benden bir öykü...
Portakal ağaçlarının çiçeklenen siluetini
seçmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Ama normal. Kış günüydü. Yağmur şarıl
şarıl yağmaktaydı. Kışın her
zamankinden daha erken geldiğini
söylemişti babam. Annen o kadar çok
parfüm sıkıyor ki ozon tabakasının
delinmemesi mucize olurdu, diye
eklemişti. Bunu söylerken, sol eliyle
arabanın açık penceresinden arada
sırada dışarı saldığı sigara dumanıyla
karışık birkaç tutam sigara külünü
suratıma savurmuştu. Bunu
önemsemedim, bunun normal olduğunu
düşündüm; çünkü eğer babama biraz
daha dikkatli olmasını salık verseydim
‘’babaya öğüt verilmez,’’ diyecekti.
Normal olan buydu. Daha önce de buna
benzer laflar işitmiştim. Bir keresinde
ilkokul öğretmenimin ‘’büyükler de hata
yapabilirler, hata yaptıklarında onları da
ikaz etmelisiniz,’’ dediğini hatırlıyorum.
Öğretmenimin bunu demesini
gayet normal karşılamıştım; çünkü buna
benzer bir lafı daha önce dedem de
babama etmiş. Babam ‘’gelgelelim ikaz etmeye kalksam tefe koyardı beni. Yine
bir keresinde artık neredeyse kıçıma
varıncaya değin uzamış olan kıvırcık
saçlarımı kestirmemi tembihlemişti. ‘’
Şayet kestirmezsen iki tane daha oğlum
var, kendine kalacak yer baksan iyi
edersin, şakam da yok ha, gül sen orda
gül, sen o saçları kestirmeden akşam
eve gelmeye kalk da bak bakalım ne
oluyor?’’ diye de eklemiş. Ama babam,
büyüklerin kendi dediklerini yapmama
hakkına sahip oldukları için büyük
olduklarını da söylemişti. Bunun normal
olduğunu düşünmüştüm; çünkü kız
arkadaşım Ceyda da –benden iki ay
büyük kendisi- bir gün önce seni
seviyorum demesine rağmen ertesi gün
sıra arkadaşımı sevdiğini, bendense
nefret ettiğini söylemişti. Kız haklıydı.
Anlaşılmayacak bir şey yok. Zaten
annem de böyle söylüyor ‘’bu işler böyle
olur,’’ diyor.
Derme çatma köy evlerini az önce
geçmişiz. Uyuyakalmış olmalıyım,
annem bu insanlar çok yoksullar, dedi.
Akşamları genellikle sadece bulgur pilavı ve ekmek yiyorlarmış. Çok yazık
olduğunu söylüyor. Arka koltukta
olduğum için annemi göremedim.
Sanırım onlara acıdı. Annem onlara
acımakta haklı; çünkü babam kadınların
sulu gözlü olduklarını, olur olmaz yerde
duygulandıklarını söylüyor. Ama bu
normal, annem genellikle alışveriş
yaparken mutlu olur. Alışveriş dergilerini
takip ediyor, her ay makyaj
malzemelerini yenilediğimizde çocuklar
gibi mutlu oluyor. Ama bu normalmiş.
Bunu babamdan öğrendim. Kadınları
mutlu etmenin formülü onlara bolca
para vermek, arada sırada yatak
odasında gönüllerini almakmış. Sonra
eğitim seviyesi her ne olursa olsun,
kadın diye adlandırdığımız bu sevilmeye
mahkum ama sevmeyi bilmeyen
canlıları istediğim kadar
aldatabilirmişim. Babam annemi
aldatıyor, bizim komşu da annesini
aldatıyor olmalı; çünkü geçen gün
‘’erkek adam gol atmayı bilecek,’’ dedi.
Futboldan anlamam; ama arka sıramda
oturan arkadaşım Hakan’ın matematik dersinde kulağıma eğilip ‘’Ayla da seni
seviyor, hala gol atamadın mı lan şu
kıza?’’ dediğini hatırlıyorum. Ama bu
normal; çünkü Hakan okul takımımızın
lisanslı futbolcularındanmış. Teneffüste
de ‘’kadınlar ofsayttan anlamaz, ofsayt
ince iştir oğlum; bir kadını elde etmek
istiyorsan atabildiğin kadar çok gol
atacaksın ona,’’ demişti.
Biraz sonra babam arabayı iki köy evinin
arasına park etti. Henüz ben çok küçük
olduğum için –annem böyle söylüyorarabanın
koltuğunu açamazmışım.
Boşuna açmaya kalkışma, ben de senin
yaşındayken açamazdım zaten, gerçi
bizim zamanımızda arabalar da çok
komikti ama sen gene de kapıyı
açamazsın, dedi. Ama bu normal.
Babam biraz önce annemin çok
konuştuğunu düşündüğü için ‘’Allah’ın
biraz sevgili kulu olsaydım senin gibi
arızalı bir hatunla evlenmezdim, ulan şu
çocuklar olmayacak var ya… inan iki
günde boşarım seni, artık o zalim
babana mı gidersin, ne filmler çevirdiği
belli olmayan erkek kardeşine mi, artık orasını da ben bilemem,’’ dedi. Babamın
saçmaladığını düşünüyorum; ama bu
normal. Kadınlara kızmamamız
gerektiğini, onların idare edilmeye
mahkum yaratıklar olduklarını daha
önce söyleyen kendisiydi. Arada sırada
hepimizin saçmalamaya hakkı var,
demişti babam bir keresinde de. O
yüzden bu normal. Devrimci olduğunu
söyleyen bir arkadaşım –onun babası
da devrimciymiş, babası erkek adamın
erkek çocuğu olur dediği için devrimci
olmuş- yaşamın içerisindeki bu tür
çelişkilerin normal olduğunu söylemişti.
Yaşanan bu normal olay üzerine kız
kardeşim şaşırdı ve sanırım biraz da
babamın yüksek sesle konuşmasından
korktu. Sanırım benim de şaşırmam
gerekiyor; çünkü annem daha önce ben
saçlarımı yana taradığımda ellerimi
sertçe aşağı indirip elleriyle şipşak
yukarı dikmiş ve eklemişti: Siz erkekler
estetik namına ne bilebilirsiniz ki; hatta
sen de baban olacak o öküz gibisin, bir
boktan anladığınız yok, azıcık kız
kardeşini örnek alsan ya… demişti.
Annemin beni azarlamaya hakkı var.
Ama bu normal. Ona göre ben babamın
oğluymuşum.
Onlarca kişi yuvasına ekmek taşıyan
çalışkan karıncalar gibi cenaze evine
akın ediyor. Yakın bir akrabamız ölmüş.
Ölen amcayı ben tanımıyorum. Ama bu
normal. Biz köylü olmamıza rağmen
hep şehirde oturmuşuz.
Akrabalarımla aramda her daim adını
koyamadığım bir farklılık,
anlamlandıramadığım bir mesafe oldu.
Sanki onlar benim varlığımı, ben de
onların varlığını yadsıyordum.
Mersin’den Hatay’ın Dörtyol ilçesinin
Altınçağ beldesine her gelişimizde,
zihnimde sevgiyle karışık
anlamlandıramadığım korkular
oluşuyordu. Bazen babamın işi –o
zamanlar dozer tamircisiydi- dolayısıyla
beni köye bırakıyorlar ve birkaç ay
köyde kalmama müsaade ettikten
sonra tekrar şehre götürüyorlardı; fakat
şehirden köye götürecekleri zamanlarda
şişko babaannemin –dedem ona böyle seslenir- sedirinin altına saklanıyor ve
‘’babaanne beni götürmelerine sakın
izin verme,’’ diye yalvarıyordum. Birkaç
ay sonra köye geri döndüğümde bilye
oynayan çocukların ‘’şehirli lan bu,
aman dikkatli ol da üstün başın
kirlenmesin,’’ diye beni dışlayacaklarını
biliyordum. Gerçi sonraları onlara şehirli
olmadığımı kanıtlayabilmek için birkaç
sokak kavgasında dayak yedim; ama bu
normal. Babama göre insanın erkek
olduğunu kanıtlaması gerekirmiş.
Sözgelimi onun köydeki lakabı ‘’kelleci.’’
Bu lakabı katıldığı bütün sokak
kavgalarında rakiplerinden herhangi
birine muhakkak kafa attığı için hak
etmiş. Babaannemin bir keresinde
‘’sakın şehirden evlenme oğlum, başı
kapalı bir köy kızı al, bütün malım
mülküm senindir, babanın yaptığı hatayı
görüyor musun, aramızda kalsın ama
annenin pabuç kadar dili var, yemin
ediyorum ona laf söylemeye
korkuyorum…’’ dediğini hatırlıyorum.
Babaannem on yedi çocuğu üç de karısı
olan bir köy ağasının kızı. Anap döneminde milletvekilliği yapan bir
kardeşi –rahmetli olduğunu söylüyorlarvarmış;
onun devlet yetkililerine nasıl
posta koyduğunu, istediği adamı
istediği işe nasıl aldırdığını anlatır
dururlar. Babası servetinin büyük bir
kısmını pavyonda kumar oynayarak
yemesine rağmen yine de çocuklarına
çok büyük bir servet bırakmış.
Büyüklere karşı gelmemem gerektiğini
yediğim ilk dayaktan beri unutmam.
Ama bu normal. Dedeme göre büyükler
sever de döver de.
Babam insanın nereli olduğundan
utanmasının hem atalarına saygısızlık,
hem de günah olduğunu söylemişti;
fakat annemle kavga ederlerken çoğu
kez ‘’sen şehirlisin de ne hükmün var
yani, sakın bir daha benim ailemi
aşağılamaya kalkışma, benim annemi
ve babamı eleştirmek senin hiç mi hiç
haddine değil,’’ demişti. Annemse ‘’hala
şu beyaz çorap takım elbise
sevdasından bile vazgeçemedin, onca
yıldır beraberiz ama seni bir türlü
değiştiremedim ya, ben de ona yanarım işte, yok anam yok insan doğuştan
kültürlü olacak demişti. Babam ‘’senin
ne haddine ki beni değiştireceksin,’’
dedikten sonra annemden ‘’basbayağı
kırosun işte,’’ karşılığını almıştı. Bunun
üzerine babamın daha fazla konuşmaya
devam edersen sülaleni sikerim senin,
şeklinde bağırdığını hatırlıyorum.
Onlar birbirlerini severek evlenmişler.
Annemin babası evlenmelerine razı
gelmediği için babam annemi kaçırmış.
Üç çocuğu olan annemin en büyük
çocuğu ve tek oğluyum. Çocukluğum,
Mersin- İskenderun arasında mekik
dokuyan TCDD trenlerinde geçmiş. Ben
bunların bir kısmını hatırlıyorum, bir
kısmını da annem anlattı. Çocukluğum
boyunca bir türlü kurtulamadığım
bronşitli bedenim, varlığını anneme ve
belki biraz da İskenderun’daki özel
doktoruma borçluymuş. Doktor
amcanın hastalığımla ilgili konuşmak
istediği zamanlarda elime oyuncak bir
araba verip ‘’hadi bakalım yakışıklı sen
biraz dışarıda oyna,’’ dediğini, ben
dışarıda acaba ‘’bana bir şey mi oldu,’’ diye merakla beklerken annemin birkaç
dakika sonra elinin tersiyle gözünün
yaşını silen bir annelik mesleğini icra
ettiğini hatırlıyorum. Ne oldu anne, bir
şey mi var, diye sorduğumda ‘’yok bir
şey, hadi gidip sana simit alalım,’’ diyen
annem olduğuna göre bunu hatırlatan
annem olamaz, ama hatırlayan ben
olabilirim. Ama bu normal; çünkü benim
unutma yeteneğinden yoksun olduğum
söyleniyor. O yıllarda babamın o dağ
senin bu dağ benim çalıştığı da
söylenenler arasında.
Sülaleni sikerim, daha fazla uzatma…
Babam bunları söylemezden evvel beni
odama göndermiş olduğu için surat
ifadesini göremedim. Ses tellerinin
çatallanmasını kız kardeşimin korkulu
gözlerinden anlamıştım. Bunları
düşündüğüme göre dalmış olmalıyım;
ama bu normal. Öğretmenimin hayal
kurmak güzeldir çocuklar, büyük
hayaller kurun dedikten bir ders ertesi,
hayal kuran bir arkadaşıma ‘’ben o
bakışların ne manaya geldiklerini bilirim,
alooo kime diyorum oğlum ben, bir daha derse gelmeden önce uykunuzu iyi alın,
kalk çabuk sen de şu yüzünü yıka
bakalım,’’ dediğini hatırlıyorum. O
arkadaşım ben de olabilirim ama neyin
ne olduğunu karıştırıyor olmam normal.
Din kültürü ve Ahlak bilgisi dersi hocam
‘’at izinin it izine karıştığı bir çağda
yaşıyoruz, Allah hepinizin yardımcısı
olsun çocuklar,’’ demişti.
İnsanların suratlarından düşen bin
parça. Annemin dizinin dibine
büzüldüm. Kadınlar babamın da dediği
gibi yapmak zorunda oldukları işi
yapıyorlarmış. Dedikodu yapmazlarsa
çatlayacaklarını, bu yüzden kadınları
suçlamaya hakkımız olmadığını
söylüyor babam. Az sonra gel bakalım
seni küçük fare dedi teyzelerden biri
bana. Herhalde beni çirkin ama sevimli
buldu. Okuldaki arkadaşlarım da buna
benzer şeyler söylüyorlar. İçlerinden
‘’kepçe kulak’’ diyenler de var. İnsanlar
beni böyle seviyor. Sevilmeye alışkınım,
bu normal. Adımı soruyor sanırım kadın
bana. Adımı sorarken ağzını yüzünü
sevimli bulmamı beklediği bir şekle soktu. Ama bu normal. Babam
insanların hiçbir şeyi karşılıksız
yapmayacakları bir çağda yaşadığımızı
söylüyor. Sanırım kadın beni sevdiği için
benden de onu sevmemi bekliyor. Yeni
kız arkadaşım Ayten kendisinden başka
hiç kimseyi sakın ha sevmememi
tembihlemişti. Ama bu normal. Kadınlar
genellikle birbirlerinin varlığını
kaldıramazlarmış, babam böyle
söylemişti bir keresinde. Oysa biz
erkeklerin aynı anda birden fazla kadını
idare edebilecek denli gönlü bol
olduğunu da eklemişti. Yani iki arada bir
derede kalmış olmam normal. Karar
veremediğim zamanlarda
susmalıymışım, böyle tembihlemişti
öğretmenim. Biraz daha büyüyünce
intihar etme kararı alabilirsem
‘’kararsızlık, ölümü bile yarı yolda
bırakacak kadar maymun iştahlıdır,’’
diye düşünme kararı aldım. Hatta karar
verdiğim zamanlar için bile ‘’bin bilsen
de bir bilene danış’’ diyenler olabilir.
Ama bu normal. Takılma sen
öğretmeninin söylediklerine demişti babam. Onların konuşmaktan başka bir
işleri olmadıkları için sürekli konuşmak
zorunda olduklarını da eklemişti.
Kadının suratına bakıyorum. Şaşırmış
gibi yaptım şimdi. İnsanlar şaşkın
çocuklara bayılıyorlar, sakın sivri zekalı
olduğunu her yerde belli etme demişti
teyzem bir keresinde. Şaşkınlığımı
gören kadın normal bir şekilde
sinirlenerek –alnını çattı bana, annem
de sinirlendiğinde böyle yapartekrardan
adımı sordu. Mahmut dedi
annem, onun adı Mahmut diye de
ekledi. Birkaç dakika ya geçmiş ya
geçmemişken tekrardan adımı sordu
kadın. Anneme baktım bir şey diyecek
mi diye; çünkü annem biri sana bir şey
sorduğunda cevap vermeye tenezzül
etme, bırak senin yerine de ben
konuşurum demişti. Ama bu normal;
çünkü annem konuşmayı çok seviyor;
babamla kavga ettiklerinde ağlarken
birkaç kere konuşmayı çok sevdiğini
kabul etmişti.
Şimdi kadınların yanından uzaklaşarak
erkeklerin yanına geçtim; çünkü babam
kaşlarını çattı ve sağ elini kaplan
pençesi yaparak beni yanına çağırdı.
Ama bu normal. Babam topluluk içinde
konuşmayı fazla sevmediğinden böyle
yapıyor, zaten bir keresinde erkek
adımın fazla konuşmaması gerektiğini
de söylemişti. Ağır adımlarla –erkekler
böyle yürümeliymiş, adını unuttuğum
arkadaşımın biri böyle söylemiştibabamın
yanına geçtim. Rahmetli iyi
adamdı, keşke kendini asmasaydı dedi
adamlardan biri. Üyesi olduğu tarikatla
ilintili olduğu söyleniyor, doğru mu, diye
sordu başka bir adam. ‘’Doğru,’’ dedi
içlerinden bir tanesi. ‘’Hayır, hayır
yanılıyorsunuz, rahmetlinin kredi kartı
borçlarından haberiniz var mı sizin,’’
diye sordu bir başkası. Babam, bütün
bunların hepsi bir yana, ortada kalan şu
kızcağızla iki çocuk ne olacak ben asıl
onu düşünüyorum, dedi. İyi ki
rahmetlinin evi varmış yoksa işsiz
güçsüz bu kadın ne yapardı vallahi
bilmem. En azından şu kapının önündeki külüstürü de satarlar da bari
bir süre onunla idare ederler, dedi.
Babamın yanından annemin yanına
geçtim biraz sonra. Annemden diğer
çocuklarla oyun oynamak için izin
aldım. Ama bu normal, çünkü ben uslu
bir çocuğum, daha önce uslu çocuklar
böyle yapar demişti annem.
Süleyman’la Mithat’ın yanına geçerken
dik yürümeye çalışıyorum. Bir keresinde
babam ‘’bu dünyanın hamalı sen misin
de böyle kamburca yürüyorsun, hem
erkek adam dik yürümeli,’’ demişti. O
gün bu gündür normal bir çabayla
sürekli olarak olağanüstü dik yürümeye
çalışırım. ‘’Haydi araba taşlamaca
oynayalım,’’ dedi benden iki Mithat’tan
bir yaş büyük olan Süleyman. ‘’Araba
taşlamaca nasıl oynanır ben bilmiyorum
Süleyman,’’ cevabını verdim ona.
Mithat’a dönüp ‘’salak lan bu, bir bok
bildiği yok bunun,’’ dedi. ‘’Boşver, iki
dakikada öğretiriz,’’ şeklinde yanıtladı
onu Mithat ve bana dönüp ‘’bilmeyecek
bir şey yok, iki sokak aşağıya ineceğiz
birazdan, yerden taş toplayacağız ve gelen arabalara atıp sonra da
kaçacağız,’’ diye ekledi. ‘’Tamam,’’
anlamında başımı iki kez aşağı ve
yukarı salladım, ama bu normal.
‘’İnsanlarla uyumlu olun, öyle her halta
karşı çıkmayın,’’ demişti bir
öğretmenim.
Bulunduğumuz sokaktan iki sokak
aşağı indik şimdi. Özenle birer avuç taş
topladık yerden. Ana caddeden aşağı
doğru inen ilk araç bir otomobildi.
Ellerimizdeki küçük taşlardan bu araca
fırlattık ama sanırım isabet
ettiremediğimizden Toyota Corolla
marka araba basıp gitti. Gelen ikinci
araçsa bir kamyondu. Üçümüzde aynı
anda siper alıp kamyonun camına
fırlattık elimizdeki taşları ve ‘’çat’’ diye
bir sesin gelmesiyle birlikte ağlamaklı
bir sesle fren yaptı kamyon. Evet,
tahmin edebileceğiniz üzere kamyonun
sol camı kırılmıştı. Biz arkamızdaki
portakal bahçelerine doğru son sürat
koşarken kamyon şoförü araçtan inip
feryat figan küfürler eşliğinde bizi
aramaya başladı. Ama bulamadı. Bu normal, biz üçümüz saklambaçta çok
iyiyizdir.
Biraz sonra saklandığımız ağaç
diplerinden çıkıp kararlaştırdığımız
üzere meydanda bir araya geldik.
‘’Caminin oraya gidelim, büyük ihtimalle
İbogil ordadır, çocukları alıp gidip
Kürtlerin evini taşlarız,’’ dedi Süleyman.
Sonradan öğrendiğime göre taşlamaya
gideceğimiz bu ev köyde oturan tek Kürt
aileye aitti. Yirmi dakika kadar sonra
sayıca on kadar çocuk Kürtlerin evini
taşladık. Bir başkasının ilginç diye
tanımlayabileceği ama kanımca normal
bir şey oldu: Biz hep birlikte elimizdeki
taşları yağdıraduralım, bir anda büyükçe
evin avlu kapısı açıldı ve ata binmiş
gençten bir delikanlı o atı son sürat
peşimizden koşturmaya başladı. Ne
hazindir ki, hatta ne komiktir ki –ya da
daha ziyade normal- çocuklardan en
kilolu bendim. Hatta ve hatta nerdeyse
koşamayacak denli kiloluydum.
Elimizden geldiği kadar bir hızla
koştuğumuz sırada bir aralık yoldaki bir
traktör römorku ilişti gözüme. Tereddüt edecek vaktim yoktu, fırsat bu fırsat,
derhal römorkun altına yatıp saklandım.
Ama olabilecek en kötü şey oldu –hoş
gerçi bu bence normal- delikanlı beni
sanırım gördü ve atından inip kararlı
adımlarla römorka doğru yürüdü. Eğilip
aynı kararlılıkla çıkardı beni oradan. Ve
yer misin yemez misin gayet normal bir
şekilde tam yirmi beş dakika dövdü
beni. Allahtan o sürenin sonunda
çevredeki birkaç köylü feryadıma yetişti
de daha fazla dayak yemekten
kurtuldum. Ağzım gözüm kan içinde,
gidip emmoğlularım –biz birbirimize ya
reis ya emmoğlu diye hitap ederiz- Mithat’la Süleyman’ı buldum. Süleyman
beni bu halde görünce hemen celallenip
‘’O orospu çocuğuna haddini
bildirteceğim, Yusuf Abigile
siktireceğim onu, o puşt görür gününü,
köyün çocuğunu hoşafa çevirmek
neymiş bakalım!’’ diye bağırdı. Ama bu
normal. Bizim emmoğlu her daim
celallanmeye hazırdır.
On beş dakika kadar sonra Süleyman’la
Mithat beni caminin oradaki diğer çocuklardan ayırıp bir portakal ağacının
dibine çektiler. Söze Mithat girdi:
-Bir sıkıntımız var emmoğlu. Caner diye
bir dümbük geçen gün bizim
Süleyman’a karışmış, bu pisliği sen
temizleyebilir misin?
Caner bir pislikse bir pislikti.
Temizlenmesi gerekiyorsa
temizlenmesi gerekiyordu. Tüm bunlar
benim için normaldi ve Mithat
Emmoğlum da öyle kolayına yalan
söylemezdi. Bundan ötesi zaten benim
için boş laftı.
Süleyman pantolonunun içinden bir
silah çıkardı ve bana uzattı, ‘’tetiği aha
şöyle çekip sıkacaksın o puşta tamam
mı emmoğlu?’’ diye sordu. O bunu
söylerken Mithat’la ikisi birbirine bakıp
sevimli bir şekilde sırıttılar. ‘’Elbette,
tamam emmoğlu,’’ dedim ve silahı
aldım.
Bu cinayet benim için normal bir iş
olacaktı. Hoş bu cinayeti işlememem de benim için gayet normaldi ama, bizim
oralarda söz ağızdan bir kere çıkardı.
Hem Mithat’la Süleyman beni birçok
sokak kavgasında korumuşlardı ve
onlara bir tür vefa borcum vardı.
Sakin ama kararlı adımlarla caminin
önündeki alana gidip yaşına göre uzun
boylu sayılabilecek, saçı üçe vurulu olan
çocuğa ‘’Caner sen misin?’’ diye
sordum.
Tıpkı filmlerdeki gibi bir sahneydi, silah
bende olduğuna göre başrol oyuncusu
da bendim.
‘’He benim ne olacaktı,’’ cevabını verdi
bizimki.
Bu sahne biraz sunturlu olsun
istiyordum. Burnumu çektim ve balgamı
Caner isimli çocuğun bitişiğine
tükürdüm.
- Manyak mısın lan sen ?
- Savun kendini köpek, ecelin geldi !
- Yok yok kesin manyaksın !
Bu esnada Mithat’la Süleyman
kahkahalar atıyorlardı ama heveslerini
kursaklarında bırakan bir şey oldu:
Tetiği derhal çekip Caner’i alnının
çatından vurdum. Lafı daha fazla
uzatmak racona sığmazdı. Kurtlar
Vadisi’ndeki Polat da olsa kesinkes
böyle yapardı. Ama bu normal. Biz
Türkler hepten Cüneyt Arkınız.
Birkaç dakika sonra Mithat’la Süleyman
da dahil nerdeyse tüm çocuklar
ağlayarak bir yerlere kaçtılar. Sadece
kaçmadan önce Süleyman bir dakika
kadar yanımda durup ‘’amına koyim
senin, ne dangalak adammışsın sen,
senin yapacağın işi sikim, şakanın
amına kodun, vurdun lan arkadaşımızı
harbiden vurdun !’’ diye bağırdı. Ama
bunu normal karşıladım. Demin de
dediğim gibi, Süleyman celallenmeye
hemen yer arar.
Yirmi dakika sonra üniformalı polis
amcalar gelip nedendir bilmem beni
polis arabasına bindirdiler. Oldukça
sinirli ve gergin görünüyorlardı. Neden vurdun aslanım, dedi polis amcalardan
biri. ‘’Herhangi bir nedeni yok, ama
bundan zevk aldım, kendimi önemli biri
gibi hissettim,’’ cevabını verdim ona.
Adam şaşkınlıkla baktı suratıma. Ama
bu normal. Ben insanları şaşırtmayı
severim. Sonra bir aralık radyodaki
spikerin sesine takıldı kulaklarım. Şöyle
diyordu o ses: Türkiye normalleşme
sürecinden geçiyor…