Mevlânâ buyurdu ki:
Bu dünyada gördüğün herşey, o dünyada da tıpkıtıpkısına var; hattâ bütün bunlar, o dünyadan birer örnek. Bu dünyadaki herşeyi o dünyadan getirmişlerdir. "Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın; ancak onu, bilinen bir miktarda indiririz" Aktar, çeşit-çeşit tablaların, ilâçların üstüne bir tas kor. Her ambardan bir avuç şey vardır tasta; bir avuç biber, bir avuç sakız. Ambarların sonu yoktur; fakat tablasına bundan fazlası sığmaz. İşte insan da bu tas gibidir; yahut da bir aktar dükkânıdır ki orda Tanrı sıfatlarının hazinelerinden avuç-avuç, parça-parça şeyler vardır. Bu dünyada, lâyığınca, alış-verişte bulunsun diye onları kaplara, tablalara koymuşlardır; duymaktan bir parça, görmekten bir parça, söylemekten bir parça, akıldan bir parça, keremden-ihsandan bir parça, bilgiden bir parça. Şu halde insanlar, Tanrının gezip dolaşan satıcılarıdır, dönüp dururlar. Gece-gündüz tablaları o doldurur, sen boşaltırsın; yahut da yitirirsin, yahut da onunla bir kazanç elde edersin. Gündüz boşaltırsın; yahut da gece gene doldururlar, kuvvet verirler. Meselâ gözün aydınlığını görüyorsun ya; o dünyada da gözler var, bakışlar var, görüşler var; hem de çeşit-çeşit.
Hani Turut'tan şehre akan bir su vardır; kaynadığı yerde bir seyret de gör, ne de arı-durudur, ne de güzel. Fakat şehre girdi de mahallelerden, bağlardan, şehir halkının evlerinden geçti mi, bu kadar halk elini, yüzünü, ayağını, bedenini, elbiselerini, halılarını onunla yıkadı mı, mahallelerin lâğımları, atların, katırların pislikleri akıp da ona karıştı mı, hâsılı o yandan bir yana geçti mi aynı sudur; hani toprağı güllük-gülüstanlık eden, susuzu kandıran, bozkırı yeşerten sudur amma bulanmış-gitmiştir. Yalnız bu suda o arılığın kalmadığını, kötü şeylerle bulanmış olduğunu anlamak için bir ayırdedicinin bulunması gerek.