Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

156 syf.
7/10 puan verdi
Esintisi Bol Bir Ağaç Altında
Dünyaya ilk geldiğimizde, içimize dolan havanın bizi yakışıyla bir haykırış koyuveririz. Haykırışlar devam eder daha sonra çeşitli sebeplerle, zira henüz kendimizi başka şekilde ifade edemeyiz. Bu dünyayı adımladıkça konuşmayı öğreniriz. Artık haykırışlar dışında kendimizi ifade edecek belirleyici bir yordamımız vardır. Bundan bir süre sonraysa yazmayı öğreniriz. Konuşmadan farklı olarak, artık birine bir şey anlatabilmek için o kişiyle aynı anda ve aynı yerde bulunmamız gerekmez. Emin Gürdamur’un ilk üç hikâye kitabını da insanın kendini anlatmaktaki bu merhaleleriyle ilişkilendirmek mümkün. İlk kitap olan Atları Uçuruma Sürmek puslu bir vadide yankı bulan esaslı bir haykırıştı. Bize ne anlattığını anlayamadığımız zamanlarda dahi neyi anlattığını anlayabildiğimiz, genelde sadece ilk eserlerde görebileceğimiz bir tılsıma sahip olan bir hikâye seçkisiydi. Sonrasında gelen Herkesten Sonra Gelen’de ise haykırışlarından sonra kendini daha net ve zengin bir şekilde ifade edebilen hikâyeler gördük. Aynı zamanda, bir haykırıştan da öte, bir hikâye olma ve bir hikâye olarak tanımlanma arzusunda olan metinler vardı; maksatlar netleşmişti. Bu yazının konusu olan Yasak Ağacın Altında ise, haykırışa ve konuşmaya benzeyen seleflerine kıyasla yazmaya benziyor. Muhatabıyla aynı yerde ve aynı zamanda bulunmayan, konuşmanın gerektirdiği pratik kısıtlamalardan azade, haykırışa ihtiyacın duyulmadığı ve hatta haykırışın mümkün de olmadığı bir zemindir yazı zemini. Gürdamur’un bu kitaptaki hikâyeleri de tam anlamıyla bu zemindeler. Bu kitap, ilk kitaptaki haykırıştan uzaklaşsa da çağlayışını yitirmeyen, ikinci kitaptaki derinlikli ve teknik olarak tanımlı olma iddiasını bir adım öteye taşıyan ve bu iddianın yanına tafsilatlı olmayı ve deneyselliği de ekleyen beş adet hikâyeden oluşuyor. Bu eklemeler, yazarı sevenler için iyi haberler buketi; ama bu istikamet yazarın hikâyelerini daha rafine bir zevk olmaya doğru da itmiş. Kitap hakkında konuşmaya kitaptaki hikâye sayısının beş adet olmasıyla başlayalım. Yüz elliyi aşkın sayfa sayısıyla yukarıda bahsi geçen üçlü arasındaki en kalın Gürdamur kitabı olan Yasak Ağacın Altında, aynı zamanda yazarın en az sayıda hikâye barındıran kitabı. Yazar ilk defa dergi kısıtlarının ötesine geçip serbestçe yazabilmiş. Eğer yazarımız roman yazsa nasıl olurdu diye merak ediyorduysanız, bu merakınızı gidermeye yönelik nitelikte hikâyeler mevcut kitapta. Yazarın uzun hikâyeler yazmasındaki en büyük etmen, önceki kitaplarla kıyaslanamayacak derecede tafsilatlı olay örgüsü. Önceki kitaplarında belli bir hâli veya duyguyu derinlikle işleyen Gürdamur, bu kitaptaki hikâyelerle ilerleyen bir dünya kurma konusunda iddialı adımlar atmış. Herkesten Sonra Gelen’deki incilerden biri olan Yıkım İşleri A.Ş. öyküsünü okuduysanız, bu kitaptaki tüm hikâyelerde o hikâyenin gölgesini görmeniz mümkün. Yazarın eğretilemelerde gördüğümüz iddialı tavrı, olay kurgularında da aynı derecede. Ne hikâyesine pus eklemekten ne de kurgusuna kat çıkmaktan geri durmamış Gürdamur. Bir bakıma bunun olumlu bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz; zira yazarın kimi hikâyelerinde bir kurgu veya gelişim görmek pek zor oluyordu. Kitaptaki hikâyelerdeki olay yoğunluğu her ne kadar arttıysa da, bu artış tekdüze hikâyeler doğurmamış. Kitabın açılış hikâyesi olan Ölümcül Dalgınlıklar da bunun iyi bir örneği. Aslında yukarıdaki eleştirilere yapı-bozumsal bir cevap niteliğinde de okuyabiliriz hikâyeyi. Bir tren yolculuğunda geçiyor hikâye. Ana karakterimiz var, iş arkadaşı ve içten içe sevdiği Sezin var ve bir de öbür iş arkadaşı olan Metin var. Hikâyenin başında karakterlerle işe gidip gelirken bindikleri trene bindiğimizi sansak da, aslında trenin bütün zamanları kapsayıcı bir vasıta olduğunu görüyoruz. Karakterlerin farklı zamanlardaki hâlleri trende onlarla beraber oturuyor. Zamansız bir hikâye Ölümcül Dalgınlıklar; buna rağmen bir olay örgüsü ortaya koyabiliyor yazar. Bu hikâye ve öbürlerindeki ilginç bir nokta ise, yazarın sürekliliğe herhangi bir zarar vermeden kamerasını başka bir noktaya çevirip o noktadan hikâyesini sürdürebilmesi. Mesela Sezin’in gündüzleri işinde gücünde, geceleri ise çeşit çeşit insanların içine girip çıkan bir hayat sürüyor olmasının anlatıldığı kısım (ki bunun kitap okuma için bir temsil olduğunu düşünmeden edemiyor insan), ana hikâyeden bambaşka bir sokağa sapış demek. Yine de bu ana hikâyeye hiçbir zarar vermiyor. Bu ikili tabiatın ortaya çıkışı ve ana karakterimiz ile Sezin arasındaki ilişkinin belirsizliği hikâyede merak unsurunu diri tutuyor. Birbirini seven iki insanın birbirine tutunarak geleceği görebildiğine dair fantastik bir anlatı kuran Gürdamur, sahiden de farklı bir tada sahip bir açılış yapıyor. Ama diğer hikâyelerde de yer yer karşımıza çıkacak bazı kusurları da barındırıyor bu hikâye. İlki, Gürdamur’un aslında dengesini önceki kitaplarda iyi tutturduğunu düşündüğüm ve “arabesk ton” diye özetlediğim ağır aforizmaları. Hikâyeler uzayınca, bunların dozu da artmış; karmaşık olay örgüsü ve temsiller vesilesiyle bu aforizmalar adeta damardan basılmış. Hikâyede öyle yerler var ki kimi zaman temsillerin sadece o afili sözü kullanmak için büküldüğünü düşünüyor insan. Hikâyedeki bir diğer sıkıntı ise ana hikâyedeki dağınıklık. Her ne kadar yazarın sürükleyicilikten ödün vermeden farklı şeylere odaklanabildiğini söylesem de, bu sürükleyicilik öyküdeki dağınıklığı gizleyemiyor. Kitabın ikinci hikâyesi olan Şeyhin Kalbi ise kitapta önceki kitapları anımsatan tek hikâye denebilir. Herkesten Sonra Gelen’deki Kum Kesiği hikâyesinin dünyasında geçiyormuş gibi hissettiren bir hikâye bu. Gördüğü bir rüya üzerine yollara düşen ve kendini “ateşe” atan bir şeyhin peşinden gidiyoruz. Anlatıcının şeyhin asasındaki ağaç kurdu olması Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’ı hatırlatan ve hikâyeye derinlik katan tatlı bir unsur olmuş. Hikâye sadece anlatıcı tercihiyle değil, duygusal derinliği ve geçtiği dönem itibarıyla da Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’ı anımsatıyor. Duygusal açıdan büyük bir hikâyeyle karşı karşıyayız ve olay örgüsü de bu büyüklüğe yetecek kadar çatallanıyor. Hikâyeyi genel olarak beğenmiş olsam da gittiği yerler ve gidiş yolları düşünüldüğünde biraz teatral bir hava sezdim. Büyük cümlelerin, büyük diyalogların ve büyük olayların birleşimi, aşırı cüretkâr bir hava katıyor hikâyeye. Bunlar da Dostoyevski’nin hikâyelerinde görebildiğimiz teatral konuşmaları hatırlatan cinsten bir yapaylığa sebebiyet veriyor. Kitabın üçüncü hikâyesi olan Makas Payı ise benim için kitabın zirve noktası. Bir yazar hikâyesi olan Makas Payı’nın kurgusuna yüzeysel olarak bakıldığı zaman, bir başka yazar hikâyesi daha mı denilerek yüz çevrilebilir. Ancak bu klişeleşmiş başlangıç noktası, Gürdamur’un kaleminde harika bir anlatıya dönüşmüş. Bu hikâyeyi Gürdamur’un önceki kitaplarından birinde okumuş olsaydık, hikâye ya -kurgudaki- yazarın aile hayatını odağına alan bir hikâye olacaktı ya da yazarın kurgusal karakterler/nesnelerle yüzleştiği bir hikâye olacaktı. Ancak bu kitapta olay örgülerimiz katmerli olduğu için, bu iki kanal birbirine kenetlenmiş hâlde mevcut. Bir yandan yazarın kurgusal bir makasla ve terziyle yüzleşmesini ve bu vesileyle poetik bir tartışmayı takip ederken, bir yandan da yazarın hayatını ve bu hayatın nasıl bir edebiyat doğurduğunu takip ediyoruz. Bu iki bağımsız gibi görünen alt kurgunun birbiriyle etkileşimini okumak bu hikâyeyi benim için kitabın zirvesine taşıyan temel etmen oldu. Yazar etkileyici bir hikâye kurabildiği için, burada kurduğu büyük cümleler beni çok daha az rahatsız etti. Tabiri caizse kaptırıp gittim. Hatta her yerde süslü benzetmeler arar oldum. Hikâyenin bir yerinde “epik maske” diyor yazar mesela. Hayıflandım bunu görünce, Emin Gürdamur epik bir maskeyi epik maske diye tarif edemez dedim, “yılgınlığından doğan çılgınlığı içinde tutamayan bir yılkı atını anımsatan bir maske” gibi bir tarif bekledim. Makas Payı zirveyi temsil ederken, sonrasında gelen Hesap Günü ise benim için kitabın dip noktasını teşkil ediyor. Tek cümlelik bir hikâye olan Hesap Günü’nü Oğuz Atay’ı ve Tutunamayanlar’daki o noktalama işaretsiz bölümünü düşünmeden okumak mümkün değil. Temellerine indiğimizde Ölümcül Dalgınlıklar’ı anımsatan bir aşk üçgeni var aslında; ama burada kaybetmiş bir karaktere eşlik ediyoruz. Merkezinde bir karakterin ölüleri yargılamaya başlangıcı var. Hayalindeki kadını kendi arkadaşına kaptıran, hem de kendi çalıştığı şirkete kendisinin soktuğu ve terfi alışını kıskanç gözlerle izlemek zorunda kalmış olduğu arkadaşına kaptıran Ali’nin sayıklamaları olarak tanımlayabiliriz hikâyeyi. Ali, babasının da gassal oluşunun etkisiyle belki, tüm bu kaybedişlerinden ölüleri sorumlu tutuyor. Atay’da gördüğümüz alaycı tavır, hatta ha-ha gülmeleri bu hikâyede de mevcut; ancak Gürdamur gibi ağır yazan bir yazarın kaleminde bu ha-halar, ironiler hiç oturmamış. Yazar tamamen bu şekilde kaleme alsa hikâyeyi olurmuş belki; ama o ağır kalemi elinden bırakmadan ha-halar yazmaya çalışınca ortaya pek de iyi bir sonuç çıkmamış. Ayrıca bu ağır kalem noktalamasız bir hikâye yazmaya da müsaade etmemiş. Zaten bu yüzden de hikâye noktalamasız olmasına karşın, dilde noktalamasızlığın getirmesi gereken o akıcılık da yok; noktalamasız bir hikâye değil de noktaları kaldırılmış bir hikâye okuyoruz gibi bu açıdan. Öte yandan hikâyedeki geçişler iyi ayarlanmış, noktalamasız bir hikâye okuyoruz hissini kurgusal açıdan verebilmiş yazar. Bunca okuduktan sonra kitabın yüz beşinci sayfasına anca varmış oluyorsunuz. Son hikâye olan Yasak Ağacın Altında elli sayfa boyunca sizi kendinde tutacak olan, hikâye değil de roman olmak isteyen bir metin adeta. İşlemediği bir suçtan hapis yatmış ana karakterimizin tahliye olduktan sonra geçmişiyle yüzleşmesini işliyor hikâye denebilir yüzeyden; ama esasında yine çok katmanlı bir hikâye ile karşı karşıyayız. Hikâyenin ilerisini konuşmadan önce yazarın hapishane hayatı ve özgürlüğe dair muhteşem tespitlerinin ve benzetmelerinin bulunduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Bu açıdan hikâyenin oldukça güçlü, hatta Atları Uçuruma Sürmek’i hatırlatacak denli güçlü başladığını belirtmem lâzım. Hikâyedeki öbür katmanları meydana çıkarmak için yazar karakterini dedesinin evine götürüyor. Bu esnada her biri bir paragraftan oluşan pasajlarla da bir başka anlatı kurulmaya başlanıyor. Köyde okula giden köprüyü geçemediği için üzülen bir erkek çocuğunun elinden tutup onu karşıya geçiren bir kız çocuğunu takip ettiğimiz pasajlarda bir çocukluk aşkı başlayıveriyor. Öte yandan ise dede ile ana karakterimizin uzun konuşmaları vesilesiyle ana karakterimizin hapis yatmasına neden olan cinayetin detaylarını öğreniyoruz. Nasıl ki hikâye çok katmanlı, cinayet de öyle: Ana karakterimizin suçlandığı cinayet, babasının annesini aldattığı kadınının ta kendisi (ki kadın da babanın çocukluk aşkı). Ve bu kadını öldüren de, bu kadının eskiden görüştüğü mafya elebaşı. Suç bu elebaşına kalmasın diye o esnada cinayetin işlendiği sokaktan geçen ana karakterimiz mafya elemanları tarafından bayıltılıp eline cinayet silahı tutuşturuluyor. Evet. Yok artık o kadar da değil dediniz mi siz de? Ben dedim. Hatta şöyle söyleyeyim, bu hikâyelerin her birini daha iyi değerlendirebilmek adına birden fazla kez okudum ve bu son hikâyedeki olay örgüsü okuduğum iki seferde de yok artık dedirtti. Bu kurgu, hikâyeyi gerçekçi bir temelden uzaklaştıran ve daha açıkça söylemek gerekirse biraz da ajitasyon yapılıyor gibi hissettiren bir kurgu. Ortada bu kilit nokta dışında oldukça gerçekçi bir hikâye varken bu nokta tüm hikâyeyi alaşağı ediyor neredeyse. En azından şunu söylemem gerekir ki, babanın (Bülent Bey) pasajlarda anlatılan çocukluk aşkındaki erkek çocuk, öldürülen kadının da (Melek) Bülent’in çocukluk aşkı çıkması en azından Bülent Bey karakterini gerçekçi bir çerçeveye oturtan bir unsur olmuş. Ama işte, o kilit cinayetin etrafındaki hikâyeye maalesef ısınamadım. Daha sonra ne mi oluyor? Yazar bu yazının en başında bahsettiğim kamerayı başka tarafa çevirme hamlesiyle ana karakterimizin hapis arkadaşı Zeynel’in hikâyesini anlatmaya başlıyor. Hikâye kendi çapında güzel denebilir; ama esas hikâyeyle neredeyse hiçbir bağı olmayan bu hikâyeyi yazar sadece güzel olduğu için anlatmış gibi düşünmeden edemedim. Bu yan hikâyeden sonra neyse ki ana hikâyeye tekrar dönüyoruz ve bu sefer daha düşsel bir yüzleşme düzlemiyle karşılaşıyoruz. Gerçekliği meçhul Irmak isimli bir karakter, ana karakterin dedesinin hayalini kurduğunu vuruyor ana karakterimizin yüzüne. Dahası da var, kendisinin varlığını da şüphede bıraktırıyor. En sonunda gidip karakterimizi lise aşkıyla yüzleştiriyor. Asiye isimli bu karakteri hikâyenin başlarında tanıyoruz aslında. Ana karakterimiz lise zamanı sosyalist olan bu Asiye için sosyalist oluyor. Ama daha sonra devrimci Asiye gidip ilçenin zenginiyle evleniyor ve devrimi bırakıyor. Buruk bir ayrılık yaşayan ana karakterimizin daha sonra iç dünyasında yaşananlardan bihaber kalıyoruz desek yeridir. Hikâyenin sonunda yüzleştiği Asiye’nin pejmürde hâli ve karakterlerin birbirlerine sana ne olmuş böyle deyişlerinde, bu yüzleşmenin de bir hayal olduğunu ve ana karakterin kendine bakıp kendine yazıklanacak birini aradığını, bunu da doğal olarak ilk aşkında bulduğunu sezinledim; ama sondaki muğlaklık açıkçası iki okuyuşumda da kendini ele vermedi. Hikâyenin Bülent Bey’in çocukluk aşkı döneminden son bir pasajla bitiyor olması, yasak ağacın aslında çocukların meyve yediği için bir ihtiyarın onları yakınından kovduğu bir ağaçtan ibaret olmasının tüm bu hikâyeyi taşıdığı sembolik zemin konusunda yorum yapmakta zorlanıyorum; ama bu temsilin gelecekte o saf çocukluk aşkını yasak aşk kılacak olaylar silsilesinin bir temsili olduğunu söyleyebiliriz diye ümit ediyorum. Bu tür bir yorum doğruysa dahi, hikâyenin anlatmadığı bir sürü şey olduğunu fark etmek zor değil. Yazar ana karakterinin muğlak yüzleşmelerine odaklanmayı tercih etmiş; ama böyle olunca da bu hikâyenin hak ettiğini düşündüğüm ve Atları Uçuruma Sürmek’i anımsatacak haykırıştan yoksun bir şekilde anlatmış hikâyesinin sonunu. Başlangıcı o haykırışı imler gibiyken, o elli sayfanın sonunda, o elli sayfaya rağmen, büyük bir eksiklik kalıyor geriye. En nihayetinde yazı kalıyor. Haykırış yankıları sonlanıncaya kadar, konuşma ise çok daha çabuk kalıcılığını yitiriyor. Yazı ise öyle değil. Binlerce yıl sonra bile okunabilecek olma düşüncesiyle mi yazdı Sümerliler bilemiyoruz; ama daha sonraki yazarların aklından bu düşüncenin geçtiğinden emin olabiliriz. Emin Gürdamur haykırışı yazıya dökebilme maharetiyle ön plana çıkmış bir yazardı benim için ilk kitabıyla. İkinci kitabı da bu haykırıştan sözcükler devşirip bir şeyler anlatmaya başlayan hikâyeler barındırıyordu. Bu kitap ise, yukarıda bahsettiğimiz üzere, yazılmış hikâyelerden oluşuyor. Kalıcılığından hareketle daha uzun, karmaşık, deneysel; ama yine de Gürdamur’a has o haykırışı sessizce muhafaza edebilen, eşsiz diliyle hem metnini hem okurunun tahayyülünü ziynetleyen hikâyeler. Hikâyeye dair her şeyin daha fazlasına cüretkâr bir adım; ama bu yazarın hikâyeleri değil miydi bize daha azının da hikâyenin daha fazlasını barındırabildiğini gösteren? Bu açıdan bir çelişkiyi barındırıyor Yasak Ağacın Altında. Herkesten Sonra Gelen ile Atları Uçuruma Sürmek’teki formülü iyileştirdiğini düşündüğüm yazar, buradaki hikâyeleri sanki Atları Uçuruma Sürmek’ten hemen sonra, oradaki hikâyelerin daha uzunlarını yazabilseydim nasıl olurdu diye düşünerek yazmış gibi geldi en nihayetinde. Sonuç güzel; ama, “ama” barındıran bir güzel.
Yasak Ağacın Altında
Yasak Ağacın AltındaEmin Gürdamur · Ketebe Yayınları · 202189 okunma
·
407 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.