benden bir öykü...
1-
Gece saat 00:37. Yarı uyur yarı uyanık
mayışma durumundayken hiçbir şey
düşünmemeyi başardığımda, beynimdeki zonklama katsayısından
dolayı delirmeye ‘’beş kala, delirmeye
beş kaldı, az kaldı,’’ hissine
kapılıyordum. Mantıklı düşünmeyi
denemek dururken, düşlemeyi
düşünmek çılgınlık mı, çıldırmak mıydı?
Özgünlüğün, özgürlüğün en ulaşılmaz
diyarı olduğunu düşündüğümden olsa
gerek, düşünce polislerimce
kimliklerimin didik didik edilircesine
aranmasından bıkmış ama
usanmamıştım. Kendi varoluşumu
adeta bir doktor titizliğinde
inceliyordum. Aklımdan ‘’nörolojimus’’
gibi bir kelime geçti, sonra elime ne
geçmiş olabilir? Belki de bir doktora
gitmeliydim, belki de anlatmalıydım tüm
olanları, sesler duyuyorum demeliydim,
bilhassa da geceleri ve çok
yorulduğumda delicesine sesler
duyuyorum, komutlar veren ve bana
çoğunlukla kötülük yapmamı söyleyen
sesler demeliydim, ama üşeniyordum.
Ne olabilirdi, evet benim kendi başıma
bir türlü çözemediğim problemim ne
olabilirdi? Emin olun bunu ben de bilmiyordum ve derken uyumuşum,
sonra epi topu yarım saatlik uykumdan
kan ter içinde uyandım.
Uyandığımda anlamsız bir şiir yazarken
yakaladım kendimi. Vecd halindeydim,
dans ediyordum, kendimi kaybetmiştim,
o an ben peygamberdim, evet ben
peygamberdim, evet tıpkı Dostoyevski
gibi, evet tıpkı Nietzsche gibi, evet evet
evet!
PARODİ/KMA
Dön gelişlerim irmik ilmik
Islık gibi bir yalvartı
Defol demez dişi katı
Katır tepim işe lirik
Ben bas bar bağırtı
Kahkaha kıvamsız isterik kötü
İmgelem burgacı pilotu dürtü
Yaşam okumaktan evvela yaşantı
Çıtbeyin benliğe antikor hizip
İdeolojin amipi sütle beslersen
Nedenin neden yanıtı neden
Şurup bir şıkkırıldıma kızıp
Anlaşılır tam tümce düzenbaz
Anlamazdan anlaşılır bellek-mastır
losyon
B'nin göğsü dolgun O'nun götü silikon
Kakafoni sanrıların önce biraz caz
Musallada bulmaca ki çöz seli
İlişkimiz bilinir güzün gizil sarmalı
Tapar yanın asırlık tapınak olmalı
İnsan meraktan kudurmaktan sevmeli
Babil'in kaçamak fuhuş bahçeleri
İçtiğin goruk şaraptan neden daha
değerli
Tapıyorum sana moruk
Aksi halde alenen
Şiiri bitirdiğimde ‘’öldür,’’ diye bir ses
duydum, ‘’babanı öldür,’’ diyordu bu ses
bana. Aynı sesi son günlerde yeknesak
bir şekilde duyuyordum. Önceleri bu
sesi garipsemiştim. Ama artık bana
normal geliyordu bu ses. Sahi ‘’normal’’
neydi ki? Ne kadar hastalıklı olursa
olsun her fikir ya da her yaşantı, onu
sürekli tecrübe etmeye başladığımızda
bir süre sonra bize normal gelmiyor
muydu? Sözgelimi gazete haberlerinde
hemen her gün işverenin yoğun kusuru
neticesinde iş kazasında bir işçinin
öldüğünü ya da kocası tarafından henüz
gencecik bir kadının bıçakla delik deşik
edilerek yahut silahla beyni delinerek
öldürüldüğünü okumuyor muydum?
Bunlar normal miydi? Artık kanıksamış
olduğuma göre pekala da normal
olmalıydı tüm bunlar.
2-
Bir zamanlar babam, lise arkadaşım ve
babamın üç dostu orman işletmesinin
yangın gözetleme kulesine gitmiştik.
Her zamanki gibi yoğun olarak bana
komut veren sesler duyuyordum.
Sadece benim tecrübe edebildiğim
seslerdi bunlar, çünkü biliyordum ki ben
özeldim. Diğerlerinin sadece düşlerinde
ya da uyuşturucu bir maddenin etkisiyle
duyabilecekleri sesleri ben günlük
hayatta sürekli olarak tecrübe ediyordum. Bazen ‘’kalk dolapta bal var,
onu al ve ye, karnın aç,’’ diyordu bu
sesler bana, bazen de ‘’git onu öldür, git
filanca kişiye şu kötülüğü yap,’’ diyordu.
Her neyse…, biraz sonra zilzurna sarhoş
olduktan sonra, tıknaz bir öğretmen,
peltekleşen Zaza aksanıyla ‘’amcasının
oğlunu eski bir alacak verecek
meselesinde Baretta marka bir tabanca
ile öldürdüklerini, usulünce
Diyarbakır’da bir mezarlığa
defnettiklerini, devletin bunu örtbas
ederek örgütten bildiğini, bu olayın
tutanaklara ‘’basit bir intihar vakıası,’’
olarak geçerken zihinlere
‘’güneydoğudaki doksanlı yıllar
klasiklerinden biri daha,’’ olarak
geçtiğini, öldürülen adamın karısının üç
ay önce meme kanserinden öldüğünü;
fakat altı aylık bir çocuğun ortada
kaldığını ve kimsece
sahiplenilmediğinden Çocuk Esirgeme
Kurumu’na bağışlandığını, yine bu
adamın yarış tutkunu olan
amcaoğlunun adamın epeyce pahalı
olan yarış arabasını zimmetine geçirirse vicdani sorumluluğunun ne olacağını
sordu.
‘’Onun sıfatına sıç!’’ diye bir ses duydum
gaipten. Eğer bu ortamda
bulunmuyorsanız adamın sırf kendi
zekasını kanıtlamak maksadıyla
yeniyetme bir delikanlıyı konuşturmak
için böylesine saçma bir soruyu
sorduğunu, zira aslında alacağı sorunun
yanıtını zerre kadar önemsemediğini
düşünebilirdiniz. Oysa durum böyle
değildi, belli ki içtiği el yapımı rakının da
etkisiyle –yasal sınırı aşmayacak
şekilde; etil alkol, su, üç küp şeker,
anason ve yaş üzüm aroması kiti ile
evde babam üretiyordu rakıyı- adam
gayet ciddiydi; çünkü soruyu sorarken
hem benim gözümün içine
derinlemesine bakmıştı, hem de suratı
şakası olmayan bir tavır takınmıştı. Ben
de yaşamım boyunca bana ciddiyetle
sorulan her soruya verdiğim gibi gayet
ciddi bir cevap verdim:
- Ben henüz sadece bir öğrenciyim,
doksanlı yıllarda işlenmiş faili meçhul cinayetlerin sorumlularının vicdani
yükleriyle ilgili herhangi bir yorum
yapabilecek ne bilgi donanımım, ne de
kabiliyetim vardır. Evet doğrudur, derin
devlet mevzularına derinlemesine bir
merakım vardır. Sözgelimi, Yeşil Kod
adlı Mahmut Yıldırım ve Abdullah Çatlı
ile ilgili birçok biyografik kitap
okuduğum gibi derin devletle ilgili de
komplo teorisi düzeyinde çokça kitap
okudum. Ama ne ceza kanunumuz ne
de başka herhangi bir kanun herhangi
bir suçun vicdani sorumluluğu ile ilgili
tek bir cümle dahi yazmaz. Hatta ne
yalan söyleyeyim, ancak bir romanın
yahut filmin konusu olabilecek böyle bir
soruyu ben de ilk kez sizden duydum.
Son olarak şunu söyleyeyim size: Eğer
bana hukuksal bağlamda bir şeyler
soruyorsanız, bunu size dilim
döndüğünce cevaplarım. Şayet
isterseniz bilen birilerine de- örneğin
Eskişehir’de, Anadolu Üniversitesi’nde
oldukça donanımlı hocalarım vardanışırım;
ama sizin sormuş olduğunuz
vicdan konusu hukuka dair olamaz.
-Olsun, sen gene de kendince yorumla.
Bunu söylerken artık amacı sırf beni
konuşturmaktı ve işi pişkinliğe
vuruyordu. Gülüşü sinsi ve acımasız bir
timsahın küçücük ve masum bir kuşu
parçalaması kadar kallavi bir tiksinti
uyandırıyordu bende. Yemek masasının
üzerinde babamın salata yaparken
kullandığı büyükçe bir ekmek bıçağı
vardı. ‘’Kalk masadan, şu herifin beynini
doğra ve salata yap!’’ dedi gaipten gelen
ses. İçimden ‘’şu herifin beynini
doğrayıp masaya meze etsem vicdani
sorumluluğum ne olur?’’ diye sordum.
Muhakkak ki dünya bir götten
kurtulurdu, benimse vicdanımda en ufak
bir sızlamanın dahi olacağını
sanmıyordum. Ama bu normaldi, artık
kendime itiraf etmeliydim ki ben şiddete
meyilli küçücük bir çocuktum. En
azından çok saygıdeğer büyüklerim gibi
yıllar yılı kendime yalan söylemiyordum,
vicdanen belki de bu yüzden
masumdum. Şu gergedana artık
öfkelendiğimi de yüksek perdeden belirten bir cevap vermeliydim, belli ki
gergedan aksi halde bana dangalakça
sorular yöneltmeye devam edecekti:
-Ne bileyim abi ben, inancın neyse git bu
konuda bir uzmana danış. Bir Müftüye,
bir imama, bir şeyhe sor; bir hacıya, bir
hocaya sor; bir papaza, bir hahama sor;
bir ermişe, bir dervişe, bir bilgeye sor
ama bu konuda benim muvaffak
olduğum sır, bu sorunun muhatabının
ben olmadığımdır.
-Bak yeğenim, biz cahiliz, sizin gibi
okumuş değiliz. İlkokul üçüncü sınıftan
terkim ben. Müslümanım desem,
Müslüman bile sayılmam. Yıllardır bir
camiye, bir cenazeye, bir mezarlığa, bir
türbeye gitmişliğim bile yoktur. Ben bir
bayram namazına gitmeyeli asır oldu,
en son sekiz on yaşlarında oruç tuttum.
Yahudi’yim desem Yahudi değilim,
Yahudi demek Hristiyan demek hakaret
sayılır bizde. Ateistim desem, sanki yine
de bir Tanrı var. Bazen oturup bizim
evin balkonunda, uzaklara, gökyüzüne
bakarak kainatı yaratanı düşünürüm.
İçim bir nebze olsun huzurla dolar böyle
zamanlarda. Çektiğim acıların, sonu
gelmeyen çilelerin ben ölünce son
bulacağına, çünkü zulüm dünyası olan
bu dünyanın bir de ödülünün olacağına
inanırım. Dindarlar öteki dünya diyorlar
buna, daha ötesini de aklım almaz
benim. Anlayacağın yeğenim, neye
inandığımı bile tam olarak bilmiyorum
ben. Ama yine de benim bir vicdanım
var biliyor musun ? Aç bir sokak köpeği
gördüğümde, susuz kalmış bir kedi
gördüğümde bana iyilik yapmamı
söyleyen, durduk yere bir insana kötülük
yapmamı ya da mesela onu
öldürmemi engelleyen, nasıl söylesem,
böyle sezgi gibi bir güç var içimde.
Adam sustu, ben dahil herkes bir süre
sustu. Diğerleri kendi varoluşsal
sorularına gömüledursun, ben
internetten ‘’vicdan’’ sözcüğünün kelime
anlamına baktım. Sözlükte aynen şu
yazıyordu: Kişiyi kendi davranışlarıyla
ilgili olarak bir yargıda bulunmaya
yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri
üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye
doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de
yükleyen içsel güç. Bu esnada rakılar
şalgamlar tazelendi, mangaldaki kıyma
şişlerin ikinci porsiyonu tabaklara
çekildi. Derken babam araya girdi ve
odadaki huzursuz sessizliği bozdu:
- Yorumlasan ne olur ki sanki?
-Nasıl yorumlayayım baba!..
-Her şeye bir yorumun ve beş karış dilin
var, buna da bir yorum yapsana.
-Haberin olsun sen sarhoş olmuşsun…
-Yok öyle bir şey, sen yalnızca
abartıyorsun, sen… sen… yorumlasana
lan şunu!
- Yorumlamayacağım. Kusura bakmayın
ama sizlerin vicdani sorumluluklarını
ben alamam.
Toplumsal belleğin şizofrenik tabirlerine göre çamyarması denilebilecek irilikteki
arkadaşım, biraz da beni sakinleştirmek
maksadıyla araya girdi: Şu Nurilerin
mesele ne oldu ya Kemal?
Tam da ben arkadaşıma yönelik onun
bu meseleye karışmamasını belirtecek
bir telkinde bulunacaktım ki, masanın
başına adeta bir kont gibi kurulan öteki
araya girdi:
- Ne var yeğenim sanki ‘’vicdanen rahat
ol abi,’’ desen?
Bu sırada şaklabanlaşan kirpik
darbeleriyle, benim anladığım kadarıyla
merkezi sinir sistemime göz kırpıyordu:
-Diyemem, haddim değil.
Babam sinirlendi:
- Amma uzattın lan… senin gibi oğlum
olmaz olsun!
Dengede durmaya çalışmak gerçekten zor işti.
- Yanlış konuşuyorsun.
-Konuşmayı senden mi öğreneceğim
lan!
Ortamın gerginliğini en aza indirmek
isteyen aramızdan yaşça en büyük olanı
söz verilmeden söz almış oldu:
- Hep böyle bir oğlum olsun
istemişimdir, Dursun böyle bir oğlun
olduğu için gurur duymalısın.
Gülümseyerek lafa karıştım:
-Dur Allah aşkına abi, gaz verme sen de.
Babam yatışmadı:
-Bırak yav, bırak Allah aşkına.
Fitili ilk ateşe veren gene rahat durmadı:
-Şu vicdan meselesi diyordum.Arkadaşım araya girdi:
-O zaman Kemal bize bir türkü söylesin.
Babam, Mustafa Yıldızdoğan’dan
Başbuğlar Ölmez’i istedi.
Söylemeyeceğimi söyledim.
Konuşmanın en başından beri susan
deyyus, düdüklü tencere timsali patladı:
- Gavur inadı var bu çocukta.
Beriki:
- Kürt inadı var.
Babam ‘’söylesene lan,’’ şeklinde diretti.
‘’Israr etme, söylemem,’’ dedim.
-Yeğenim vicdanen sorumluluğum ne
olu.
Babam çıldırdı:
-Ne o lan vicdanın mı rahatsız oldu,
neye inandığın bile belli değil, sokak
yazılayıp nezarete düştüğünde hiç
vicdanın sızlamıyordu ama…
-Aynı şey değil, dedim.
- Söylesene neye inanıyorsun lan sen?
-Bu seni ilgilendirmez ama en azından
senin ve toplumun çok büyük bir kesimi
gibi neye inandığımı bile tam olarak
bilmediğim ve bunu araştırmadığım
halde, o şeye sırf toplum baskısıyla
inanıyormuşum gibi yapmıyorum.
Yaşam biçimlerine bakılırsa eğer, bu
toplumdaki insanların çok büyük bir
çoğunluğu Müslüman görünümlü
deisttir bir kere.
-Sen benim oğlumsun, ne demek
ilgilendirmez lan?
- Gene de ilgilendirmez işte.
-Laflara bak hele sonra laflara, beş karış
dil, deist meist…
Arkadaşım ortamı yatıştırmak
maksadıyla ‘’eve geç kalıyorum, annem
merak eder, ne zaman kalkarız abiler?’’
dedi.
- Yasal sınır 65 promil, öyleyse arabayı
kim kullanacak, diye sordum.
Babam dellendi:
- O kızı tekme tokat döverken hak-hukuk
tanımıyordu ama beyefendi, ne oldu lan
şimdi, hukukçu damarın mı tuttu?
Artık daha fazla edepli davranmayı
kaldıramadım:
- Birincisi o kızı tekme tokat dövmedim,
beni aldattığını fark ettiğimde artık o
tiksinç çemkirmelerine daha fazla
tahammül edemeyerek sağ yanağına –
bunu bile bugün tasvip etmesem de- bir
tokat attım. İkincisi insanlar hatalar
yapabilirler, hatalar yapmış olmamız
daha fazla hata yapmamızın haklı gerekçesi olamaz, bu vaziyette senin
gibi bir adamın araba kullanması –
çünkü ben biliyorum ki arabayı ben
kullanacağım diye tutturacaksıninsanların
ölmesine dahi sebebiyet
verebilir.
Öteki atıldı:
- Sokak yazılayıp ‘’tek yol devrim!’’
yazarken benim göz zevkimi bozduğunu
hiç düşünmüş müydün peki?
-Aynı şey olmadığını ayık kafayla ve
hepimiz bal gibi biliyoruz.
Babam, arabayı kendisinin kullanacağını
söyleyince, şayet böyle bir durum söz
konusu olursa, eve yürüyerek
döneceğimi sinir bozucu bir kayıtsızlıkla
ilettim.
- Şimdi ben burada vicdanen rahat
olayım mı?
Cevaben sigara yaktım.
-Vicdanımın…
Cevaben, sigara dumanını içime çekip
sarhoş olduğu için bunu yaptığını
bildiğim halde bunu soran adamın
gözünün içine dik dik baktım.
Az sonra arkadaşım ve ben hariç
herkes, oturmakta olduğumuz masada
sızıp kaldı. Böylece an itibariyle arabayı
kimin kullanacağının de bir önemi
kalmamış oldu. Arkadaşımla birlikte
terasa çıktığımızda, sabah ezanı
okunuyordu. Yarım saat kadar sigara
içip derin derin sustuk. Arkadaşım
sonunda patlar gibi ‘’Dostoyevski
sahnesi gibi oldu,’’ dedi. Evet dercesine
gülümsemekle yetindim.
3-
Dün yaşananlardan sonra bugün
kendimi İslam felsefesine merak
salmaya koşulladım. Nasıl bir yol
bekliyordu beni? Doğrusunu isterseniz
bunu ben de merak ediyorum. Marks, Dostoyevski, Nietzsche, Goethe ve daha
bir sürü batı dehası derken, şimdi de
İslam felsefesi. Beynim sanki
bomboştu. Oysa okuduğum bir sürü
kitaba ne olmuştu? Ne arıyordum ben,
neden böylesine durgunlaşmıştım?
Doğrusunu isterseniz ben de kendimi
algılamakta ve tanımlamakta güçlük
çekiyorum; zira çok kimlikliliğin de bir
sınırı olmalıydı, kimlikler aralarında
çoğalıp çuvallayarak ‘’kim?’’ sorusuna
yöneliyorlardı sonra.
Uzayan kirli sakallarımdan anlaşılacağı
üzere büyümekte olduğum ve doğan,
büyüyen, ölen her canlı gibi benim de bir
sonumun olacağı muhakkaktı, o halde
yaşamın aranması gereken bir de
anlamı olmalıydı. Pencere camının
kenarına yaslandığımda uzakları
görebilmek için gösterdiğim bu boşuna
çabaya ne demeli? Eve ait bir yüzyıl
çocuğunun gözlerine uzaklar uzağı
gidiyordu. Bazen böyle anlarda
‘’büyümekle çocukluk mu ediyoruz?’’
diye soruyordum kendime. Bu soruyu
sorduğum zamanlarda içimden küçük çocuklar gibi tarlalara, bahçelere,
dağlara ve derelere koşmak geliyordu.
Çocukluğu tabiatla iç içe geçmiş her
çocuğun benliğinde onulmaz bir yara
olmalıydı büyük şehirler. Hele bir de
gözlerinizle sonsuzluklara
koşabileceğiniz bir denizin bile olmadığı
kocaman beton yığınlarının koylarına
demir atmışsanız… Çocukluğunuz da
benim gibi top oynadıktan sonra
sırtınızdaki teri duşta atmak yerine
denize atlamakla geçmişse ya?
Koşamazdınız. Koşamazdım.
Koşabileceğim kadar uzağa
koşamayacağımı fark ettiğimde,
oturabildiğim kadar insanlardan uzağa
oturabilmeyi de öğrenmiştim. Yazmaya
da sırf bunun için başlamıştım: ‘’Bir gün
yeterince sert ve hızlı bir roman
yazdığımda, yazmayı bırakacağım,’’
diyerek. Ne yazacağımı bile bilmiyorum.
Sahi ben kimim? Aramayı değerli kılan
nedir benim için ve bunu başlı başına bir
eylem biçimi olarak neden seviyorum?
4-
Anlamları cevapsızlıklarda gizli
hikayelerim vardı benim. ‘’Sen bir
delisin,’’ dedi gaipten gelen ses. Saat
hızla ilerliyordu ve ilk dersi çoktan
kaçırdığım da göz önünde
bulundurulursa, üniversiteye giden o
darboğazdan geçmeliydim. Aksi halde
bir kez daha ceza hukuku dersinden
kalacaktım.
Gitmeliydim ama nasıl giderdim? Eski
kız arkadaşım bana dönerse ona ikinci
bir şans verecek miydim? ‘’Baskılardan
kaçarken özgürlük mü çıldırtacak seni?’’
sorusunu kendime sorarken, sığınacak
tek bir manevi dalı olmayan ateist
insanların hem yaşam karşısında çok
güçlü, hem de ölüme çare
bulunamadığından duyulan o içsel
yalnızlıklarını benliğimin her bir
köşesinde ayrı ayrı duyumsadım.
Abartmış olmak istemem ama şehrin
tam göbeğinde öldürülme tehlikesiyle
her an yüzleşmek zorunda kalan zavallı
bir güvercin gibi titriyor bile olabilirdim. Sonra aniden derse gitmemeye ve her
gün bir başkasını üretmek zorunda
kaldığım bahanelerden bir tanesini daha
bulmaya karar verdim. Bakın aklıma ne
geldi: İnsan kalabilmek, hala biraz da
çocuk kalabilmekti benim nezdimde.
Öyleyse ben derse gitmek istemediğim
için hastalanmış olabilirdim ve annem
de beni nazlamak zorunda kalacağı için
bugünlük işinden izin alır, benimle
ilgilenirdi. Gerçi üniversiteye
geldiğimden beri annem yanımda
değildi, fakat pekala ben de kendi
kendimin hakkından gelebilirdim.
‘’Hastalanan küçük bir çocuk ne
yapabilir?’’ diye epeyce kafa yordum
öncelikle. Yarım saatlik bir beyin
fırtınasından sonra çizgi film izlemeye
karar verdim. Çay ve bisküviyle birlikte
çizgi film izlemeye çocukluğumdan beri
bayılıyorum. Biraz büyüyünce bisküviyi
kapı dışarı edip, bu güzide tabloyu
tamamlayacak başka bir argüman
aramaya başladığımda, çay ve sigaranın
hiç de fena bir fikir olmadığını
keşfetmiştim. Bunu keşfedeli yaklaşık beş yıl oluyor ve ben de yaklaşık beş
yıldır gün atlamaksızın günde iki paket
sigara içiyorum. Ama artık eskisi kadar
hızlı sayılmam. Doktor, kronikleşen
faranjitten kurtulmamın sigarayı
bırakmamla peyderpey aynı anlama
geldiğini söyledi. O gün bugündür garip
de bir ölüm korkusuyla cebelleşiyorum
ve bu yüzden güçbela da olsa, günde iki
pakete indirebilmeyi başardım sigarayı.
Gelgelelim, faranjit; istenmeyen varlığını
anbean daha belirgin hissettirmekte.
Çizgi film izlerken yaktığım her
sigaranın ardına ‘’aslında bu mereti
bırakabileceğimi’’ telkin etmeye
uğraşıyorum kendime. Ama olmuyor.
Ne demek olmuyor? Sayın okuyucu şu
an itibariyle, tam da sana bunları
yazarken sigarayı bırakma kararı aldım.
Sigara’yı bıraktım; çünkü sigara, başta
Amerikan şirketleri olmak üzere bana
bu sevimsiz dünyanın dayatısı. Bence
bütün dünya bir araya gelmiş ve beni
tez elden gebertebilmek için canhıraş
bir çaba sarf ediyor bile olabilir. Şu an itibarıyla fanatik bir Galatasaraylı olarak
Fenerbahçe’den ne denli
hazzetmiyorsam, sigaradan da o denli
hazzetmiyorum.
Aradan on dakika ya geçmiş ya
geçmemişti ki ‘’ Sigarayı benim için var
kılan beynimdeki düşüncesidir.
Beynimdeki zehri akıttığımda, bu çilekeş
vücut ister istemez birçok işkence gibi
buna da boyun eğecektir. Nasıl ki eski
sevgilimi yazarak yendim, gerekirse
sigarayı da yazarak yenerim; çünkü
adalete inanıyorum’’ şeklinde iç
geçirdiğimi hatırlıyorum. Evet adalete
inanıyordum, ama kıçından kan
damlayan bir adalete.
Ama bir saniye! Gerçekten bırakabilir
miyim? Ekmek ne kadar tatlı! Çay nasıl
da sıcak! Kesmiyor, neden hiçbir şey
kesmiyor? İzlediğim filme neden
konsantre olamıyorum? Aman Tanrım,
sanki başka hiçbir şey düşünemiyorum.
Ekmek niçin bu kadar taze! Beethoven
seni hissedemiyorum, Beethoven seni
hissedemiyorum, Beethoven bu notaları yazarken kaç paket sigara devirdin bre
insafsız! Sürekli sakız çiğnemek isteyen
midem, ne tür bir mahlukatsın sen
böyle? Ey ağzım, rica etsem iki saniye
boş durur musun? Acaba bırakabilecek
miyim? Uyumayı denesem belki birkaç
saatliğine bu lanet olası nefis
imtihanından kurtulabilirim. Acaba diğer
insanlar nasıl bu kadar çok ve bu kadar
kolayına uyuyabiliyorlar? İçimden
sokağa çıkıp gözüme ilk ilişen
apartman ziline asılmak ve ‘’kalkın ulan,
anca beraber kanca beraber!’’ diye
bağırmak geliyor. Uyanmamakta
diretirlerse zorla uyandırıp karşıma ilk
çıkanın şakağına sert bir Osmanlı tokadı
indirebilirim. Lisede öğretmenlerimden
öğrendiğim en hayati bilgiler
sıralamasında kuşkusuz ilk on içinde
hiç zorlanmadan kendine yer bulacaktır
Osmanlı tokadı. Bu arada ellerim
uyuşuyor ve üstüne üstlük el ve ayak
parmaklarımı hissetmekte güçlük
çekiyorum. Sigarayı bıraktım, peki
sigara da benim yakamı bırakacak mı?
Aman… İki saatliğine bıraktım. Bırakabileceğimi kendime kanıtladığıma
göre, sigaraya başlıyorum; çünkü siz, bu
hikayeyi hak ediyorsunuz…
5-
Hastanenin önünde bir banka
oturmuştu. Yokuş yukarı inilmese de
inatla inen ve yokuş aşağı çıkılmasa da
yaşam denen şu soluksuz tiradı ve dahi
o yokuşu inatla çıkan insanları seyretti
bir süre. Telaşla koşuşturan hasta
yakınlarına ve sedyelerle taşınan
hastalara baktı. Surat ifadeleri aynıydı.
Hepsinin yüzünden bu dünyaya
nedensiz gelişimiz ve nedensiz
gidişimizin biraz burukça öfkeli ve biraz
da kadere kırgın ifadesi okunuyordu.
Asfalt yol tozluydu, kaldırım ondan da
tozluydu. Bir ara toprakta gezinen şirin
bir solucana baktı. Heyecanla oradan
oraya, oradan da oraya kıvrılıyordu.
Sanki bu dünyaya neden geldiğini bir tek
o biliyormuşçasına bir neşesi vardı. O
solucana gülümsedi ve onu yakalamak, onunla arkadaş olmak istedi. Birisiyle
nasıl arkadaş olunduğunu çoktan
unutmuştu. En son birisiyle arkadaş
olduğunda ilkokula gidiyordu ve
bahsettiğimiz zaman dilimi bundan tam
otuz beş yıl öncesiydi. Gülümsemesi
durulduğunda birden kendini kastı ve
ağlamak istedi. Ağlayamadı,
ağlayamayınca ağlayamayacak kadar
yorgun olduğunu fark etti. Kırgındı, bir
şeylere kırgındı ve evet nelere kırgın
olduğunu biliyordu. Bir tek o biliyordu
bunu ve ondan başka hiç kimsenin
bilmesinin mümkünü yoktu. Başını
usulca kaldırdı ve gökyüzüne baktı:
Hava kapalıydı, bulutlar şekilsiz bir hal
almıştı, uzaklarda bir yerlerde yağmurun
yağdığını ve ekinlerin neşeyle
gülümsediğini tahmin etmek onun gibi
çocukluğu köy yerinde geçmiş bir adam
için hiç de zor değildi. Yağmurun
yağması için tanrıya dua etti. Sonra
birden duraksadı ve otuz yıldır ilk kez
dua ettiğini fark etti. Bu kez ağlıyordu.
‘’Canan seni seviyorum,’’ diye hıçkıra
tıksıra ağlamaya başladı. Ağlarken gözünden süzülen gözyaşları en az
suratındaki çatlaklar kadar iğrençti.
Yolun yorgunluğu okunuyordu bu sıska
suratın fay hatlarından. Beklenmeyen
bir elin omzuna dokunmasının ardından
aniden irkilerek gözyaşlarına bir
susturucu taktı. ‘’Neden ağladığınızı
sorabilir miyim?’’ diyen bu ses, üstü başı
hayli pasaklı bir dilenciye aitti. ‘’Bu seni
hiç ilgilendirmez kahrolası orospu
çocuğu,’’ dedi. Dilenci üzgün bir surat
ifadesi takındı ve nasıl beklenmeyen bir
mucize gibi geldiyse, aynen öylece
çekip gitti. Şimdi sinirliydi. ‘’Şehrin her
tarafını zapt etmiş bu orospu
çocuklarından bıktım usandım,’’ diye
mırıldandı. Sonra garip bir şekilde
öfkesi yatıştı ve kendinden utanmaya
başladı. Bir insanın neden ve ne şekilde
dilenci olmuş olabileceğini düşünmeye
başladı. Açıkçası kendine şaşırıyordu;
çünkü kendisi hakkında bile düşünmeyi
bırakalı yıllar olmuştu. Hukuk
fakültesinden diplomasını aldığı günü
hatırladı. Annesi, babası ve kız kardeşi
adeta hiç ölmeyecekmişiz gibi kibirlenmiş, konu komşuya caka satmış,
kurban kesmiş, mahallede sanırsınız ki
hayata karşı kazanılmış mutlak bir
galibiyeti kutlamışlardı. Cüzdanının
arasına dürülmüş diplomayı çıkardı ve
uzun uzun baktı. Her yanı yara bere
içindeki bu kirli diploma okulu
birincilikle bitirdiğinin şu hayattaki tek
kanıtıydı ve herkes yıllarca emek
verilerek kazanılmış bu diplomayı
çoktan unutmuş olmalıydı. Hafif bir
rüzgar kepçe kulaklarını taramış, kısa
kesim saçlarının arasından süzülen
küçük yağmur damlalarınıysa iliklerine
kadar duyumsamıştı. ‘’Hakim bey,’’ dedi
bir ses. ‘’Siz ilçemizin velinimetisiniz
efendim. Verin o nurlu ellerinizden bir
kerecik öpeyim efendim,’’ diye seslendi.
Onu kıramadı ve sağ elini dudaklarına
doğru uzattı. Kendini bir an için hiç
ölmemiş ve asla ölmeyecek bir firavun
kadar güçlü hissetti. Aynı ses hiç
susmaya niyeti yokmuşçasına
konuşmaya devam etti: ‘’ Efendim bizler
devletimize ve yasalarımıza sonuna
kadar bağlı birer yurttaş olaraktan sizin gibi onurlu insanları ilçemizde
ağırlamaktan büyük gurur duymaktayız.
Ben askerliğimi Diyarbakır’da komando
tugayında yaptım. Gerçi sizlerin
vatanımıza ve milletimize ettiği
hizmetin yanında bizimkisinin lafı bile
olmaz ama söylemesi ayıp üç tane de
leşim var. Bu vatan için üç tane oğlumu
da çakı gibi yetiştiriyorum. Başka ne işe
yarayacaklar ki? Varsın güzel vatanıma
kurban olsunlar. ‘’
Artık çok sıkılmıştı. Böylesini iyi bildiğini
bir an için unuttuğundan dolayı
kendisinden ne kadar utandığını
hesaplamaya çalıştı. Mesleki tecrübenin
de getirdiği bir tür gündelik bilgiyle
handiyse insan sarrafı sayılabilecek
kadar insanların ağızlarından çıkan
sözcüklerin nereye doğru yol alacağını
bilirdi. İpek gömleğinin sol cebinden bir
sigara çıkardı ve düşünmeksizin adama
doğru uzattı. Adam, ‘’olur mu hakim
bey,’’ dedi, ‘’sizin gibi devlet erkanının
yanında sigara içmek bizim gibi
ırgatlara hiç yakışık alır mı,’’ diye ekledi.
Bunun üzerine fazla da üstelemeye lüzum görmedi ve sigarasından derin bir
fırt çekti. Artık daha fazla nutuk
dinlemeye sabredemedi: ‘’Hadi bakalım
çıkar şu baklayı ağzından, ne
söyleyeceksen söyle de, sonra beni
kendime bırak, işim gücüm var.’’ Şey’’
diye lafı ağzında geveledi öncelikle
adam. Ardından ‘’hakim bey yanlış
anlamayın ama bizim kayın biraderin
birkaç dönümlük bir arazisi var, yıllardır
kimseye ait olmadığından orayı ekip
biçerek geçinir; fakat birdenbire elinde
bir tapuyla bir adam çıkageldi ve bizim
kayınbiraderi yaka paça dışarı attı
tarlasından. Düşündüm ki sizin
yapabileceğiniz muhakkak küçük bir
iyilik vardır bu hususta. ‘’
Adamı sabırla dinledikten sonra yıllarca
içilen sigaranın ve otorite olmanın
getirdiği bas bir ses tonunda ‘’yanlış
düşünmüşsün efendi,’’ dedi, ‘’adamın
tapusu varsa benim bu konuda hiçbir
faydam dokunmaz, neticesinde hak var
hukuk var bu ülkede.’’ Adam tekrar tekrar özür dileyerek ayrıldı
onun karşısından. ‘’Cehaletten
tiksiniyorum,’’ diye mırıldandı. Sonra
garip bir şekilde kendinden utanmaya
başladı. Az evvel yanına gelen adamı
birine benzetmişti. Ama kime
benzetmiş olabilirdi? ‘’Tabi ya…’’ diye
mırıldandı. Adam neredeyse babasının
kopyasıydı. Canı sıkıldı. Sigarasından
sert bir çekiş aldı. Garip bir şekilde
boyut değiştirmiş gibi oldu bir anda.
Kendi bilinçaltına inmeyi başarmıştı.
Hikayenin geri kalanını ondan dinleyelim
mi?
6-
Pencereler kapandı, perdeler kapandı,
müzik; apartman komşuları ve çevre
sakinlerinin iliklerine kadar rahatsız
olmaları ve akabinde sekiz numaranın
kapısına dayanmaları pahasına son
raddeye dayandı – kapıyı tekmeleyen ve
zilin ümüğünü sıkan dahi olsa o kapı
açılmayacak, noktalama işaretleri umursanmayacak, edebi kaygılar
olmayacak, tek satır okunmayacak, iki
karton sigara masanın üzerine bırakıldı,
uyunmayacak, saçlar taranmayacak,
açlıktan geberecek hale düşmeden
kalkıp tıkınmak yok, dudaklar çatlayıp
da musluktan kan damlayana dek su
içmek yok, temizlenmek yok, terden
boğularak veya ter kokusundan
bayılarak ölen bugüne dek lanetli
dünyamızın yalancı tarihinde
okunmadığına göre üzerimdeki
kıyafetleri değiştirmek kesinlikle yasak,
telefon, televizyon ve internet yasak,
günde birkaç posta boşalmak yasak!
Neden mi? Önümde tamı tamına bir
saat var öykümü yazabilmek için ve üç
senedir defalarca denememe rağmen
bir türlü öykü yazamasam da, bu defa
bu iş olacak; çünkü bu bir iş; üstelik de
bu adam bu işi beceremezse ölecek.
Geriye dönüp yazdıklarımı okumaya
vakit bile kalacağını sanmıyorum, fakat
sizden yapılması pek muhtemel bin tür
hata için de özür dilemek niyetinde değilim. Bu bir ölüm kalım meselesi ve
söz konusu olan da benim. Toplum
sikimde bile değil. Dostoyevski gibi
ölümsüz bir yazar değil, aksine ölümlü
bir insan olduğumdan da bu önsözü
iliştirmek gereği hissettim… Ve şunu
unutmayın: ben hepinizin bir gün fark
edeceği bilinçaltıyım. Burada size
kusursuz bir hikaye değil, ölümlü bir
insan sunuyorum. Ölümlü bir insan, aynı
zamanda kusurlu bir hikaye demektir.
‘’Maymun iştahlısın, o yüzden
beceremeyeceksin!’’ diye fısıldadı
gaipten gelen ses. Önümdeki klavyenin
tuşları kullanılmaktan kirli beyaza
dönmüştü, kafam allak bullaktı, Allahtan
bu sese inanmıyordum. Böylece başladı
bu hikaye…
Uyandığında sırılsıklamdı terden.
Gördüğü ürkütücü rüyayı hayal meyal
hatırlamakla birlikte, kulaklarında sağır
edici bir zonklama vardı. İster istemez
bir süre çevreye kulak kesildi, sağa
döndü, sola döndü, yatağının kenarından tül perdeyi araladı ve
sokağa göz attı. Ama yok, yok!
Zonklamanın kaynağını bir türlü
bulamadı. Vaziyet gerçekten rahatsız
ediciydi.
Aradan yaklaşık bir dokuz dakika
geçtiğinde kulaklar ve
anlamlandırılamayan zonklama
arasında sessiz sedasız bir anlaşma
yürürlüğe girmiş gibiydi, zonklama en az
eskisi kadar varlığını devam ettirmekle
birlikte, sanki doğduğundan beri bu
böyleymiş gibisinden bir kanıksama hali
söz konusu olduğundan, rahatsızlık;
çözümleyemediğimiz diğer bütün
problemlerimizde olduğu gibi
bastırılmıştı. Duvardaki el işi duvar
saatine baktı. ‘’Sikeyim,’’ dedi aynı anda.
Saat tam dokuzdu, çalar saati sekiz
buçuğa kurduğuna emindi, hayır üstüne
üstlük yemin edebilirdi ki tek bir damla
alkol almamıştı ağzına, tamam bir
kadeh viski içmişti içmesine, ama
birkaç damla yalandan nasılsa ölen
olmamıştı. Her neyse, sonuçta Ceza Hukuku sınavını kaçırmıştı, zaten son üç
senedir ya sınavı kaçırmış ya da safi
keyfinden gitmemişti sınava.
Kendinden utanmak mı, pişmanlık mı,
üzüntü mü? Hayır, tüm bu insani
duyguların hiçbirinden eser yoktu onda.
Bu sabah birtakım kurallar, birtakım
kuralsızlıklarla yer değiştirmiş gibiydi.
Ağzından çıkan ‘’sikeyim!’’ kelimesini
söylerken ise, öyle sandığınız gibi korku
ve telaş karışımı bir surat ifadesi
takınmamış, aksine düzüşmekten
zevkten dört köşe olmuş arsız bir sokak
köpeği gibi boşalırcasına bir rahatlama
gayesi gütmüştü. Sigara ve fare
pisliğinden, e biraz da ter ve tozdan pert
olmuş yer yatağının karşısındaki
duvarda ‘’Kaybettiklerin asla
kaybolmayacak zaferlerindir!’’ yazılıydı.
İşitme problemi olan bir insanın dahi
rahatlıkla duyabileceği bir ses rengiyle
boyadı kulakları sağır eden o som
sessizliği:
- Kaybettiklerin asla kaybolmayacak zaferlerindir!
Banyoya doğru nevrotik kahkahalar
eşliğinde seğirtirken, aynı anda bir defa
da içinden tekrarladı bu cümleyi. Düş
kırıkları ve karamsarlık, içsel bir
demokratik devrim yapmıştı. Kan yoktu,
zorbalık yoktu, her şey vücudun en
doğal cinsel dürtüleri doğrultusunda ve
gayet tıkırında yürümüştü. Oysa
uyarılma yoktu, hayal kurmak yoktu,
sonsuz bir mutluluğu başka bir kadının
bedeninde aramak gibi çocukça bir
budalalıktan eser yoktu. Boşaldığı anda
suda boğulan benliğinin ardından,
suyun kaldırma kuvvetini bulan bir
adam gibi çırılçıplak bir neşeyle bağırdı:
- Boş gururu bir kaşık suda boğmak,
körpe bir kaltağın kaf dağını
dağıtmaktan çok daha seksi ve bir o
kadar da cezp edici!
Duşun altında gazı alınmış bir lastik top
gibi küçüldü titrek ve cılız bedeni.
Saatlerce bir köşede öylece cenin
pozisyonunda kaldı. Yarı uyur yarı uyanık tüketilen birkaç ton suyun
ardından, cep telefonunun halen bu
lanet olası gösteriş dünyasında
yaşadığının müjdeleyicisi sesiyle birlikte
doğruldu ve telefona doğru büyüdü.
- Ne var?
- Kaç zamandır senden haber
alamıyoruz oğlum Kemal iyi misin,
bütün arkadaşlar çok merak ettiler seni,
neredesin, anlayamıyoruz oğlum seni,
ne yapmaya çalışıyorsun vallahi billahi
anlayamıyoruz, Allah seni inandırsın
sınav süresince seni düşünmekten
doğru düzgün üç satır iliştiremedim
sınav kağıdına, dün Cuma Namazına da
gitmemişsin, ondan önceki gün halı
saha maçına da gelmedin, ne bir haber
vermek, oğlum insan bir haber verir ya,
bir aydır yüzünü gören cennetlik… ne
oldu oğlum sen böyle yapmazdın, sahi
iyisin ya?
- Halen yaşadığıma göre başka bir
sorun var mı?- Unut oğlum artık şu kızı, siktir et amına
koyim, bu kadar güçsüz bir adam
değilsin sen…
- Bak Vedat varlığınla beni yalnızlığa
sürüklüyorsun, bilmem anlatabildim mi?
Bunun öz Türkçesini duymak istersen,
bu; şu demek: Bi siktir git, onu da
sikeyim, seni de!
Ahize şiddetle kapandı. Açık unutulan
duş musluğu, insanın dimağında müthiş
bir Çin işkencesi tadı bırakıyordu ya da
belki su sesinden ziyade anbean
varlığını daha bir benimseten
zonklamaydı Kemal’in baş ağrısının
nedeni. Musluğu kapatırken, kulağımın
da bir vanası olsa diye düşündü Kemal.
Aniden kaykılarak hastaneye gitme
kararı aldı. Artık ne olduğunu bir türlü
çözümleyemediği sorunlarından
kurtulmanın çoktan vakti gelmişti de
geçiyordu bile. Hemen bir psikiyatra
gözükecekti. Geçen gün kavga ettiği
orospu çocuklarından biri karşısına çıkarsa diye Suriye’den getirttiği kaçak
silahı da yanına almıştı. Hastane yolu
boyunca hiçbir şey düşünmemeyi
düşünmekten başka hiçbir şey
düşünmedi. Hastane kapısından içeri
girerken elindeki sigarayı yere atmak
maksadıyla arkasını döndüğünde onu
gördü ve başka hiçbir şey düşünmedi.
Yalnızca ‘’baba’’ dedi, tetiğe bastı ve
yaşlı adamı öldürdü. Bu coğrafyada
insanlar bir gülümsemeyi
başarabildiklerinde bir de babaları
öldüklerinde büyürler. Gülümsemeyi
asla başaramayacağına göre, eğer
gerçekten babasını öldürmeyi
başarabilseydi, belki de sahiden
büyümeyi de başarabilirdi. Ama az
sonra tüm bu yaşananların yalnızca bir
gündüz düşü olduğunun ayırdına vardı.
7-
Katı kuralları vardı onun, prensipleri
vardı. Yıllardır böyleydi. O hakimdi. Bir
hakim sert olmalıydı, vakur durmalıydı, eşrafla fazla haşır neşir olmamalıydı, işi
gereği dostu olmamalıydı. Siyasal
iktidarlarla arasındaki duygusal mesafe
her an değişeceklermiş gibi uzak, hiç
gitmeyeceklermişçesine yakın
olmalıydı. Haddini bilmeli ama haddimi
bildim dememeliydi. Fazla dost insanı
makamından ederdi. Sonra birden
bilinçdışı bir şekilde dizlerinin bağı
çözüldü ve az evvel oturmakta olduğu
hastane bankına tekrardan gömüldü.
Ağır konuşmuştu doktor, bir hakime
konuşulmaması gerektiği kadar ağır
konuşmuştu. ‘’Ne yaptım,’’ dedi ‘’ben
böyle kendime?’’ Bir kez daha
ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Zaman acımasız bir cellat olmuştu ve
herkes için başka bir mahkeme
kurulmuştu şimdi. Saatler bir değildi.
Çocuk arabasıyla önünden geçen bir
anneyi görünce bunları düşündü. Orda
yaşam vardı, sevgi vardı, emek vardı,
zamanın bir önemi yoktu. Onlar için
zaman bir şekilde geçerdi; çünkü ne
zaman öleceğini bilmediğimiz bütün
zamanlar çabuk geçerdi. Bir tür ölümsüzlük anlamına gelen zamansızlık
duygusunu bir tek ne zaman öleceğini
bilen hastalar ve intihar edenler
bilebilirdi. Yaşarken zaman
kavramından soyutlanabilmemiz için
akli dengemizi yitirmemiz gerektiğini
düşündü. Daha önce farkında olmadan
birkaç kez daha bunu düşünmüş
olabileceğini düşündü. Bazen yıllarca
yargıladığı katillere ne kadar özendiğini
şimdi fark etti, çünkü hapishanede ömür
boyu yatmakta olan bir hükümlü için
umut yoktu, başka bir yer yoktu, hareket
etme istemi yoktu. Koşmak ve uzağa
gitmek dururken yıllar yılı oturduğu
koltukta çalışıp kalmanın ona ne kadar
saçma ve kahredici geldiğini henüz fark
etti. ‘’Allah bütün dünyanın belasını
versin!’’ diye doyasıya bağırmak geçti
içinden. Ama öleceğini bildiği halde
bunu gene de yapamadı. Terbiyeli bir
insan böylesine edepsiz hareketlerde
bulunmazdı. Öleceğini bildiğin halde
istediğin kadar küfür edebilme
özgürlüğüne sahip olamamak, üstüne
üstlük kendi özgürlüğünün sınırlarını kendi zihninde çiziyor olmanın insanı ne
kadar kahrettiğini düşündü. Artık
özgürdü; ne yasalar ne ahlak kuralları
vardı. ‘’Az evvel ne dedim ben öyle Allah
mı?’’ diye mırıldandı. Affeder miydi?
Birkaç saniye sonra ‘’pardon bakar
mısınız,’’ diyen bir ses işitti.
Soru soran adam yaşlı ve bunak herifin
tekiydi. Şimdi sorularla muhatap
olmanın sırası değildi. Asıl mahkeme
dünyevi bir muhasebenin muhakemesi
olarak akıldan geçiyordu. Ama hangi
akıl, diye düşünürken yaşlı adam bir kez
daha seslendi: ‘’Pardon beyefendi bir
saniye bakar mısınız?’’ Tam ‘’ne var
yaşlı bunak’’ diyecekti ki, saniyenin
binde biri kadar bir zaman zarfında
öleceğini bilmesine rağmen
benliğindeki bu uhrevi kibrin de nereden
geliyor olabileceğini düşündü. ‘’Buyurun
beyefendi’’ dedi ama yaşlı adamı
dinlemedi. Yaşlı adam meramını
anlatadursun, o bir kez daha kendini
dinlemeyi ve kendi benliğinde öleceğini
öğrendiğinden beri ortaya çıkan
sorulara verebildiği kadar rahatlatıcı cevaplar vermeye çalışıyordu. Sonra
birden ‘’öleceğimi ve bu dünyadan
göçüp gideceğimi bildiğim halde hala
kendimi günlük kaygılara verilen sıradan
cevaplarla rahatlatmaya çalışmam ne
kadar da komik ve içler acısı,’’ diye
düşündü. Az evvel adama hitap ederken
‘’yaşlı bunak’’ gibi hiç de hoş olmayan
bir söz öbeği kullanmıştı. Bunak
sözcüğünden ötürü Allaha yalvardı,
‘’Allahım sen beni affet,’’ diye içinden
birkaç kez tekrarladı. Hemen akabinde
ilkokuldan sonra kullanmaya lüzum
görmediği Arapça dualardan birkaçının
hala hafızasında olduğunu fark etti.
Temizlenmesi mümkün olmayan bir
lağım çukuruna dönen o hafızayı o
kadar çok zorlamıştı ki bilinç dışı bir
şekilde –istemsiz- dışından hem de
seslice konuşmaya başladı:
Elhamdürillahi rabbil alemin…
Yaşlı adam bankın bir köşesine adeta
bir sığıntı gibi ilişmişti. Birkaç kez
‘’beyefendi beni dinliyor musunuz,’’ diye
sorup durdu. Kendi sorduğu soruyu
kendisi cevaplamak zorunda kaldı: Hayır dinlemiyorsunuz… O başka bir
alemdeydi. Sahi az evvel yaşlı adam
demişti. Yaşlıyı ve genci kim belirliyordu
ki? Bunu o olmaz olasıca doktor, tıbbın
en ileri makinelerinden biriyle
kanıtlamamış mıydı? ‘’Kanser!’’
dememiş miydi? Bunu söylerken
herhangi bir anlamsızlığı
anlamlandırdığını sanan her zavallı gibi
neredeyse sevinmişti. Oysa ölüm varsa
anlam yoktu. Aramak ve
anlamlandırmak yoktu. Acaba öyle
miydi? Allah’ım sen yardım et, yoksa
çıldıracağım diye yakardı içinden. Sonra
dışından birkaç aya kadar öleceğini
bilen bir adam delirse ne olur ki, dedi.
Bu sırada yaşlı adam zarifçe bir el
hareketiyle onu dürtükledi: ‘’Beyefendi
eğer birkaç dakikanızı ayırma
zahmetinde bulunabilirseniz size iki çift
laf edip gideceğim,’’ dedi. Yaşlı adam
böylesine uzun ve sunturlu bir cümleyi
kurarken ne kadar da genç gözüktü
gözüne. ‘’İşte hala anlamlandırmaya
çalışıyorum,’’ diye mırıldandı. Hala
dünyayı anlamlandırmaya çalışmasına oldukça sinirlenmişti ve bu durum yüz
hatlarının gerginliğinden rahatlıkla
anlaşılabilecek denli cüretkardı. İşte
şimdi yaşlı adama handiyse bir
suçluymuşçasına öfkeli bakarken ‘’genç
olsa ne, olmasa ne,’’ dedi. ‘’Anlamadım,’’
diye karşılık verdi yaşlı adam. ‘’Boşver’’
dedi dışından, ‘’ben yıllardır yaşadığım
bu hayattan hiçbir bok anlamadım ve
artık anlamaya çalışmam için de
sanırım çok geç,’’ dedi içinden ve birden
yaşlı adama döndü: Buyurun siz ne
söylüyordunuz? ‘’Oğlum…’’ dedi yaşlı
adam, ‘’müebbet verdiniz ve o
suçsuzdu, yanlış anlamayın sizi
yargılamak bana düşmez, sadece bunu
bilin istedim.’’
O anda bir şeyler söylemek istedi yaşlı
adama. Dökülmedi dudaklarından
hantallaşan sözcükler. Konuşabilseydi
‘’nereden bilebilirdim’’ diyecekti, ‘’bu
dünyada neyi kim bilebilir?’’ diyecekti,
ama konuşamadı. Yaşlı adam, ölüm gibi
ağır ağır kalktı ve hayata doğru yollandı.
Nasılsa yaşlı adam yok, diye düşündü.
Artık nasılsa yaşlı adamı görmüyordu. ‘’O bir düşünceydi ve gitti, belki de hiç
olmadı, olmadı dersem olmaz,’’ diye
telkin etmeye çalıştı kendine.
Olmayacak dersem, ölüm de mi olmaz,
diye sordu sonra havada salınan bir
boşluğa. O an, insan evladının uzayda
ne kadar çaresiz bir yer kapladığını,
ondan başka hiç kimse bu kadar
şiddetli hissediyor olamazdı. Bunu
düşündü; çünkü düşünebilen herkes,
herkesten önce kendini düşünecek
kadar zavallıdır, dedi. Sonra ‘’böyle mi,’’
diye sordu kendine ‘’yangında
kendinden önce bebeğini düşünen bir
anne, düşünemeyecek kadar aptal mıdır
sence?’’ diye yanıtladı kendini. Kendi
ürettiğinin antitezini de üreten bir beyin
kadar kötü bir birey imha silahı
olmamalıydı. Bir an için buna sevindi;
çünkü kendini özel hissetti, sonra birden
histerik kahkahalarla gülmeye başladı
ve ‘’seni gidi geri zekalı çatlak,’’ diye
bağırdı. O an oradan geçen birkaç kişi
‘’ne tür deliler var bu dünyada,’’ dedi.
Bunun üzerine insanın kendi
çaresizliğini kendinden başka hiç kimsenin bilemeyeceğini, eğer anlamak
isterse insanı kendisi kadar hiç
kimsenin anlayamayacağını kanının son
damlasına kadar idrak etti.
‘’Ama anlayınca ne oluyor ki?’’ diye
sordu kendine. Neyi ne kadar bilirsek
bilelim, bir gün görmeyeceğimiz bir
sabah olduğu müddetçe varlığının
bilgisi neye yarardı? Varlığımı kabul
etmek ve diğerlerinden daha fazla var
olma istemim, aynı zamanda şeytani bir
kibirse ve varlığımı yaratan başka bir
varlık varsa, ne kadar da anlamsız bir
varlığım diye düşündü. Sonra aniden
gülmeye başladı ve ‘’ne o öleceğini
öğrenince başımıza filozof mu kesildin
hakim bey?’’ diye sordu kendine.
Soruları soran ben miyim, yoksa bu
soruları da sorduran başka bir varlık mı
var; eğer öyleyse gerçekten düşünülerek
sorulmuş hiçbir soru saçma olamaz,’’
diye mırıldandı.
Hava kararmıştı, ve artık düşünmekten
beyni peyderpey helak olmuştu. Ama
bunun bir önemi olmadığını düşündü. Nasılsa birkaç ay içinde öleceğini
biliyordu ve ‘’ha bir gün önce ha bir gün
sonra,’’ dedi. Sonra ‘’acaba öyle mi?’’
diye sordu kendine. Bir süre
soluklanınca, biraz önce yanında oturan
yaşlı adamın oğlunu düşündü. Kim bilir,
belki de boş yere hapiste yatmıştı ve
üstelik de onun kararıyla. İnsanın kendi
kaderini tayin edememesi ne kötü, dedi.
Sonra ‘’iyi ama öyle mi?’’ diye sordu.
İntihar, her zaman için iyi bir olasılıktı;
fakat insanı intihara yönlendiren
çevresel koşullar neyin nesi oluyordu
öyleyse? Hiçliğini fark eden nihilizmin
pençesindeki insan, yalnızca intihar
ederek kendini mi tatmin ettiğini
sanıyordu; çünkü hiç kimse durup
dururken intihar etmiyordu. Ya bir
başkasını cezalandırmak ya da artık
daha fazla bu dünyaya katlanamamak,
kahrolan varlığı yokluk sandığı başka bir
dünyaya mı gönderiyordu? ‘’Sahi’’ dedi,
‘’öbür dünya var mı?’’ Aynı anda
‘’Allah’ım sen aklıma mukayyet ol,’’ diye
mırıldandı. Bir kez daha dua okumaya
başladı: Elhamdürillahi rabbil alemin… Yarım saat kadar öylece yarı uyur yarı
uyanık vaziyette kestirdi koltukta.
Akşamın ilk karanlığı kenti boydan boya
yokluğa sürüklemişti. Az önce az ileride
duran ağaç artık yoktu. ‘’Görmüyor
olmam onu yok etmez,’’ dedi kendi
kendine. ‘’Ölümü kabullenmek
istemediğini kabul et artık,’’ dedi, ‘’çünkü
ölümü kabullenseydin ölümü yaratanı
da kabullenecektin; aksi halde önünden
gelip geçmekte olan insanların da, iyi ve
kötünün de yani ahlakın da, ahlak
olmayınca toplumun da bir anlamı
kalmıyor.’’ ‘’İyi ama bütün bunların bir
anlamı olmak zorunda değil ve zaten
dünyayı da kelimelerle
anlamlandırıyoruz, eğer kelimeler
olmasaydı belki ölümün bilgisini bile
düşünmeyecektin; çünkü bilmekle
düşünmek aynı şey değil,’’ dedi. ‘’Ölümü
bilirdin ama düşünmezdin, böylece
birkaç ayın kaldığını bildiğin halde
gülebilmeyi ve rutin hayatına devam
edebilmeyi başarırdın.’’ Sonra bir süre
düşünmemeyi ve boş vermeyi düşündü
ve bir süre de hiçbir şey düşünmedi. ‘’İyi misiniz,’’ dedi bir ses. Kapalı olan
gözlerini açtığında bir iki kez ovuşturma
gereği hissetti. Elleri kirli olmalıydı;
çünkü gözleri olağan dışı yanmaya
başladı; ama nasılsa öleceğini bildiği
için bunu önemsemedi. ‘’Sahi’’ dedi
birden, ‘’herkes bir gün öleceğini
bilmenin dışında gerçekten ölümü
düşünseydi, bu dünya şartların
bugünkünden çok daha eşit olduğu bir
yer olurdu; çünkü o zaman insanın
maddeye olan taparcasına olan sevdası
diner ve gül gibi geçinir giderdik.’’
Madde olmadan insan yaşayabilir miydi,
diye düşündü sonra. Kendine verdiği
yanıt: İnsan çırılçıplak doğduğuna göre
çırılçıplak gezmiyor olmamız ahlakı bir
kenara bırakırsak, oldukça saçma;
öyleyse insan madde olmadan da
yapabilir, oldu. Ahlakı yaratanın da
yüzyıllardır süregelen devrimsel
süreçler olduğunu ve inandığı ya da
inanmak istediği Allah’ın buyruklarının
bile aslında devletin tekelinde olduğunu
düşündü; çünkü çocukluğunda Kur’an
okumuş, ve hadislere, İslam alimlerine bir parça göz gezdirmişti. Müslümanlık
bile devletin tekelinde ve devlet izin
verdiği kadar Müslüman olabiliyoruz,
diye hayıflandı. Diyanet ne güne
duruyordu!
Dilenciye ait olduğunu henüz fark ettiği
o ses bir kez daha ‘’iyi misiniz?’’ diye
sordu. Bardaktan boşanan bir
yağmurcasına ağlamaya başladı; çünkü
sokaktan onca insan geçmesine
rağmen hiç kimse bir dilenci kadar
sencil olmamış, herkes uzun uzadıya bir
koşturmanın peşinde, birçoğu nereye
gittiğini bile bilmez bir halde, ama son
kertede kendi derdine düşmüştü. ‘’Özür
dilerim beni affet,’’ diye yalvarmalar
eşliğinde dilencinin boynuna
sarıldığında, dehşetli pis koktuğunu
duyumsadı ve bir an için tiksinip
tiksinmemekte tereddüt etmesine
rağmen nefsine yenik düşmeyerek
‘’sana yaptığım terbiyesizlik için beni
affet!’’ dedi.
Dilenci buz gibi bakıyordu; ama
inanılmaz kederli bir ses tonunda ‘’derdiniz nedir?’’ diye sordu. Birkaç ay
sonra öleceğini söyledi dilenciye.
Dilenci gülümsedi ve ‘’birgün hepimiz
öleceğiz, kimin kimden önce gideceğini
bir tek Allah bilir,’’ dedi. Bir yandan
ağlamaya devam ediyordu ve
hıçkırıkların arasından güçlükle
işitilebilen bir ses tonunda ‘’ben bu
dünyada kendim için, Allah için hiçbir
şey yapmadığım gibi, bir başkası için de
hiçbir şey yapmamış günahkar
pezevengin tekiyim’’ dedi. Dilenci ‘’Yap
öyleyse!’’ diye bağırırken normallerce
komik gelebilecek denli uhrevi bir
kimliğe bürünmüştü. ‘’Ölmediğin
müddetçe ölüm konusunda Allahtan
umut kesilmez, kendin için ne
yapabileceğine gelince… bunu sen
bileceksin; bir insanın özgür iradesiyle
yapacağı seçimlere karışmaya
hiçbirimizin hakkı yok,’’ dedi ve arkasına
bir kez daha bakmaya gerek
duymayarak çekti gitti.
Ne yapabilirdi? Cebinden bir sigara
çıkardı ve çakmağın bozulduğunu fark
ettiğinde çocuk gibi bir gülümseme belirdi o aksi suretinde. Tabi ya… dedi.
Sigarayı bırakma kararı aldı. Yirmi beş
yıl kadar önce bir psikiyatr ‘’sen
şizofrensin ve bu yüzden çok sigara
içiyorsun, sigarayı bırakamazsın,’’
demişti. Varlığını böyle anlamlandırdı ve
yaklaşık üç ay sonra ölene dek bir daha
hiç sigara içmedi; çünkü neredeyse
sigarayı bırakabilmek için üç ay
boyunca kendi nefsiyle mücadele etmiş
ve ölüm korkusu aklına bile gelmemişti.
Hikayenin yazarı olarak kahramanımın
bilinçaltına gittim ve sordum: Neden
böyle öldürdün onu? Ben onu
öldürürken dudaklarından dökülen
sözcükler şunlar oldu: İnsanın kendi
nefsiyle mücadele edecek sorunları
olmalı, bütünüyle boşluğa düşen insan,
zaten yaşarken de ölmüştür.’’
Neticede oğul, babanın kaderini yaşadı.
Akciğer kanserinden ölmüştü babası,
akciğer kanserinden öldü Kemal.