Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

can sıkıntısının iki kaynağı
Onun anlamları üzerine yazmaya devam edeceğim inşallah. Can sıkıntısının iki kaynağı   Bilhassa uzun mesafe uçak yolculuklarında, yolculara ilk servis edilen şeyin “kulaklık” olması bana hep ilginç gelmiştir. Nispeten dar bir mekân olan kabin içinde, bir koltuğa çivilenmişçesine, saatler boyu yolculuk “sıkıcı” gelir insana. Yolcular büyüklere has oyuncaklarla meşgul edilmelidir: Kulaklıklar servis edilir. Kulaklıkla bulunduğu mekândan soyutlanarak bir müzik parçasının ya da bir filmin heyecanına kapılarak kendini “eğlemek,” sıkıntı hissini geçirmez, yalnızca üstünü örter. Ya da hissetmeyi engeller. Amaç da zaten budur. Beklemek de sıkıcı gelir insana, çünkü beklemek bir nevi eylemsizlik, faaliyetsizliktir. Bu yüzden bekleme salonları genelde dergilerle donatılır ki bekleyenler oflayıp puflama yerine kendilerini “eğlesin”ler. Hapse girme düşüncesinin kendisi bile ruhta daralma ve sıkıntı uyandırır. İnsana daral gelmesi için o çıkışsız dört duvarın hayali bile kâfidir. Çünkü hapis demek eylemlerimizin kısıtlanması, birbirinin aynı eylemsizlik halinde geçen günler demektir. Hapis demek, bir nevi kendini nasıl eğleyeceğini bilmemek demektir. Günümüzde bilhassa erkekler, -giderek artan sayıda da kadınlar- evde bulunmaktan da sıkılır. Bu aralar işten çıktıktan sonra eve şöyle bir uğrayıp kendini dışarı atan insan sayısı hiç de az değil.. Sıkıntı hissi olmasaydı, kafeler tıklım tıklım dolar mıydı? Saatlerce dizi film izleyen, internette gezinen insanların ruhunu şöyle bir sıkın, damla damla sıkıntı akacaktır. Bir sonraki bölümde ne olacak merakıyla ekrana yapışıp kalıp saatleri harcamak, ruhun ve vicdanın imdadı olan sıkıntı hissine birer yalancı emziktir. Sıkıntıdan patlayan insanların bazıları da kendilerini konuşmaya verir. Saatlerce telefon elinde konuşmak, sıkıntıyla yüzleşip yaşamaktan kaçınmanın başvurulan başlıca yöntemlerinden biridir yine kanaatimce. Yıllar önce boş boş oturduğum bir anda elim telefona gitmiş, bir arkadaşımın numarasını tuşlamaya başlamıştım. Bir an durmuş ve “Gerçekten arkadaşınla konuşmayı özlediğinden ya da onu merak edip hal hatır sormak için mi arıyorsun, yoksa sıkıntıdan patlamaktan kurtulmak için mi?” diye sormuştum da, verdiğim cevap hiç de hoşuma gitmemişti. Ta o zamandan beri biriyle konuşurken ara ara aklıma gelir bu soru. İddia edebilirim ki, tam şu an bir milyon insan telefon görüşmesi yapıyorsa, bu konuşanların en az yarısı ne o kişiyi özlediği için ne de gerçekten konuşulması gereken bir konu için o an telefon başındadır. Ve sadece sıkıntıdan patladığı için, can sıkıntısını biraz olsun başından savmak için konuşacak konu icat etmekle meşguldür. Başına geçirdiği kulaklıkla gümbür gümbür müziğin içinde kaybolan insanların tek isteğinin içlerinde kabaran sıkıntı hissini bastırmak olduğunu da düşünmeden edemem. Ya da televizyon ya da radyo açık olmadan yapamam diyen insanların. Her hafta sonu eğlence mekânlarını dolduran insanların da en önemli derdi sıkıntı gibi gelir bana. Eğlence dünyası denilen şey sıkıntıyı hissetmemek üzere ya da üzerini örtmek için kurgulanmıştır. Eğlence dünyası adı üstünde eğleme dünyasıdır. Sıkıntı hissi olmasaydı, kapitalizm türer miydi? Hiç sanmıyorum. Hepimizin akşamın bir vakti elektrikler kesildiğinde ne yapacağımızı şaşırıp, sıkıntıdan patlar hale geldiğimizi de bir düşünün. Yaşamın oyalayıcı uyuşturucuları kesildiğinde sudan çıkan balığa döneriz. Ağrı kesicisi bitmiş hasta gibi kalakalırız. Alkolden esrara, eroine ve kokaine kadar envaiçeşit uyuşturucunun ruh daraltısını bastırmak için alındığını söylemek hiç de abartı gelmiyor bana. Hatta kimi zaman cinsellik bile ruhta kabaran sıkıntıyı bastırmak için bir yol olur. Sıkıntı hissini en büyük düşman ilan edip; ruhu, vicdanı ve kalbi tatmin edici şekilde beslemeyecek yöntemler sıkıntıyı akılcı bir çözüm olmadığı gibi, bir de üstelik sıkıntıyı besleyen bir fasit dairenin içine sokar insanı. Zamanın Bedii, “Sıkıntıdır muallime-i sefâhet,” yani sefahatin hocası sıkıntıdır, der. Sefahat denilen gününü gün etmeyi, zevk ve eğlence düşkünlüğünü, zamanı boşu boşuna harcamayı sıkıntı hissini hissetmekten kaçınma çabası olarak görür. Sıkıntıyı doğru şekilde ele almayıp, yalancı bir emzik gibi oyalayıcılarla sıkıntıyı hissetmeme çabasıdır sefahat. Adı üstünde bedensel olmayan, ruhsal olan bu daralmayı, dünya eğlencesiyle geçirmeye, ruhu dünyayla avutmaya çalışmak kuzuyu etle beslemekten farksızdır. Peki sıkıntının kaynakları nelerdir? Yukarıdaki örnekleri de göz önüne alırsak, kanaatimce sıkıntının iki ana kaynağı öne çıkıyor. Birincisi: “Zulmet-i kalp (kalbin kararması) ruh sıkıntısının membaıdır.” Sıkıntı kalp, ruh ve vicdanın, “bizde bir sorun var, bizimle ilgilen, ihtiyaçlarımızı sağla” şeklinde seslenişidir bize. Sıkıntının ikinci kaynağıysa atalet, çalışmamak, tembellik, faaliyetsizlik, rahatına düşkünlük meyli, nefsin arzularıyla oyalanmaktır. Her ikisine birer hafta ayırarak düşünmeye devam edeceğim inşallah. En çok kimlerin neden canı sıkılır?   İnsan psikolojisini anlamada olmazsa olmaz derecesinde elzem kavramlardan ikisinin adem-yokluk ile vücut-varlık olduğuna inanıyorum. Yokluk ve varlık deyince ilk elde hemen akla gelen diğer bir kavram da vicdan. Vicdan, şuur sahibi olan insanın fıtratıdır. Zamanın Bedii, vicdanın “Âlem-i gayb ve şehadetin (görünen ve görünmeyen alemin) nokta-i iltisakı (bitişme noktası) ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın (hareket halinde olanların) mültekası (kavuşma, birleşme, buluşma yeri) olduğunu ifade eder. Şehadet denilen bu görünür alemde yaşayan biz insanların gözle görünmeyen gayb alemiyle vicdanlarımızın bu yakın teması, psikolojik dünyamızın bir nevi yol haritasını belirler. Vicdanımız hem görünür alemdeki varoluşu hem de temas halinde olduğu ebedi, sonsuz alemdeki varoluşu bilir, tanır, hisseder. Bundandır ki, varlığa, varoluşa tutkuyla bağlıdır. Vicdan yokluk ve hiçlik durumlarına maruz kaldığında elem ve teessür hisseder. Vicdanı ve ruhu memnun eden, huzur hissettiren varlık; elem içinde bırakan da yokluktur. Canı en çok sıkılan insanlar atâlet halinde olanlardır. Zamanın Bedii de, “En bedbaht en muztarip en sıkıntılı, işsiz adamdır,” diyerek dikkatimizi bu noktaya çeker. Yaz ayları şehirliler için en sıkıcı mevsimdir. Havaların ısınmasının ruhta uyandırdığı rehaveti göz önünde tutsak bile, asıl sebebin yaz mevsiminin atıl bir dönem olarak yaşanması olduğunu görürüz. Bilhassa anneler, yaz gelip de okullar kapanınca, çocuklarının yaşadığı sıkıntıdan kaynaklı gerginliği ve bu gerginliğin neden olduğu kardeşler arası geçimsizlikleri çok iyi bilirler ve bundan hiç hoşnut değillerdir. Halbuki, yaz mevsimi yoğun çalışma zamanı olan köylüler için hiç de sıkıcı geçmez. Köylüler sıkıntıdan patlamaz yazın. Onlar için ektiklerini biçme zamanıdır. Üstelik yazın kavurucu güneşin altında, tarlada tapanda geçirirler. Zor şartlardaki bu yoğun çalışma ruhlarına lezzet damlatır. Peki, tembellik, hareketsizlik, boş durma olan atâlet, neden vicdanda sıkıntı hissi uyandırır? Bu sorunun cevabı, adem yani yokluk kavramında düğümlenmekte. “Zîrâ ki atâlet, vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.” Yani atâlet varlığın içinde yokluk, hayatın içinde ölümdür. “Sa’y (çalışma, gayret) ise vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır (uyanıklık halidir) elbet.” Atâlet, hareketsizlik, tembellik, durağanlık neden ademdir? Bunu şöyle bir analoji üzerinden anlamak mümkün. Son model bir araba düşünelim. Hem motoru güçlü hem de en gelişmiş donanımlara sahip bizi uzun yerlere sağ salim taşıyacak bir araba olsun bu. Gelgelelim, bu arabanın kullanılmadığını, yol kenarındaki ağacın gölgesinde park halinde durduğunu, kir pas tuttuğunu farz edelim. Evet, böyle bir araba vardır ama arabanın bu haliyle varlığı bir nevi “vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.” Araba varlık aleminde var ama işlevini yerine getirmediği için, varlık biçimi ademe, yokluğa yakın bir noktadadır. İşte, atâlet, tembellik, hareketsizlik, bir şey üretmeden yaşama vicdan tarafından bir adem, yokluk olarak hissedilir ve kanaatimce can sıkıntısı da bu yokluk hissinin bir ürünüdür. Vicdanımız can sıkıntısını bir uyarı olarak algılayıp, çalışma, gayret, sa’y üzerine yaşamamızı talep etmektedir. Modern medeniyet ise sefahatle, gününü gün etme, zevk ve eğlence düşkünlüğüyle vicdanda üretilen bu can sıkıntısını sadece geçici olarak oyalamaya çalışmaktadır. Bu gerçeği Namık Kemal “Atâlet içinde sefâhat mezaristanda kurulmuş bir meclis-i işret (içki meclisi) gibidir.” şeklinde ifade eder. Bir kenarda âtıl vaziyette bir nevi yokluğa mahkûm edilen arabanın önce yıkanıp temiz pak haline getirildiğini, sonra da marşa basıp çalıştırılarak hareket ettirildiğini farz edelim. Araba âtıl hale göre bir üst varlık kategorisine çıkmış, yokluğun yeğeni olan atâletten kurtulmuş, bunun nedeni olan can sıkıntısı nispeten geçmiştir. Can sıkıntısının birinci kaynağı olan atâletten kurtulmuştur ama hâlâ can sıkıntısının ikinci kaynağından muzdarip olabilir. İçimizde taşıdığımız şey olamamak   Nar tohumu içinde bir nar ağacı saklı. Karpuz çekirdeğinde karpuzun fihristesi uzanmış yatıyor. İnsan zigotunda insanın kaderi yazılı. Toprağın bağrındaki tohum için en can sıkıcı şey, içinde taşıdığı şey olamamak. Meyve veren bir ağaca dönüşememek. Varlıkların içinde gizli yatan kabiliyetlerin orada sıkışıp kalışı can sıkıcı. Oysa, kabiliyet ve istidatların genişleyip merhale merhale inkişaf etmesi, önce çiçeklenip sonra meyve verir hale gelmesi; tohumu, onun içinde taşıdığı cevherle buluşturduğundan ferahlık, genişlik, lezzet verir. Dar bir mekanda kısılıp kalmış birinin geniş bir meydana çıktığındaki feraha ermesine benzer bu hal. Geçen haftaki yazımda sözü geçen araba analojisine devam edersek; araba hiç çalıştırılmadan bir köşede âtıl vaziyette dursun diye yapılmamıştır. Arabanın çalıştırılıp harekete tabi tutulması âtıl durumuna göre bir nebze ademden, yokluktan kurtulmuş, vücut mertebesine çıkmıştır. Bu donanımda bir arabanın, mesela bir inşaata kum, çimento gibi taşıma işi için kullanıldığını düşünelim. Bu haliyle o araba ne kadar faal olursa olsun, tam anlamıyla içinde taşıdığı şey olamama yıkımına maruz kalır. Bu haliyle o hâlâ adem, yokluk uçurumunun kıyısındadır. Ne de olsa, konforlu bir şekilde insan taşımak için tasarlanmıştır sadece, inşaat kumu taşımak için değil. İnsan da içinde, “Sultan-ı Ezeliye muhatap olacak bir makamda” olma, O’nun sonsuz isimlerinin tecellisine en parlak ayna olma istidadını taşır. Tasavvuru kainata ihata edecek bir mahiyeti vardır. İçi beka isteğiyle doludur. İstidatlarının adeta sınırı yoktur. İnsan, kendini içinde taşıdığı Mutlak Varlığı bilme ve tanıma diye özetlenebilecek varoluş sebebine ulaştıracak yolculuğa çıkamamasıyla, can sıkıntısının esiri olur. Kafese kapatılmış bir kuş gibi çırpınır durur ruh. Bu durumda beliren can sıkıntısı, insanın içinde taşıdığı şey olamamanın varoluşsal sıkıntısıdır. Bu konforlu arabayla hiç yük taşınmaz mı? Taşınır elbet. Arabayı kullanan kişi, bir menzile ulaşmak için yola koyulmuştur. Yol uzun ve zorludur. Arabanın bagajı da tam da bu yolculuk sırasında gerekli olan yükleri yüklenmek için tasarlanmıştır. Bu yolculuk ve ulaşılacak menzilde gerekli olan yükler arabanın varoluş gerekçesine uygun, gerekli olmayanlarsa aykırı olacaktır. Sa’y, gayret, çalışmanın dünyevi ve uhrevi yönlerini anlamada namaz bizim için önemli bir örnektir. Mealen, “Şüphesiz namaz, müminler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır. (Nisâ Sûresi: 103.)” ayetini tefsir ederken, Zamanın Bedii, “Vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.” derken, anlayabildiğim kadarıyla insanın esas sa’yı, gayreti, çalışıp çabalaması, ebedi bir hayatı kazanmak üzere olması gerektiğinin altını çizer. Bizler, bize bahşedilen hayat arabasıyla sonsuz hayat yolunda seyreden yolcularız. Yirmi dört saatten bir saati ebedi hayatı kazanma çalışmasına, gayretine, sa’yine ayırıp namazı hayatın merkezine koymak şartıyla, diğer dünyevi işlerimiz, çalışmalarımız ise arabamızın bagajına yüklediğimiz uygun yüklerimizdir. Günlük hayatın içinde boğulan ruhumuza bir nefeslenme imkanı sağlayan namaz, dünyevi gibi görünen çalışma ve gayretlerimizi de nurlandırır. Şu müjdeli haberi her okuduğumda dünya dertleriyle yağmalanmış ruhum, büyük bir ferahlık ile yeniden tamir olur. “İki manevi maden” müjdesi vermektedir insana, Zamanın Bedii. Mesela, bir bağda, bahçede ya da bostanda sebze ve meyve yetiştiren bir insanın o bahçedeki her varlığın Mutlak Varlığı kendi diliyle övmesinden kendinin de bir hissesi olacağını söyler. Namazla sembolleşen ebedi hayatı kazanma gayreti, çalışma ve sa’yiyle birlikte yapılan her dünyevi amel de fiil de sonsuz bir kazanca dönüşür. İkinci madense, “bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne” geçmesidir. Mesela bir sinek geldi, bir elma ağacının meyvesinden kendisine göre bir ısırık koparıp rızıklandı. Bu minik ısırık bile o bahçeye, ağaçlara emek sarf eden kişiye bir sadaka hükmündedir, der. Ancak bunun bir koşulu olduğunu da söyler: “O şart ile ki, sen, Rezzâk-ı Hakiki nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevzîât memuru nazarıyla kendine baksan.” Buradaki bahçe örneğini her insan kendi kişisel yaşamına rahatlıkla uygulayabilir. Gazetede, bilgisayar başında hafta sonu eklerini kan ter içinde yetiştirmeye çalışan editör, hastasına reçete yazan doktor, evine çekidüzen veren ev hanımı, ders çalışan öğrenci, fabrikada ter döken işçi, akşama dek direksiyon sallayan taksi şoförü… Hayat bir faaliyettir vesselam. İşin özü: Zahmet rahatta, rahat zahmettedir. Çalışan, gayret eden, sa’y eden ya sadece bu dünyada ya da hem bu dünyada hem öbür dünyada kazanıyor. Tembellik eden de bir sıkıntı hangarına dönüşüyor. Ne de olsa, “Ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir (Necm: 39).”
Sayfa 127 - Kapı Yayınları 1.baskı
·
791 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.