Gönderi

AFŞIN'IN VEDAI Elimdeki kısa notu okurken yüreğim daralıyordu. Atsız, bana yazmış ve küçük odadaki masanın üzerine bırakmıştı. Kendisi evde yoktu. O anda, Ankara'ya koşan sabah ekspresinin bir kompartımanında olmalıydı. Küçük kâğıdın üzerindeki yazı, her zamanki gibi «Azizim Altan»> diye başlıyordu. Önceden kararlaştırdığımız halde beni bekleyemediğini, acele Ankara'ya gitmek zorunda kaldığını yazıyordu. Mazeret son derece meşru idi ve sanırım Atsız'ı can evinden vurmuştu. Yeğeni (kardeşi Nejdet Sançar'ın oğlu) Afşın, beklenmedik bir zamanda vefat etmişti. Onun için, haberi alır almaz, bu en acılı zamanında kardeşinin yanında olmak istemişti. Masanın başına oturdum. İçimde garip bir sıkıntı, düşünüp kaldım. Gözlerim nottaki yazıda geziniyor, fakat kelimelerin mânasından ziyade harflerin şekilleri üzerinde takılıp kalıyordu. «Yiğenim Afşin>> yazarken, «Y»nin sert çekilmiş kuyruğu; ondan sonra «e» harfini beklerken, birden çıkıp gelivermiş gibi bir küçücük «i»; «ğ»nin üzerindeki mübalağalı yumuşatma işareti ve hele «Afşın»> kelimesi... O anda, bu zamansız ölümün getireceği acıklı sonuçları kestirmeme tabiî imkân yoktu. Zira, ne Nejdet Sançar'ı ve hanımını yakından tanıyordum, ne de oğlu Afşın'ı... Bu genç çocuk, meğer Sancar'ların tek evlâtları ve hayattaki en kıymetli varlıklarıymış. Okulunda parlak bir öğrenci, anasıyla babasının, gelecek için büyük ümitleriymiş. Öldüğü zaman 15 yaşını sürmekteymiş. Bu felâket, Nejdet Beyle, yine bir öğretmen olan hanımında derin tesirler yarattı. Bağrıyanık baba, bir süre sonra oldukça ağır bir felç geçirdi. Hastalığı, irade zoru ve hayli uzun tedavilerle yenmeğe çalıştı. Başarılı da oldu. Ancak, bacağının birini, uzun zaman baston yardımı ile sürükledi. Hayatının Sonuna kadar da, oğlunun acısını daima tazeleyen tatsız bir hâtıra gibi, aksayarak yürümek zorunda kaldı. Fakat, bütün bunlara rağmen Türk milliyetçiliğine hizmeti hiç aksatmadan, son nefesine kadar devam ettirdi. Kendisinin, ağabeyi Atsız'ın ve başka Türkçülerin kitaplarından meydana gelen bir seri neşriyata da «Afşın Yayınları» adını verdi. Afşın'ın annesi ise, ellerinin arasından kayıp giden yavrusunun verdiği dayanılmaz ıstıraba gömülerek yaşadı. On beş yıl sonra, kocası Nejdet Sançar vefat ettiği gün bile evlât acısı azalmamış, belki bir büyük hasrete dönüşmüştü. Ansızın çıkıp geliverecek bir yolcuyu bekler gibiydi. Uzun yıllar her akşam sofraya, kendisiyle kocasından başka -Afşın için bir üçüncü tabak koyması, bu bekleyişin ifadesi değil miydi? Atsız'ın o gün, herhalde Ankara yolunda yazmış olması lâzım gelen şu ağıt, «yiğeni» Afşın'ın ruhuna hediyedir : Ne ümitlerle gelip dünyaya En güzel ismi takındın: Afşın! Böyle erken bırakıp gitme neden? Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın? Kaldı senden bize bir gamlı seda... Bir vedadır o seda, sade veda! 6 Kasım 1960, Pazar. 6 Kasım 1960, Pazar... Güneşli, ılık bir sonbahar günüydü. Tek tük beyaz bulut parçalarının örtemediği, mavi, berrak bir gökyüzü. Yarı soyunmuş ağaçların dallarında sevinç, yollarda sararmış yapraklar. Bir tatil gününün Maltepe'de yeni yeni kıpırdanmaya başlamış sakin neşesi... O gün, belki de akşam karanlığına kadar sürecek uzun saatleri birlikte geçirmek üzere sözleşmiştik. Atsız, ben ve daha iki - üç genç arkadaş. Atsız'ın deyişiyle «dünyaya nizam vermek üzere» hayâllerle gerçeklerin kaynaştığı bir sohbet gününü yaşayacaktık. Yalnız bir şartla! O şartı da ben koşmuştum. Zira sıkılıyor, eziklik hissediyordum. Konuşmanın tadına doyamıyor, zaman ölçüsünü kaçırıyor, bileklerimize zincir gibi asılmış saatlere düşman kesiliyorduk. Sözün yarım kalmaması için mecburen Atsız'a sofra arkadaşlığı ediyorduk. Bir, üç, beş... bunun sonu gelmeyecek gibiydi. Halbuki, pekâlâ biliyordum ki, Atsız, mütevazı memur maaşı ile ancak geçinebilen bir kimseydi. Küçük de olsa maddî bir yük yüklenmek çok yakışıksızdı.Bu endişenin tesiriyle olmalı ki: Hocam, demiştim, iyi güzel! Pazar günü gelelim. Ama herkes yemeğini beraberinde getirsin. Böylece hem Kâniye'ye ağırlık olmayız, hem de zamandan kazanırız. Önce gücenik, sonra şakacı gözlerle bakmış ve tabiî, itiraz etmişti: - Canım, bilmiyor musun, dünya hazinesi bizim! Ama öyle ısrar etmiştim ki, nihayet gönülsüz de olsa, rıza göstermişti. Galiba o günkü grup içinde evli olan yalnız bendim (Atsız'ın hanımının o sırada, Almanya'da görevli olduğunu yazmıştım). Onun için hepimize yetecek kadar, taşınması kolay yemek hazırlatmış, paketler ellerimde Maltepe'nin yolunu tutmuştum. Zihnimdeki bu hazırlığın büyüsü, masa üzerindeki kısa notu bulur bulmaz bozulmuş, adeta hayâl kırıklığına dönmüştü. Teessürümü ifade eden ve başsağlığı dileyen bir cevap yazısını aynı masaya bırakıp ayrılırken, doğrusunu söyleyeyim, biraz da oyuncağı kırılmış bir çocuğun ruh halini yaşıyordum. ACELE SEÇİM İSTEKLERİ VE SİYASI BİR RÜŞVET - Ankara'da durum çok karışık. Sinirler iyice gergin. Komite ikiye ayrılmış. Bir tarafta milliyetçiler, bir tarafta CHP'liler. Her iki taraf da toplantılara silahlı olarak geliyorlarmış. Çok kere de tabancalarını masanın üzerine koyarak konuşuyorlarmış. İki taraftan biri, diğerini tasfiye edecek. Başka çare yok. Atsız, yeğeni Afşın'ın ölümü üzerine gittiği Ankara'dan dönmüş, bizim için yeni sayılacak pek çok da haber getirmişti. Gerçi CHP tarafını tutan yayın organlarında (o sırada günlük gazetelerin ve haftalık yorum dergilerinin çoğu bu kamptaydı) kâh isim vererek, kâh imâ yoluyla Türkeş ve arkadaşlarına karşı açılan karalama kampanyasından hayli şeyler sezinlemekteydik. Fakat durumun bu derece gergin olduğunu yine de tahmin etmiyorduk. Halbuki neler olup bitiyormuş. Demokrat Parti'nin bütün meclis grubu ve diğer ileri gelenleri hapisteydi. Eski iktidarı destekleyen geniş vatandaş kütlesi -ki, şüphesiz o tarihte ve o şartlarda dahi millet çoğunluğu idi- ürkek, dağınık ve kararsızdı. CHP ise ihtilâle sahip çıkmış, yıllardır amansız biçimde mücadele ettiği rakibinin sahneden silinmesiyle adeta tek başına kalmıştı. Demokrat Parti'nin hükmî şahsiyeti de, bir mahkeme kararı ile sona erdirilmiş, yani ortadan kaldırılmıştı. Böyle bir ortamın avantajlarını mümkün olduğu kadar sür'atle kullanmak CHP ile İsmet İnönü'nün siyasî hesapları arasındaydı. Bunun için de, Millî Birlik Komitesi'nin seçim kararı vermesi gerekiyordu. Bu hesabı sezen bazı MBK üyeleri, hemen yapılacak bir seçime taraftar değillerdi. Bu seçimin, iktidarı CHP'ne teslim etmekten başka bir mâna taşımayacağını biliyorlardı. Onun için, Türkiye'nin muhtaç olduğu reformları yapmak, kütleler arasındaki düşmanlığı sona erdirmek, kalkınma yollarını açmak, millî eğitimden idarî cihaza; politikadan çalışma hayatına kadar pek çok sahada gerekli düzenlemeleri sağlamak lâzımdı. Devlet yeniden kurulmalıydı. Ülkenin bütün imkânları, milletin bütün kabiliyetleri seferber edilmeliydi. Türkiye, çağlar üzerinden aşarak, en kısa zamanda çağdaş teknolojinin imkânlarına kavuşturulmalıydı. Ayrıca, seçimlerden önce, CHP dışında kalan geniş seçmen kütlesi de siyasî teşkilâtlanmaya kavuşturulmalı, kendi partilerini kurabilmeliydi. Seçim yarışı, ancak böylelikle eşit, dengeli ve adaletli hale getirilebilirdi. Bu görüşleri savunan grup, Millî Birlik Komitesi'ne hâkim görünüyordu. Kamuoyu bu grubun lideri olarak Alparslan Türkeş'i tanıyordu. İkinci grup ise CHP sempatizanlarıydı. İçlerinden çoğu 27 Mayıs'a son anda katılmıştı. Omuzlarına binen sorumluluk yükü onları tedirgin etmiş, korku ve endişeye sürüklemiş gibiydi. Bu işten bir an önce kurtulmanın, o arada kendilerine de sağlam bir statü sağlamanın telâşı içindeydiler. İhtilâlin lider ismi Cemal Gürsel bu gruptaydı. Millî Birlik Komitesi'ndeki üçüncü grup, hemen her toplulukta görülen zayıf ve kararsız kimselerden meydana gelmekteydi. Kuvvet dengesine ve şahsî emniyet garantilerine göre, diğer iki grup arasında yalpalamaktaydılar. Bu ortamda iken Kurucu Meclis, yeni anayasa ve «tabiî senatörlük» meseleleri ortaya çıktı. Tabiî senatörlük, İsmet İnönü'nün buluşuydu. Millî Birlik Komitesi üyeleri, yeni anayasaya göre teşekkül edecek Senatoda otomatik olarak ve hayatları boyunca yer alacaklardı. Tabiî senatörlük teklifi, aynı zamanda bir siyasî oyundu. Ömür boyu sürecek seçimsiz bir senatörlüğün cazibesine kapılacak olan MBK üyeleri, bu suretle erken seçime razı olacaklardı. Bir nevi «siyasî rüşvet». Kararsızlar ise böylece CHP sempatizanları safına kayacaklardı. Ya razı olmayacaklar bulunursa? CHP'ye göre, onların tasfiye edilmesi lâzımdı. Çeşitli iftira ve suçlamalarla, millet nazarında küçük düşürülmeleri ise, CHP'li basının yabancı ve acemi olmadığı bir hizmet sahasıydı. İsmet İnönü'ye yakınlığı ile tanınan bazı MBK üyeleri, tabiî senatörlük teklifini Komite'ye Ekim 1960 sonralarında oluşturmuşlardı. Teklif, uzun ve sert tartışmalara yol açmıştı. Üyelerden 11'i bu teklifin kabul edilmesini istemişlerdi. Diğerleri ise bunu doğru bulmamış, millet huzurunda edilen yemine (*) aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdi. «Türkeşçi>> olarak tanınan genç bir Komite üyesi, tabiî senatörlüğün «siyasî rüşvet» olduğunu, ismet Paşa'nın iktidarı almak için kendilerine bir kemik uzattığını haykırmıştı. Modern hiçbir memlekette böyle bir anayasa hükmü ve benzer bir müessese yoktu. Hiçbir karşılık beklemeden hizmet edileceği hususunda millete söz verilmişti. Bu teklif reddedilmeliydi. Sonunda oylamaya geçildi ve 11'e karşı 26 oyla tabiî senatörlüğün reddine karar verildi. Peki, nasıl bir yol takip edilmesi lâzımdı? Milli Birlik Komitesi'nin dört yıl daha iktidarda kalması için milletin tasvibi alınmalı, yani referandum yapılmalıydı. Dört yılın sonunda ise MBK, Millî Birlik Partisi olarak teşkilatlanmalı ve diğer partilerle birlikte, seçime katılmalıydı. Bu görüş de, aynı oy oranları ile kabul edilmişti. Böyle bir karar ise, CHP'nin ve İsmet İnönü'nün bütün hesaplarını altüst etmekteydi. Gürsel, kararsızlık içinde bocalıyordu. Seçimlerden sonra cumhurbaşkanı yapılacağı şeklindeki CHP vaadi ağır basıyor, esasen «Kudretli albay» yakıştırmasından ürktüğü için, Türkeş'le etrafındakilerden gittikçe uzaklaşıyordu. Atsız, bu haberleri Ankara'dan getirdiğinde sanırım Kasım ayının 9'u veya 10'uydu. O yıl «Atatürk Haftası» ilân edilmiş, MBK üyeleri çeşitli yerlerdeki toplantılarda konuşmak üzere yurda dağılmışlardı. Bu dağılışın, her iki kanadın da kendilerine destek ve kuvvet sağlamak için gerekli temasları yapmak yolunda bir vesile olduğunu tahmin ediyorduk. Bu yüzden, gergin bir bekleyiş içindeydik. Atsız'a göre, bu kapışmadan milliyetçi grup galip çıkacaktı. Böylece Türkiye'de millî bir uyanış ve silkiniş devri başlayacak, memleket güzel günlere doğru yürüyecekti. Sanırım, hayâlleri ve temennileri ile gerçekleri birbirine karıştırıyordu. Nitekim, öyle olduğu üç-dört gün sonra ortaya çıktı. (*) Milli Birlik Komitesi üyelerinin, millet huzurunda ettikleri yemin (Yüce and) şöyleydi: «Bir karşılık beklemeden, ahlâk, adalet, hukuk ve insan hakları prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir s:nırla bağlı olmaksızın kendimi Türk milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeyeceğim. Demokratik Cumhuriyeti yeni anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı yeni meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namusum, mukaddesatim üzerine and içerim.»
460 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.