Gönderi

Matbaa-i Hindiyye-Mısır Nazım Paşa'nın öldürülüp Kamil Paşa da Babiali'den kovulduğu vakit, aynı saatte İttihatçılar birkaç kişi ile evimi basarak beni tevkif edip, bir defa daha Bekirağa Bölüğüne hapsetmişlerdi. Harbiye Nezareti’nin bu sıkıntılı dairesinde dört günlük bir misafirlikten sonra, o vakit İstanbul Muhafızı olan Cemal Paşa gelip beni bir odaya çağırtmış, aynen şu sözleri söylemişti: “-Sizi şimdi çıkaracağım; fakat doğruca ve kapalı bir araba ile evinize gideceksiniz. Yarın da Köstence'ye hareket eden Romanya vapuruna bineceksiniz, çünkü sizin kaleminizden zehir ve kan akıyor; vücudunuz memleketin asayişine zararlıdır. Bu yirmi dört saat içinde de kimse ile görüşmeyeceksiniz.” Bu sözler fena tabirler, yanlış ve haksız ithamlarla karışık olmakla beraber hapishaneden çıkmak gibi büyük bir müjde idi. Sevinmek lâzımdı. Hem çok sevinmek lâzımdı. Çünkü çok ümitsizdim. Artık bu sefer kelleyi İttihat Cemiyeti'nin elinden kurtaramayacağıma kanaat getirmiştim. Hapishanede canından vazgeçmiş, alın yazısına razı bir derviş teslimiyetiyle son günü bekliyordum. Bu kanaat pek yerinde idi. Zira bu kez beni asmak için onlarca yeterli deliller vardı. Armutluk isyanı zamanında Arnavut isyan elebaşlarıyla münasebette olduğum tahakkuk etmiş sayılmış, hatta onlara gönderdiğim bir telgrafı Tanin gazetesi yayınlayarak bir gün teşkil edeceklerini tasarlayıp umdukları divan-ı harbe vesika hazırlamıştı. Onlarca bu tam vesika idi. Halaskârlar Grubunu da teşkil edenlerden, bu işte fiilen çalışanlardan idim. Bu da malumdu. Demek beni İttihatçı bir divan-ı harbin usulen asması için iki, üç canım olsa iki, üç idam cezasını verdirecek iki, üç siyasi suçu nefsimde toplamıştım. Vaktiyle beni hiç suçsuz asmağa kalkışmış olanlar bu vaziyette iken bırakırlar mı idi.... Bunlar onlara yeterli idi. İşte bu halde, bu düşünceler altında hapishanemde kesim yeri ağılında bekleyen koyunlar gibi boynu bükük duruyordum. Şimdi bu teklif bana hiç umulmazken gökten düşmüş bir kudret helvası gibi gelmiş idi. Fakat hapishaneden çıkmayı vatandan çıkmak da takip ediyordu. Sevinmiş, ferahlamış iken tekrar canım sıkılıp itiraz etmiş ve demiştim ki: “- Vatana niye zararlı olayım? Aksine ben vatanın yüce olmasından başka bir düşüncesi olmayan bir adamım, kazancımdan mahrum etmek hak mıdır, reva mıdır? Ben hem gelir sahibi bir adam değilim, Avrupa'da nasıl yaşarım? Gidemem..." Bu cevap üzerine aramızdaki konuşma şöylece biraz daha devam etmişti: - Sizin hudut haricine çıkmanız kesindir. Biz geçiminizi de düşündük. Sizi Maarif Nezareti Avrupa'da tahsil ve ilmî tetkikata gönderecek, bunun için de size altı yüz Frank maaş verilecektir. Ben- Ama benim buradaki maaşım, kazancım ayda yüz liradan aşağı düşmez, İleride daha çok olacak. Bu haksızlık olur. Beni burada bırakın. Memur bulunmam zararlı ise memuriyetten de vazgeçerim. O- Olamaz. Ne yapalım memleketin selâmeti böyle icap ediyor. Ben- Bu beni yalnız mağdur etmekle kalmayıp bütün istikbalimi de mahveder bir iştir. O- Başka türlü yapamayız .Ben- Doğrusu ben gidemem... Mazeretim meydanda.. O- Peki, ancak size insanî bir vazife yapmış olmak için şunu haber vereyim ki, bizim cemiyetin efradında özellikle sizin hakkınızda büyük bir kızgınlık vardır. Sonra sokakta size bir şey olursa bunun sorumluluğunu kabul edemeyiz! Bu son söz müthişti. Bununla anlaşılıyordu ki, gitmekten başka çare yoktu. Cemal Paşa'ya dedim ki: “- Madem vücudum vatan için zararlıdır, ben gidersem vatan iyi olacakmış, pek âlâ, rahatımı, geçimimi, istikbalimi ona feda ediyorum. Hattâ icap ederse canım da feda olsun... İşte şimdi gurbete gideceğim. Ortadan çekiliyorum. Vatandan uzak, bir köşede Eshab-ı Kehf gibi adı batmış yaşayacağım. Ancak size birkaç söz söyleyeceğim. Bu vatanı terk etmeğe razı olan, onun hakkında iyi niyetler besleyen, yüreği vatan sevgisiyle çarpan bir adamın son sözünü, rica ederim, yapınız. Bu sözlerin ölen birinin son arzuları gibidir. Şu ufak ricam, artık memleketten İttihatçı ve muhalif kelimelerini kaldırıp hesapsız düşmanları olan bu milletin kendi evlâtları arasındaki düşmanlığı gidermenizdir. Vatan evlâtlarına iyi muamele edip öz kanınızdan bu kadar, hem içinde değerli gençleri olan insanları muhalif diye harap ve mahv etmeyiniz. Yazıktır. Zaten adaaz... Her şeyi kanunla halledin. Memlekette yalnız kanun sürsün. Kanun, zihninize koyduğunuz şeyi yapamazsa arzunuzun hilâfına hareket edip yapmayın. Elinizi, ayağı bağlı sayın. Kanun bağ, bukağı olsun!...” Paşa`nın bunlara cevabı: “-Göreceksiniz herkese ne güzel muamele edeceğiz. İnşallah vatanı gül bahçesine çevireceğiz! “ Daha bir takım bu tarzda sözler söylemiş, bir çok teminat vermişti. Zaten konuşmanın başından beri “Beyefendi” hitaplarıyla ve böyle tabirlerle çok nazik davranan Cemal Paşa'ya özellikle bu tatlı söz ve vaadlerinin tesiriyle bir çok teşekkürler edip evime gitmiş, bir gece sonra her şeyimi bırakıp vapura atlayarak Avrupa'ya çıkmış, siyasî sahneden çekilmiştim. O vakitten beri vatandan ayrı, derin bir keder içinde, gurbet dertlerinin her türlüsünün acıları altında yaşadım. Vatanıma borçlu olduğum hizmetleri yapamadığıma, hele cerrah olmam dolayısıyla bu büyük savaş zamanında hekim sıfatıyla hizmet edemediğime pek yandım ve hâlâ yanarım. Vatan bu hizmete pek muhtaçtı. Beni bu hizmetten mahrum etmiş olanlara gönlüm pek kırıktır. Bari bu dertli demler tatlı şafaklar açsalardı... Vardılar kara günler doğurdular!... Savaştan mağlup çıktık. Bari bu yeni devre didişmeleri kaldırsaydı, vatan evlâtları Bizans'ın son günlerinde yaptığını tekrarlamasaydı... Her türlü ümit bitti mi artık?.... Yedi yıldır vatandan uzağım. Romanya'da, İsviçre'de, Paris'te, Nice'de, nihayet Mısır'da oturdum. Bütün bu müddet içinde kendimi okuma ve incelemeye verip yapamadığım hizmetleri telâfiye savaştım, kitapla hizmeti düşündüm, eserler meydana getirdim. Bunların bu gün adlarını “Gurbet Dağarcığı" dediğim bu kitaba dolduruyorum. İlk fırsatta bastırıp millete takdim edeceğim. Eğer bunları bastırmaya ömrüm vefa etmezse Türk'ü seven bir hamiyetli kişi bastırsın. Zaten bunun için bu eserlerin adlarını zabteden bu risaleyi yayınlıyorum. 1- Nazım Paşa: (1848-1913) İstanbul'da doğdu. 1882'de Harbiye'den Erkân-ı Harp yüzbaşısı olarak çıktı. Çeşitli görevlerde bulundu. Âli Paşa`nın kızıyla evlendi. Ferik iken sürgüne gönderildi. Meşrutiyet'in ilânından sonra İstanbul'a döndü Edirne II. Ordu kumandanı oldu. Kâmil Paşa sadrazam iken kısa bir müddet Harbiye Nazırlığı yaptı. Bağdad Valiliğine gönderildi. Daha sonra Hassa Ordusu Kumandanı oldu. Balkan Harbi esnasında Harbiye Nazırlığına getirildi. Bâbiâli basıkını sırasında Mustafa Necib tarafından vurularak öldürüldü. Çok kibirli olmakla beraber İyi ve mert bir asker olarak tanınmıştır. Cemal Paşa anılarında bu olayı şöyle anlatıyor: . -... Muhafızlığımın ikinci günü Merkez Kumandanlığına gittim da mevkuf bulunan Ali Kemal Bey'le Sinob Mebusu Doktor Rıza Nur ve Gümülcineli İsmail Hakkı Beyleri ziyaret ettim. Her üçüne de kendi haklarında, bundan sonra münasebetsiz şekilde muhalefet yapmaktan sarf-ı nazar etmek şartıyla, hiç bir tehlike bulunmadığını, memleketin bu felaketli zamanlarında bilakis bütün münevverlerin müttehiden çalışmaları lâzım geleceğini ve bu fikrime iştirak ettikleri takdirde kendileri için namuskâr birer muhit-i mesai temin edebileceğimi söyledim. Ali Kemal Bey Avrupa'da bir memuriyet istedi. Doktor Rıza Nur Bey Paris'te tababet tahsili işin şehrî (aylık) tahsisat-ı kâfiye verilmesini rica etti. İsmail Bey memlekette serbest bırakıldığı halde tâhâl-i tabiînin avdetine kadar hükûmete karşı hiç bir vaz-ı muhalif almayacağına dair namus üzerine yemin etti. Doktor`un masarif-i tahsiliyesini temin etdim ve Paris'e gönderdim. Ali Kemal Bey'i de yol masarifini vererek Viyana'ya yolladım. Viyana'ya muvasalatından sonra aramızda birkaç mektup teati edildi ki bu mektupları mündericatlarının ehemmiyeti hasebiyle aynen derç ediyorum. Muhaliflerimiz hakkında nasıl bir fikr-i itilâf ve meveddet beslemiş olduğumu isbat etmek için Doktor Rıza Nur Bey'den aldığım mektuplardan bazılarını da derc etmeği muvafık gördüm. [Cemal Paşa bunları söyledikten sonra Ali Kemal Bey'in dört, Rıza Nur'un da üç mektubunu yayınlamış ve Ali Kemal'in mektuplarının fotokopilerini de kitabın sonuna koymuştur.] Konumuzla ilgisinden dolayı Rıza Nur'un üç mektubunu burada aktaralım: Birinci mektub Efendim hazretleri, 16 Kânun-isâni 328, İstanbul İhtiyâr-ı zahmetle hapishaneyi teşrif edip tahliye-i âcizânemi emir buyurmalarından dolayı uhdeme terettüb eden vazife-i teşekkürü bu gün îfaya müsaraat ediyorum. Mükâleme-i vâkiada izhar buyurdukları efkâr ve nezaketi fevkalâdenin amîk (derin) bir tesir hâsıl etmiş olduğunu ve bu tarzda düşünen bir zâtı bu güne kadar yakından tanımamış olmaklığın beni müteessir ettiğini vicdanî olarak beyan ederim. Emriniz veçhile yarın Köstence'ye hareket ediyorum. Hayatım, üç beş aydır zaten bıkmış olduğum hay huy âleminden haric ve kendi âlemime münhasır olacakdır. Halâs-ı vatan husûsunda muvaffak olmanızı dua eder ve diğer rüfekanızın da -o eski fikir ve hareket-i sakîmeden feragat ile- zât-ı Âlîlerinin his ve fikirlerinde olmalarını ve şu sûretle memleketin kurtarılmasını temenni eylerim. Doktor Rıza Nur ikinci Mektup 7 Ağustos 913, Nis Muhterem Efendim, Geçenlerde irsalini istirham etmiş olduğum aylıklarımın irsali husûsunda lütf-ı vâlâları bîdiriğ ve aynı zamanda bir daha tehirât vuku bulmayacağı va'd buyurulmuştu. Halbuki bu defa talebenin Temmuz maaşı verildiği halde bile henüz bizimki vasıl olmamıştır. Bu hal, gazetelerde gördüğüm bazı kimselerin maaşlarının kat' edildiği havadisinin hakk-ı âcizîde de tatbik edilmiş olması zehabını hasıl etmiştir. Esasen zât-ı Âlîleri ile angajmana girmiş ve sizin sözünüze itimadla hareket etmiş olduğumdan kat`-ı maaş vâki değil ise lütfen geçmiş olan Temmuz ve miadi gelen Ağustos maaşlarımın lütf-ı mu'tadeleri vech ile irsaline delâlet buyurmalarını, yok vâki ise esbâbının lûtfen işarını rica ederim. Üçüncü Mektup Doktor Rıza Nur 3 Şubat 914 Paris Aziz ve muhterem paşam, İltifatnâme-i cevabîlerini aldım. Lisan-i muhalesetinizin tarz-ı mahsusı samimânesine karşı pek hassas olduğumu arza lüzum görmüyorum. Muvaffakiyetinizin her gün mütezayit surette hadd-ı kusvâya doğru suûdunu bütün samimiyetimle temenni ederim. Bâki afiyet ve muvaffakiyetinizi temenni eder ve ihtiramât-ı mahsûsamın kabulünü rica ederim paşam efendim. Doktor Rıza Nur Hürriyet ve İtilaf Fırkası`nı bertaraf etmek için Meclis-i Mebusan`ın feshi, tamamen iktidar partisine mensup itaatkâr mebuslardan oluşmuş bir meclisin teşkili ve bunun için gayr-i meşru vasıtalara dayanan bir seçim yapılması İttihad ve Terakki Cemiyetini ve Hükûmet`i huzura kavuşturmuş değildi. Yeni Meclis'in toplantı devresi başında Arnavutların milliyet ve muhtariyet yolunda isyan etmeleri, Trablusgarp harbinden doğan kaybın ağır havasına eklenmiş ve dahilî bunalım büsbütün şiddetlenmişti. Bu safhada Meclis ve Hükûmet yeni bir hareketle karşılaştı. 1908de Abdülhamid'e karşı yapılan hareket bu kez İttihat ve Terakki'nin gayr-i meşru sayılan iktidarını düşürmek için yapılıyordu. Rumeli de bazı zabitlerin dağa çıktıkları haberi başkente korkulu günler geçirtiyordu. Dağa çıkan zabitler, isyan eden Arnavutlar, Osmanlı İmparatorluğu içinde baş kaldıran her fert ve cemiyetin istekleri arasındaki ortak nokta, gayri meşru saydıkları Hükûmet ve Meclis'in iş başından çekilmesiydi. İşte bu sırada Istanbul'da da hemen aynı istek ve gaye ile Halâskâr Zâbitân Grubu adli bazı zabitler bazı girişimlerde bulundular. Siyasî havanın İttihat ve Tarakki'nin aleyhine döndüğünü, orduda bir hareket için uygun bir zemin bulunduğunu gören Gelibolulu Binbaşı Kemal Bey önce Grup beyannamesini kaleme almış, daha sonra Skalyeri( Aziz Bey Skalyeri Komitesi kurucularından Kleanti Skalyeri'nin oğludur) isimli bir Rum vatandaş ile Prens Sabahaddin Bey'le temasa geçmiş, Prens bu harekete yardımcı olmuş, maddî yardımda bulunmuştur. Devamlı olarak gayr-i muşruluğu ileri sürülen Said Paşa Hükûmeti Meclis den ezici bir çoğunlukla güven oyu aldı. Anca bu sırada Halâskâr Zâbitân Grubu harekete geçerek gazetelerde yayınlanan beyanname Şūra-yi Askerî reisliğine gönderilmiş, gelişen olaylar neticesinde Said Paşa istifa etmiştir. İstifa gecesi, iktidar partisi Halâskâr Grubu'na üç paşadan oluşan bir temsilci heyeti göndererek, Grub`un yeni kabine hakkındaki fikrini sormuş, Haláskâr Grubu da Nazım Paşa'nın Harbiye Nazırı olarak, Kâmil Paşa'nın da herhangi bir görevde bulunmasını şart koşmuş ve bu şekilde Büyük Kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa Hükûmeti kurulmuştur. Bir müddet sonra Balkan Harbi başlamış, harp devam ederken Bâbıâli baskını ile İttihad ve Terakki tekrar iktidarı ele geçirince Halâskârlara mensup elemanlar takip ve tevkif edilmiş, bu arada Kemal ve Kudret Beyler Mısır'a kaçmışlardır. Görüldüğü üzere Halâskâr Zâbitan Grubu ittihad ve Terakki idaresinden rahatsız bir takım subaylar tarafından kurulan gizli bir ihtilâl komitesidir. Halaskârlarla ilgili geniş bilgi elinizdeki ciltte yayınlanan Rıza Nur'un Hürriyet ve itilâf Fırkası isimli kitabında geniş bilgi görülecektir.
500 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.