklara koşabileceğiniz bir denizin bile olmadığı kocaman beton yığınlarının koylarına demir atmışsanız… Çocukluğunuz da benim gibi top oynadıktan sonra sırtınızdaki teri duşta atmak yerine denize atlamakla geçmişse ya? Koşamazdınız. Koşamazdım. Koşabileceğim kadar uzağa koşamayacağımı fark ettiğimde, oturabildiğim kadar insanlardan uzağa oturabilmeyi de öğrenmiştim. Yazmaya da sırf bunun için başlamıştım: ‘’Bir gün yeterince sert ve hızlı bir roman yazdığımda, yazmayı bırakacağım,’’ diyerek. Ne yazacağımı bile bilmiyorum. Sahi ben kimim? Aramayı değerli kılan nedir benim için ve bunu başlı başına bir eylem biçimi olarak neden seviyorum? 4- Anlamları cevapsızlıklarda gizli hikayelerim vardı benim. ‘’Sen bir delisin,’’ dedi gaipten gelen ses. Saat hızla ilerliyordu ve ilk dersi çoktan kaçırdığım da göz önünde bulundurulursa, üniversiteye giden o darboğazdan geçmeliydim. Aksi halde bir kez daha ceza hukuku dersinden kalacaktım. Gitmeliydim ama nasıl giderdim? Eski kız arkadaşım bana dönerse ona ikinci bir şans verecek miydim? ‘’Baskılardan kaçarken özgürlük mü çıldırtacak seni?’’ sorusunu kendime sorarken, sığınacak tek bir manevi dalı olmayan ateist insanların hem yaşam karşısında çok güçlü, hem de ölüme çare bulunamadığından duyulan o içsel yalnızlıklarını benliğimin her bir köşesinde ayrı ayrı duyumsadım. Abartmış olmak istemem ama şehrin tam göbeğinde öldürülme tehlikesiyle her an yüzleşmek zorunda kalan zavallı bir güvercin gibi titriyor bile olabilirdim. Sonra aniden derse gitmemeye ve her gün bir başkasını üretmek zorunda kaldığım bahanelerden bir tanesini daha bulmaya karar verdim. Bakın aklıma ne geldi: İnsan kalabilmek, hala biraz da çocuk kalabilmekti benim nezdimde. Öyleyse ben derse gitmek istemediğim için hastalanmış olabilirdim ve annem de beni nazlamak zorunda kalacağı için bugünlük işinden izin alır, benimle ilgilenirdi. Gerçi üniversiteye geldiğimden beri annem yanımda değildi, fakat pekala ben de kendi kendimin hakkından gelebilirdim. ‘’Hastalanan küçük bir çocuk ne yapabilir?’’ diye epeyce kafa yordum öncelikle. Yarım saatlik bir beyin fırtınasından sonra çizgi film izlemeye karar verdim. Çay ve bisküviyle birlikte çizgi film izlemeye çocukluğumdan beri bayılıyorum. Biraz büyüyünce bisküviyi kapı dışarı edip, bu güzide tabloyu tamamlayacak başka bir argüman aramaya başladığımda, çay ve sigaranın hiç de fena bir fikir olmadığını keşfetmiştim. Bunu keşfedeli yaklaşık beş yıl oluyor ve ben de yaklaşık beş yıldır gün atlamaksızın günde iki paket sigara içiyorum. Ama artık eskisi kadar hızlı sayılmam. Doktor, kronikleşen faranjitten kurtulmamın sigarayı bırakmamla peyderpey aynı anlama geldiğini söyledi. O gün bugündür garip de bir ölüm korkusuyla cebelleşiyorum ve bu yüzden güçbela da olsa, günde iki pakete indirebilmeyi başardım sigarayı. Gelgelelim, faranjit; istenmeyen varlığını anbean daha belirgin hissettirmekte. Çizgi film izlerken yaktığım her sigaranın ardına ‘’aslında bu mereti bırakabileceğimi’’ telkin etmeye uğraşıyorum kendime. Ama olmuyor. Ne demek olmuyor? Sayın okuyucu şu an itibariyle, tam da sana bunları yazarken sigarayı bırakma kararı aldım. Sigara’yı bıraktım; çünkü sigara, başta Amerikan şirketleri olmak üzere bana bu sevimsiz dünyanın dayatısı. Bence bütün dünya bir araya gelmiş ve beni tez elden gebertebilmek için canhıraş bir çaba sarf ediyor bile olabilir. Şu an itibarıyla fanatik bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’den ne denli hazzetmiyorsam, sigaradan da o denli hazzetmiyorum. Aradan on dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki ‘’ Sigarayı benim için var kılan beynimdeki düşüncesidir. Beynimdeki zehri akıttığımda, bu çilekeş vücut ister istemez birçok işkence gibi buna da boyun eğecektir. Nasıl ki eski sevgilimi yazarak yendim, gerekirse sigarayı da yazarak yenerim; çünkü adalete inanıyorum’’ şeklinde iç geçirdiğimi hatırlıyorum. Evet adalete inanıyordum, ama kıçından kan damlayan bir adalete. Ama bir saniye! Gerçekten bırakabilir miyim? Ekmek ne kadar tatlı! Çay nasıl da sıcak! Kesmiyor, neden hiçbir şey kesmiyor? İzlediğim filme neden konsantre olamıyorum? Aman Tanrım, sanki başka hiçbir şey düşünemiyorum. Ekmek niçin bu kadar taze! Beethoven seni hissedemiyorum, Beethoven seni hissedemiyorum, Beethoven bu notaları yazarken kaç paket sigara devirdin bre insafsız! Sürekli sakız çiğnemek isteyen midem, ne tür bir mahlukatsın sen böyle? Ey ağzım, rica etsem iki saniye boş durur musun? Acaba bırakabilecek miyim? Uyumayı denesem belki birkaç saatliğine bu lanet olası nefis imtihanından kurtulabilirim. Acaba diğer insanlar nasıl bu kadar çok ve bu kadar kolayına uyuyabiliyorlar? İçimden sokağa çıkıp gözüme ilk ilişen apartman ziline asılmak ve ‘’kalkın ulan, anca beraber kanca beraber!’’ diye bağırmak geliyor. Uyanmamakta diretirlerse zorla uyandırıp karşıma ilk çıkanın şakağına sert bir Osmanlı tokadı indirebilirim. Lisede öğretmenlerimden öğrendiğim en hayati bilgiler sıralamasında kuşkusuz ilk on içinde hiç zorlanmadan kendine yer bulacaktır Osmanlı tokadı. Bu arada ellerim uyuşuyor ve üstüne üstlük el ve ayak parmaklarımı hissetmekte güçlük çekiyorum. Sigarayı bıraktım, peki sigara da benim yakamı bırakacak mı? Aman… İki saatliğine bıraktım. Bırakabileceğimi kendime kanıtladığıma göre, sigaraya başlıyorum; çünkü siz, bu hikayeyi hak ediyorsunuz… 5- Hastanenin önünde bir banka oturmuştu. Yokuş yukarı inilmese de inatla inen ve yokuş aşağı çıkılmasa da yaşam denen şu soluksuz tiradı ve dahi o yokuşu inatla çıkan insanları seyretti bir süre. Telaşla koşuşturan hasta yakınlarına ve sedyelerle taşınan hastalara baktı. Surat ifadeleri aynıydı. Hepsinin yüzünden bu dünyaya nedensiz gelişimiz ve nedensiz gidişimizin biraz burukça öfkeli ve biraz da kadere kırgın ifadesi okunuyordu. Asfalt yol tozluydu, kaldırım ondan da tozluydu. Bir ara toprakta gezinen şirin bir solucana baktı. Heyecanla oradan oraya, oradan da oraya kıvrılıyordu. Sanki bu dünyaya neden geldiğini bir tek o biliyormuşçasına bir neşesi vardı. O solucana gülümsedi ve onu yakalamak, onunla arkadaş olmak istedi. Birisiyle nasıl arkadaş olunduğunu çoktan unutmuştu. En son birisiyle arkadaş olduğunda ilkokula gidiyordu ve bahsettiğimiz zaman dilimi bundan tam otuz beş yıl öncesiydi. Gülümsemesi durulduğunda birden kendini kastı ve ağlamak istedi. Ağlayamadı, ağlayamayınca ağlayamayacak kadar yorgun olduğunu fark etti. Kırgındı, bir şeylere kırgındı ve evet nelere kırgın olduğunu biliyordu. Bir tek o biliyordu bunu ve ondan başka hiç kimsenin bilmesinin mümkünü yoktu. Başını usulca kaldırdı ve gökyüzüne baktı: Hava kapalıydı, bulutlar şekilsiz bir hal almıştı, uzaklarda bir yerlerde yağmurun yağdığını ve ekinlerin neşeyle gülümsediğini tahmin etmek onun gibi çocukluğu köy yerinde geçmiş bir adam için hiç de zor değildi. Yağmurun yağması için tanrıya dua etti. Sonra birden duraksadı ve otuz yıldır ilk kez dua ettiğini fark etti. Bu kez ağlıyordu. ‘’Canan seni seviyorum,’’ diye hıçkıra tıksıra ağlamaya başladı. Ağlarken gözünden süzülen gözyaşları en az suratındaki çatlaklar kadar iğrençti. Yolun yorgunluğu okunuyordu bu sıska suratın fay hatlarından. Beklenmeyen bir elin omzuna dokunmasının ardından aniden irkilerek gözyaşlarına bir susturucu taktı. ‘’Neden ağladığınızı sorabilir miyim?’’ diyen bu ses, üstü başı hayli pasaklı bir dilenciye aitti. ‘’Bu seni hiç ilgilendirmez kahrolası orospu çocuğu,’’ dedi. Dilenci üzgün bir surat ifadesi takındı ve nasıl beklenmeyen bir mucize gibi geldiyse, aynen öylece çekip gitti. Şimdi sinirliydi. ‘’Şehrin her tarafını zapt etmiş bu orospu çocuklarından bıktım usandım,’’ diye mırıldandı. Sonra garip bir şekilde öfkesi yatıştı ve kendinden utanmaya başladı. Bir insanın neden ve ne şekilde dilenci olmuş olabileceğini düşünmeye başladı. Açıkçası kendine şaşırıyordu; çünkü kendisi hakkında bile düşünmeyi bırakalı yıllar olmuştu. Hukuk fakültesinden diplomasını aldığı günü hatırladı. Annesi, babası ve kız kardeşi adeta hiç ölmeyecekmişiz gibi kibirlenmiş, konu komşuya caka satmış, kurban kesmiş, mahallede sanırsınız ki hayata karşı kazanılmış mutlak bir galibiyeti kutlamışlardı. Cüzdanının arasına dürülmüş diplomayı çıkardı ve uzun uzun baktı. Her yanı yara bere içindeki bu kirli diploma okulu birincilikle bitirdiğinin şu hayattaki tek kanıtıydı ve herkes yıllarca emek verilerek kazanılmış bu diplomayı çoktan unutmuş olmalıydı. Hafif bir rüzgar kepçe kulaklarını taramış, kısa kesim saçlarının arasından süzülen küçük yağmur damlalarınıysa iliklerine kadar duyumsamıştı. ‘’Hakim bey,’’ dedi bir ses. ‘’Siz ilçemizin velinimetisiniz efendim. Verin o nurlu ellerinizden bir kerecik öpeyim efendim,’’ diye seslendi. Onu kıramadı ve sağ elini dudaklarına doğru uzattı. Kendini bir an için hiç ölmemiş ve asla ölmeyecek bir firavun kadar güçlü hissetti. Aynı ses hiç susmaya niyeti yokmuşçasına konuşmaya devam etti: ‘’ Efendim bizler devletimize ve yasalarımıza sonuna kadar bağlı birer yurttaş olaraktan sizin gibi onurlu insanları ilçemizde ağırlamaktan büyük gurur duymaktayız. Ben askerliğimi Diyarbakır’da komando tugayında yaptım. Gerçi sizlerin vatanımıza ve milletimize ettiği hizmetin yanında bizimkisinin lafı bile olmaz ama söylemesi ayıp üç tane de leşim var. Bu vatan için üç tane oğlumu da çakı gibi yetiştiriyorum. Başka ne işe yarayacaklar ki? Varsın güzel vatanıma kurban olsunlar. ‘’ Artık çok sıkılmıştı. Böylesini iyi bildiğini bir an için unuttuğundan dolayı kendisinden ne kadar utandığını hesaplamaya çalıştı. Mesleki tecrübenin de getirdiği bir tür gündelik bilgiyle handiyse insan sarrafı sayılabilecek kadar insanların ağızlarından çıkan sözcüklerin nereye doğru yol alacağını bilirdi. İpek gömleğinin sol cebinden bir sigara çıkardı ve düşünmeksizin adama doğru uzattı. Adam, ‘’olur mu hakim bey,’’ dedi, ‘’sizin gibi devlet erkanının yanında sigara içmek bizim gibi ırgatlara hiç yakışık alır mı,’’ diye ekledi. Bunun üzerine fazla da üstelemeye lüzum görmedi ve sigarasından derin bir fırt çekti. Artık daha fazla nutuk dinlemeye sabredemedi: ‘’Hadi bakalım çıkar şu baklayı ağzından, ne söyleyeceksen söyle de, sonra beni kendime bırak, işim gücüm var.’’ Şey’’ diye lafı ağzında geveledi öncelikle adam. Ardından ‘’hakim bey yanlış anlamayın ama bizim kayın biraderin birkaç dönümlük bir arazisi var, yıllardır kimseye ait olmadığından orayı ekip biçerek geçinir; fakat birdenbire elinde bir tapuyla bir adam çıkageldi ve bizim kayınbiraderi yaka paça dışarı attı tarlasından. Düşündüm ki sizin yapabileceğiniz muhakkak küçük bir iyilik vardır bu hususta. ‘’ Adamı sabırla dinledikten sonra yıllarca içilen sigaranın ve otorite olmanın getirdiği bas bir ses tonunda ‘’yanlış düşünmüşsün efendi,’’ dedi, ‘’adamın tapusu varsa benim bu konuda hiçbir faydam dokunmaz, neticesinde hak var hukuk var bu ülkede.’’ Adam tekrar tekrar özür dileyerek ayrıldı onun karşısından. ‘’Cehaletten tiksiniyorum,’’ diye mırıldandı. Sonra garip bir şekilde kendinden utanmaya başladı. Az evvel yanına gelen adamı birine benzetmişti. Ama kime benzetmiş olabilirdi? ‘’Tabi ya…’’ diye mırıldandı. Adam neredeyse babasının kopyasıydı. Canı sıkıldı. Sigarasından sert bir çekiş aldı. Garip bir şekilde boyut değiştirmiş gibi oldu bir anda. Kendi bilinçaltına inmeyi başarmıştı. Hikayenin geri kalanını ondan dinleyelim mi? 6- Pencereler kapandı, perdeler kapandı, müzik; apartman komşuları ve çevre sakinlerinin iliklerine kadar rahatsız olmaları ve akabinde sekiz numaranın kapısına dayanmaları pahasına son raddeye dayandı – kapıyı tekmeleyen ve zilin ümüğünü sıkan dahi olsa o kapı açılmayacak, noktalama işaretleri umursanmayacak, edebi kaygılar olmayacak, tek satır okunmayacak, iki karton sigara masanın üzerine bırakıldı, uyunmayacak, saçlar taranmayacak, açlıktan geberecek hale düşmeden kalkıp tıkınmak yok, dudaklar çatlayıp da musluktan kan damlayana dek su içmek yok, temizlenmek yok, terden boğularak veya ter kokusundan bayılarak ölen bugüne dek lanetli dünyamızın yalancı tarihinde okunmadığına göre üzerimdeki kıyafetleri değiştirmek kesinlikle yasak, telefon, televizyon ve internet yasak, günde birkaç posta boşalmak yasak! Neden mi? Önümde tamı tamına bir saat var öykümü yazabilmek için ve üç senedir defalarca denememe rağmen bir türlü öykü yazamasam da, bu defa bu iş olacak; çünkü bu bir iş; üstelik de bu adam bu işi beceremezse ölecek. Geriye dönüp yazdıklarımı okumaya vakit bile kalacağını sanmıyorum, fakat sizden yapılması pek muhtemel bin tür hata için de özür dilemek niyetinde değilim. Bu bir ölüm kalım meselesi ve söz konusu olan da benim. Toplum sikimde bile değil. Dostoyevski gibi ölümsüz bir yazar değil, aksine ölümlü bir insan olduğumdan da bu önsözü iliştirmek gereği hissettim… Ve şunu unutmayın: ben hepinizin bir gün fark edeceği bilinçaltıyım. Burada size kusursuz bir hikaye değil, ölümlü bir insan sunuyorum. Ölümlü bir insan, aynı zamanda kusurlu bir hikaye demektir. ‘’Maymun iştahlısın, o yüzden beceremeyeceksin!’’ diye fısıldadı gaipten gelen ses. Önümdeki klavyenin tuşları kullanılmaktan kirli beyaza dönmüştü, kafam allak bullaktı, Allahtan bu sese inanmıyordum. Böylece başladı bu hikaye… Uyandığında sırılsıklamdı terden. Gördüğü ürkütücü rüyayı hayal meyal hatırlamakla birlikte, kulaklarında sağır edici bir zonklama vardı. İster istemez bir süre çevreye kulak kesildi, sağa döndü, sola döndü, yatağının kenarından tül perdeyi araladı ve sokağa göz attı. Ama yok, yok! Zonklamanın kaynağını bir türlü bulamadı. Vaziyet gerçekten rahatsız ediciydi. Aradan yaklaşık bir dokuz dakika geçtiğinde kulaklar ve anlamlandırılamayan zonklama arasında sessiz sedasız bir anlaşma yürürlüğe girmiş gibiydi, zonklama en az eskisi kadar varlığını devam ettirmekle birlikte, sanki doğduğundan beri bu böyleymiş gibisinden bir kanıksama hali söz konusu olduğundan, rahatsızlık; çözümleyemediğimiz diğer bütün problemlerimizde olduğu gibi bastırılmıştı. Duvardaki el işi duvar saatine baktı. ‘’Sikeyim,’’ dedi aynı anda. Saat tam dokuzdu, çalar saati sekiz buçuğa kurduğuna emindi, hayır üstüne üstlük yemin edebilirdi ki tek bir damla alkol almamıştı ağzına, tamam bir kadeh viski içmişti içmesine, ama birkaç damla yalandan nasılsa ölen olmamıştı. Her neyse, sonuçta Ceza Hukuku sınavını kaçırmıştı, zaten son üç senedir ya sınavı kaçırmış ya da safi keyfinden gitmemişti sınava. Kendinden utanmak mı, pişmanlık mı, üzüntü mü? Hayır, tüm bu insani duyguların hiçbirinden eser yoktu onda. Bu sabah birtakım kurallar, birtakım kuralsızlıklarla yer değiştirmiş gibiydi. Ağzından çıkan ‘’sikeyim!’’ kelimesini söylerken ise, öyle sandığınız gibi korku ve telaş karışımı bir surat ifadesi takınmamış, aksine düzüşmekten zevkten dört köşe olmuş arsız bir sokak köpeği gibi boşalırcasına bir rahatlama gayesi gütmüştü. Sigara ve fare pisliğinden, e biraz da ter ve tozdan pert olmuş yer yatağının karşısındaki duvarda ‘’Kaybettiklerin asla kaybolmayacak zaferlerindir!’’ yazılıydı. İşitme problemi olan bir insanın dahi rahatlıkla duyabileceği bir ses rengiyle boyadı kulakları sağır eden o som sessizliği: - Kaybettiklerin asla kaybolmayacak zaferlerindir! Banyoya doğru nevrotik kahkahalar eşliğinde seğirtirken, aynı anda bir defa da içinden tekrarladı bu cümleyi. Düş kırıkları ve karamsarlık, içsel bir demokratik devrim yapmıştı. Kan yoktu, zorbalık yoktu, her şey vücudun en doğal cinsel dürtüleri doğrultusunda ve gayet tıkırında yürümüştü. Oysa uyarılma yoktu, hayal kurmak yoktu, sonsuz bir mutluluğu başka bir kadının bedeninde aramak gibi çocukça bir budalalıktan eser yoktu. Boşaldığı anda suda boğulan benliğinin ardından, suyun kaldırma kuvvetini bulan bir adam gibi çırılçıplak bir neşeyle bağırdı: - Boş gururu bir kaşık suda boğmak, körpe bir kaltağın kaf dağını dağıtmaktan çok daha seksi ve bir o kadar da cezp edici! Duşun altında gazı alınmış bir lastik top gibi küçüldü titrek ve cılız bedeni. Saatlerce bir köşede öylece cenin pozisyonunda kaldı. Yarı uyur yarı uyanık tüketilen birkaç ton suyun ardından, cep telefonunun halen bu lanet olası gösteriş dünyasında yaşadığının müjdeleyicisi sesiyle birlikte doğruldu ve telefona doğru büyüdü. - Ne var? - Kaç zamandır senden haber alamıyoruz oğlum Kemal iyi misin, bütün arkadaşlar çok merak ettiler seni, neredesin, anlayamıyoruz oğlum seni, ne yapmaya çalışıyorsun vallahi billahi anlayamıyoruz, Allah seni inandırsın sınav süresince seni düşünmekten doğru düzgün üç satır iliştiremedim sınav kağıdına, dün Cuma Namazına da gitmemişsin, ondan önceki gün halı saha maçına da gelmedin, ne bir haber vermek, oğlum insan bir haber verir ya, bir aydır yüzünü gören cennetlik… ne oldu oğlum sen böyle yapmazdın, sahi iyisin ya? - Halen yaşadığıma göre başka bir sorun var mı?- Unut oğlum artık şu kızı, siktir et amına koyim, bu kadar güçsüz bir adam değilsin sen… - Bak Vedat varlığınla beni yalnızlığa sürüklüyorsun, bilmem anlatabildim mi? Bunun öz Türkçesini duymak istersen, bu; şu demek: Bi siktir git, onu da sikeyim, seni de! Ahize şiddetle kapandı. Açık unutulan duş musluğu, insanın dimağında müthiş bir Çin işkencesi tadı bırakıyordu ya da belki su sesinden ziyade anbean varlığını daha bir benimseten zonklamaydı Kemal’in baş ağrısının nedeni. Musluğu kapatırken, kulağımın da bir vanası olsa diye düşündü Kemal. Aniden kaykılarak hastaneye gitme kararı aldı. Artık ne olduğunu bir türlü çözümleyemediği sorunlarından kurtulmanın çoktan vakti gelmişti de geçiyordu bile. Hemen bir psikiyatra gözükecekti. Geçen gün kavga ettiği orospu çocuklarından biri karşısına çıkarsa diye Suriye’den getirttiği kaçak silahı da yanına almıştı. Hastane yolu boyunca hiçbir şey düşünmemeyi düşünmekten başka hiçbir şey düşünmedi. Hastane kapısından içeri girerken elindeki sigarayı yere atmak maksadıyla arkasını döndüğünde onu gördü ve başka hiçbir şey düşünmedi. Yalnızca ‘’baba’’ dedi, tetiğe bastı ve yaşlı adamı öldürdü. Bu coğrafyada insanlar bir gülümsemeyi başarabildiklerinde bir de babaları öldüklerinde büyürler. Gülümsemeyi asla başaramayacağına göre, eğer gerçekten babasını öldürmeyi başarabilseydi, belki de sahiden büyümeyi de başarabilirdi. Ama az sonra tüm bu yaşananların yalnızca bir gündüz düşü olduğunun ayırdına vardı. 7- Katı kuralları vardı onun, prensipleri vardı. Yıllardır böyleydi. O hakimdi. Bir hakim sert olmalıydı, vakur durmalıydı, eşrafla fazla haşır neşir olmamalıydı, işi gereği dostu olmamalıydı. Siyasal iktidarlarla arasındaki duygusal mesafe her an değişeceklermiş gibi uzak, hiç gitmeyeceklermişçesine yakın olmalıydı. Haddini bilmeli ama haddimi bildim dememeliydi. Fazla dost insanı makamından ederdi. Sonra birden bilinçdışı bir şekilde dizlerinin bağı çözüldü ve az evvel oturmakta olduğu hastane bankına tekrardan gömüldü. Ağır konuşmuştu doktor, bir hakime konuşulmaması gerektiği kadar ağır konuşmuştu. ‘’Ne yaptım,’’ dedi ‘’ben böyle kendime?’’ Bir kez daha ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Zaman acımasız bir cellat olmuştu ve herkes için başka bir mahkeme kurulmuştu şimdi. Saatler bir değildi. Çocuk arabasıyla önünden geçen bir anneyi görünce bunları düşündü. Orda yaşam vardı, sevgi vardı, emek vardı, zamanın bir önemi yoktu. Onlar için zaman bir şekilde geçerdi; çünkü ne zaman öleceğini bilmediğimiz bütün zamanlar çabuk geçerdi. Bir tür ölümsüzlük anlamına gelen zamansızlık duygusunu bir tek ne zaman öleceğini bilen hastalar ve intihar edenler bilebilirdi. Yaşarken zaman kavramından soyutlanabilmemiz için akli dengemizi yitirmemiz gerektiğini düşündü. Daha önce farkında olmadan birkaç kez daha bunu düşünmüş olabileceğini düşündü. Bazen yıllarca yargıladığı katillere ne kadar özendiğini şimdi fark etti, çünkü hapishanede ömür boyu yatmakta olan bir hükümlü için umut yoktu, başka bir yer yoktu, hareket etme istemi yoktu. Koşmak ve uzağa gitmek dururken yıllar yılı oturduğu koltukta çalışıp kalmanın ona ne kadar saçma ve kahredici geldiğini henüz fark etti. ‘’Allah bütün dünyanın belasını versin!’’ diye doyasıya bağırmak geçti içinden. Ama öleceğini bildiği halde bunu gene de yapamadı. Terbiyeli bir insan böylesine edepsiz hareketlerde bulunmazdı. Öleceğini bildiğin halde istediğin kadar küfür edebilme özgürlüğüne sahip olamamak, üstüne üstlük kendi özgürlüğünün sınırlarını kendi zihninde çiziyor olmanın insanı ne kadar kahrettiğini düşündü. Artık özgürdü; ne yasalar ne ahlak kuralları vardı. ‘’Az evvel ne dedim ben öyle Allah mı?’’ diye mırıldandı. Affeder miydi? Birkaç saniye sonra ‘’pardon bakar mısınız,’’ diyen bir ses işitti. Soru soran adam yaşlı ve bunak herifin tekiydi. Şimdi sorularla muhatap olmanın sırası değildi. Asıl mahkeme dünyevi bir muhasebenin muhakemesi olarak akıldan geçiyordu. Ama hangi akıl, diye düşünürken yaşlı adam bir kez daha seslendi: ‘’Pardon beyefendi bir saniye bakar mısınız?’’ Tam ‘’ne var yaşlı bunak’’ diyecekti ki, saniyenin binde biri kadar bir zaman zarfında öleceğini bilmesine rağmen benliğindeki bu uhrevi kibrin de nereden geliyor olabileceğini düşündü. ‘’Buyurun beyefendi’’ dedi ama yaşlı adamı dinlemedi. Yaşlı adam meramını anlatadursun, o bir kez daha kendini dinlemeyi ve kendi benliğinde öleceğini öğrendiğinden beri ortaya çıkan sorulara verebildiği kadar rahatlatıcı cevaplar vermeye çalışıyordu. Sonra birden ‘’öleceğimi ve bu dünyadan göçüp gideceğimi bildiğim halde hala kendimi günlük kaygılara verilen sıradan cevaplarla rahatlatmaya çalışmam ne kadar da komik ve içler acısı,’’ diye düşündü. Az evvel adama hitap ederken ‘’yaşlı bunak’’ gibi hiç de hoş olmayan bir söz öbeği kullanmıştı. Bunak sözcüğünden ötürü Allaha yalvardı, ‘’Allahım sen beni affet,’’ diye içinden birkaç kez tekrarladı. Hemen akabinde ilkokuldan sonra kullanmaya lüzum görmediği Arapça dualardan birkaçının hala hafızasında olduğunu fark etti. Temizlenmesi mümkün olmayan bir lağım çukuruna dönen o hafızayı o kadar çok zorlamıştı ki bilinç dışı bir şekilde –istemsiz- dışından hem de seslice konuşmaya başladı: Elhamdürillahi rabbil alemin… Yaşlı adam bankın bir köşesine adeta bir sığıntı gibi ilişmişti. Birkaç kez ‘’beyefendi beni dinliyor musunuz,’’ diye sorup durdu. Kendi sorduğu soruyu kendisi cevaplamak zorunda kaldı: Hayır dinlemiyorsunuz… O başka bir alemdeydi. Sahi az evvel yaşlı adam demişti. Yaşlıyı ve genci kim belirliyordu ki? Bunu o olmaz olasıca doktor, tıbbın en ileri makinelerinden biriyle kanıtlamamış mıydı? ‘’Kanser!’’ dememiş miydi? Bunu söylerken herhangi bir anlamsızlığı anlamlandırdığını sanan her zavallı gibi neredeyse sevinmişti. Oysa ölüm varsa anlam yoktu. Aramak ve anlamlandırmak yoktu. Acaba öyle miydi? Allah’ım sen yardım et, yoksa çıldıracağım diye yakardı içinden. Sonra dışından birkaç aya kadar öleceğini bilen bir adam delirse ne olur ki, dedi. Bu sırada yaşlı adam zarifçe bir el hareketiyle onu dürtükledi: ‘’Beyefendi eğer birkaç dakikanızı ayırma zahmetinde bulunabilirseniz size iki çift laf edip gideceğim,’’ dedi. Yaşlı adam böylesine uzun ve sunturlu bir cümleyi kurarken ne kadar da genç gözüktü gözüne. ‘’İşte hala anlamlandırmaya çalışıyorum,’’ diye mırıldandı. Hala dünyayı anlamlandırmaya çalışmasına oldukça sinirlenmişti ve bu durum yüz hatlarının gerginliğinden rahatlıkla anlaşılabilecek denli cüretkardı. İşte şimdi yaşlı adama handiyse bir suçluymuşçasına öfkeli bakarken ‘’genç olsa ne, olmasa ne,’’ dedi. ‘’Anlamadım,’’ diye karşılık verdi yaşlı adam. ‘’Boşver’’ dedi dışından, ‘’ben yıllardır yaşadığım bu hayattan hiçbir bok anlamadım ve artık anlamaya çalışmam için de sanırım çok geç,’’ dedi içinden ve birden yaşlı adama döndü: Buyurun siz ne söylüyordunuz? ‘’Oğlum…’’ dedi yaşlı adam, ‘’müebbet verdiniz ve o suçsuzdu, yanlış anlamayın sizi yargılamak bana düşmez, sadece bunu bilin istedim.’’ O anda bir şeyler söylemek istedi yaşlı adama. Dökülmedi dudaklarından hantallaşan sözcükler. Konuşabilseydi ‘’nereden bilebilirdim’’ diyecekti, ‘’bu dünyada neyi kim bilebilir?’’ diyecekti, ama konuşamadı. Yaşlı adam, ölüm gibi ağır ağır kalktı ve hayata doğru yollandı. Nasılsa yaşlı adam yok, diye düşündü. Artık nasılsa yaşlı adamı görmüyordu. ‘’O bir düşünceydi ve gitti, belki de hiç olmadı, olmadı dersem olmaz,’’ diye telkin etmeye çalıştı kendine. Olmayacak dersem, ölüm de mi olmaz, diye sordu sonra havada salınan bir boşluğa. O an, insan evladının uzayda ne kadar çaresiz bir yer kapladığını, ondan başka hiç kimse bu kadar şiddetli hissediyor olamazdı. Bunu düşündü; çünkü düşünebilen herkes, herkesten önce kendini düşünecek kadar zavallıdır, dedi. Sonra ‘’böyle mi,’’ diye sordu kendine ‘’yangında kendinden önce bebeğini düşünen bir anne, düşünemeyecek kadar aptal mıdır sence?’’ diye yanıtladı kendini. Kendi ürettiğinin antitezini de üreten bir beyin kadar kötü bir birey imha silahı olmamalıydı. Bir an için buna sevindi; çünkü kendini özel hissetti, sonra birden histerik kahkahalarla gülmeye başladı ve ‘’seni gidi geri zekalı çatlak,’’ diye bağırdı. O an oradan geçen birkaç kişi ‘’ne tür deliler var bu dünyada,’’ dedi. Bunun üzerine insanın kendi çaresizliğini kendinden başka hiç kimsenin bilemeyeceğini, eğer anlamak isterse insanı kendisi kadar hiç kimsenin anlayamayacağını kanının son damlasına kadar idrak etti. ‘’Ama anlayınca ne oluyor ki?’’ diye sordu kendine. Neyi ne kadar bilirsek bilelim, bir gün görmeyeceğimiz bir sabah olduğu müddetçe varlığının bilgisi neye yarardı? Varlığımı kabul etmek ve diğerlerinden daha fazla var olma istemim, aynı zamanda şeytani bir kibirse ve varlığımı yaratan başka bir varlık varsa, ne kadar da anlamsız bir varlığım diye düşündü. Sonra aniden gülmeye başladı ve ‘’ne o öleceğini öğrenince başımıza filozof mu kesildin hakim bey?’’ diye sordu kendine. Soruları soran ben miyim, yoksa bu soruları da sorduran başka bir varlık mı var; eğer öyleyse gerçekten düşünülerek sorulmuş hiçbir soru saçma olamaz,’’ diye mırıldandı. Hava kararmıştı, ve artık düşünmekten beyni peyderpey helak olmuştu. Ama bunun bir önemi olmadığını düşündü. Nasılsa birkaç ay içinde öleceğini biliyordu ve ‘’ha bir gün önce ha bir gün sonra,’’ dedi. Sonra ‘’acaba öyle mi?’’ diye sordu kendine. Bir süre soluklanınca, biraz önce yanında oturan yaşlı adamın oğlunu düşündü. Kim bilir, belki de boş yere hapiste yatmıştı ve üstelik de onun kararıyla. İnsanın kendi kaderini tayin edememesi ne kötü, dedi. Sonra ‘’iyi ama öyle mi?’’ diye sordu. İntihar, her zaman için iyi bir olasılıktı; fakat insanı intihara yönlendiren çevresel koşullar neyin nesi oluyordu öyleyse? Hiçliğini fark eden nihilizmin pençesindeki insan, yalnızca intihar ederek kendini mi tatmin ettiğini sanıyordu; çünkü hiç kimse durup dururken intihar etmiyordu. Ya bir başkasını cezalandırmak ya da artık daha fazla bu dünyaya katlanamamak, kahrolan varlığı yokluk sandığı başka bir dünyaya mı gönderiyordu? ‘’Sahi’’ dedi, ‘’öbür dünya var mı?’’ Aynı anda ‘’Allah’ım sen aklıma mukayyet ol,’’ diye mırıldandı. Bir kez daha dua okumaya başladı: Elhamdürillahi rabbil alemin… Yarım saat kadar öylece yarı uyur yarı uyanık vaziyette kestirdi koltukta. Akşamın ilk karanlığı kenti boydan boya yokluğa sürüklemişti. Az önce az ileride duran ağaç artık yoktu. ‘’Görmüyor olmam onu yok etmez,’’ dedi kendi kendine. ‘’Ölümü kabullenmek istemediğini kabul et artık,’’ dedi, ‘’çünkü ölümü kabullenseydin ölümü yaratanı da kabullenecektin; aksi halde önünden gelip geçmekte olan insanların da, iyi ve kötünün de yani ahlakın da, ahlak olmayınca toplumun da bir anlamı kalmıyor.’’ ‘’İyi ama bütün bunların bir anlamı olmak zorunda değil ve zaten dünyayı da kelimelerle anlamlandırıyoruz, eğer kelimeler olmasaydı belki ölümün bilgisini bile düşünmeyecektin; çünkü bilmekle düşünmek aynı şey değil,’’ dedi. ‘’Ölümü bilirdin ama düşünmezdin, böylece birkaç ayın kaldığını bildiğin halde gülebilmeyi ve rutin hayatına devam edebilmeyi başarırdın.’’ Sonra bir süre düşünmemeyi ve boş vermeyi düşündü ve bir süre de hiçbir şey düşünmedi. ‘’İyi misiniz,’’ dedi bir ses. Kapalı olan gözlerini açtığında bir iki kez ovuşturma gereği hissetti. Elleri kirli olmalıydı; çünkü gözleri olağan dışı yanmaya başladı; ama nasılsa öleceğini bildiği için bunu önemsemedi. ‘’Sahi’’ dedi birden, ‘’herkes bir gün öleceğini bilmenin dışında gerçekten ölümü düşünseydi, bu dünya şartların bugünkünden çok daha eşit olduğu bir yer olurdu; çünkü o zaman insanın maddeye olan taparcasına olan sevdası diner ve gül gibi geçinir giderdik.’’ Madde olmadan insan yaşayabilir miydi, diye düşündü sonra. Kendine verdiği yanıt: İnsan çırılçıplak doğduğuna göre çırılçıplak gezmiyor olmamız ahlakı bir kenara bırakırsak, oldukça saçma; öyleyse insan madde olmadan da yapabilir, oldu. Ahlakı yaratanın da yüzyıllardır süregelen devrimsel süreçler olduğunu ve inandığı ya da inanmak istediği Allah’ın buyruklarının bile aslında devletin tekelinde olduğunu düşündü; çünkü çocukluğunda Kur’an okumuş, ve hadislere, İslam alimlerine bir parça göz gezdirmişti. Müslümanlık bile devletin tekelinde ve devlet izin verdiği kadar Müslüman olabiliyoruz, diye hayıflandı. Diyanet ne güne duruyordu! Dilenciye ait olduğunu henüz fark ettiği o ses bir kez daha ‘’iyi misiniz?’’ diye sordu. Bardaktan boşanan bir yağmurcasına ağlamaya başladı; çünkü sokaktan onca insan geçmesine rağmen hiç kimse bir dilenci kadar sencil olmamış, herkes uzun uzadıya bir koşturmanın peşinde, birçoğu nereye gittiğini bile bilmez bir halde, ama son kertede kendi derdine düşmüştü. ‘’Özür dilerim beni affet,’’ diye yalvarmalar eşliğinde dilencinin boynuna sarıldığında, dehşetli pis koktuğunu duyumsadı ve bir an için tiksinip tiksinmemekte tereddüt etmesine rağmen nefsine yenik düşmeyerek ‘’sana yaptığım terbiyesizlik için beni affet!’’ dedi. Dilenci buz gibi bakıyordu; ama inanılmaz kederli bir ses tonunda ‘’derdiniz nedir?’’ diye sordu. Birkaç ay sonra öleceğini söyledi dilenciye. Dilenci gülümsedi ve ‘’birgün hepimiz öleceğiz, kimin kimden önce gideceğini bir tek Allah bilir,’’ dedi. Bir yandan ağlamaya devam ediyordu ve hıçkırıkların arasından güçlükle işitilebilen bir ses tonunda ‘’ben bu dünyada kendim için, Allah için hiçbir şey yapmadığım gibi, bir başkası için de hiçbir şey yapmamış günahkar pezevengin tekiyim’’ dedi. Dilenci ‘’Yap öyleyse!’’ diye bağırırken normallerce komik gelebilecek denli uhrevi bir kimliğe bürünmüştü. ‘’Ölmediğin müddetçe ölüm konusunda Allahtan umut kesilmez, kendin için ne yapabileceğine gelince… bunu sen bileceksin; bir insanın özgür iradesiyle yapacağı seçimlere karışmaya hiçbirimizin hakkı yok,’’ dedi ve arkasına bir kez daha bakmaya gerek duymayarak çekti gitti. Ne yapabilirdi? Cebinden bir sigara çıkardı ve çakmağın bozulduğunu fark ettiğinde çocuk gibi bir gülümseme belirdi o aksi suretinde. Tabi ya… dedi. Sigarayı bırakma kararı aldı. Yirmi beş yıl kadar önce bir psikiyatr ‘’sen şizofrensin ve bu yüzden çok sigara içiyorsun, sigarayı bırakamazsın,’’ demişti. Varlığını böyle anlamlandırdı ve yaklaşık üç ay sonra ölene dek bir daha hiç sigara içmedi; çünkü neredeyse sigarayı bırakabilmek için üç ay boyunca kendi nefsiyle mücadele etmiş ve ölüm korkusu aklına bile gelmemişti. Hikayenin yazarı olarak kahramanımın bilinçaltına gittim ve sordum: Neden böyle öldürdün onu? Ben onu öldürürken dudaklarından dökülen sözcükler şunlar oldu: İnsanın kendi nefsiyle mücadele edecek sorunları olmalı, bütünüyle boşluğa düşen insan, zaten yaşarken de ölmüştür.’’ Neticede oğul, babanın kaderini yaşadı. Akciğer kanserinden ölmüştü babası, akciğer kanserinden öldü Kemal.
·
7bin görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.