Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Tik tak, tik tak. Tik ve tak...
İyi Akşamlar. Ağustos ayı öykü etkinliği kapsamında ismini vermek istemeyen bir arkadaşın öyküsünü paylaşıyorum aşağıda. İyi okumalar. Tik tak, tik tak. Tik ve tak… Saat çığlık atıyor. Götürüyor elde avuçta kalanı. Geçen vakit sıradan. Vardiyasından yeni çıkan bir işçinin yorgunluğu sinmiş fahişe kaldırımlar şehrine. Sabaha karşı. Ve saat mavi. Bugün haftaiçiydi. O halde derhal hazırlanıp birazdan kalkacak otobüse yetişmem gerekiyordu. Hızlıca medeniyetin gerektirdiği hazırlıkları yapıp küçük insanların arasına katılmalıydım onlardan daha küçük olan ben. Tuvalet, banyo, kalvaltı yapmak ve kişisel bakım zırvalarıyla kısa süreli birliktelik, beni topluma zararsız birine benzetebilirdi. Benzetebilirdi çünkü her sabah yenilen dayakla ancak benzetilebilirdi insan, olmadığı kişiye (buna da uslanmak denirdi). Artık hazırdım fakat gidip gitmeme konusunda kararsızdım. -İç ses: En kötü karar kararsızlıktan iyidir. En kötü kararın sağladığı konfora gönüllü köleydim ama. Boşverdim. Sabah sabah bunları kendimle tartışacak değildim. Düşünemezdim. İşler birikir, patron beklerdi çünkü. -İç ses: Ya zaman? -Amaaan. O daha çok bekler. Çantamı da alıp ikinci maaşımdan artan parayla ancak alabildiğim kutsal ayakkabılarımı giyebildim. Durak.. Boş bir bekleyiş… Otobüs uzaktan dahi hınca hınç dolu duruyordu, son sürat geldi; önümde durdu, kapısı açıldı ve kaos… Tam bir mahşer alanı. Bir sonrakine binemem. -İç ses: Neden? -Dedim ya patron bekler. -iç ses: Ya zaman? -Kapa çeneni! Ecel terleri döktüğüm otobüs yolculuğunun sonunda ineceğim durağa geldim. Birinin geçmiş olsun demesini o kadar istedim ki. Kimsede ses seda yoktu. Yalnızca otobüs şoförünün “evet arkadaşlar cami durağında inmek isteyenler biraz acele edebilirler mi?” sözü. Olsun onunla da yetinebilirdim. Ya da diğer herkesin yaptığı gibi bunu kendime dert etmemeliydim. Durakla iş yeri arasındaki yürünmesi gereken mesafeyi yürümeye koyuldum. Biraz erken geldiğimden yolu uzatarak ve hatta ağır adımlarla devam ettim. Henüz yeni açılmış bir kuruyemişçiden tek dal sigara aldım ve yaktım. Vakti öldürmek gerekti. Bende buna en uygun katildim. Öldürdüm de. Hem vakti hem de az az kendimi. Çektiğim her nefes ömrümden bilmem kaç zaman çalıyormuş bunu bir gazetede okumuştum. Bilim insanları böyle söylemiş. Ahhh! Lanet bilim insanları hayatın sırrını çözdüklerini sanan, kendi aralarında kabul ettiklerinde müşterek ve buna bizim de biat etmemizi isteyen aşağılık-şımarık serseriler. Başkaları üzerinde yaptıkları deneyden benim hakkımda hüküm çıkarılması bana yapılan bir saygısızlıktır. Bu yüzden “Size başkaldırıyorum!” deyip derin bir nefes daha çektim içime. Sonra derin bir: huuuuu… İşyeri: -Günaydın! x 1.000.0000 = Bir milyon “Günaydın!” Kapı, tık tık tık. Kağıt ve kalem sesi (muhtemelen imza). Kapı gıcırtısı. Kalabalık kuru gürültü. Bilgisayar klavyesinin sesi. Yarıçıplak kadınlar… Çalışanları işlerinde epeyce hata yaparken, çalışmayanlar ise ilginç magazin dedikoduları… Topuklu ayakkabı: tak tak tak. Fanatik heriflerin bitmeyen hararetli maç tartışmaları ve bel altı saçma iğrenç espirileri. -Çokça Offfff! -Daha çok Ufffff! Ve mesai bitti. -Herkese iyi akşamlar! X 1.000.000= Bir milyon “Herkese iyi akşamlar!” Geri döndüm. Biraz uzandım ve sonra kalktım. Her modern insan gibi haberlere baktım ilgimi cezbedecek bir olaya rastlar mıyım diye. Malum sonuç yine tecelli etti: Dı dıt olumsuz. Vakti yine epey eritmişim. Saat geceye dayanmış. Ve gece… Yine sıradan, karanlık ve sıcak bir gece. Oldukça sakin ve sessiz. Birilerinin gizli günahlar işledikleri her zamanki gecelerden biri. Benimse çekmecemdeki şiir kitaplarıyla zaman tükettiğim gecelerden. Okuduğum şiirler üzerine yorumlamalar yaptığım… Hatta şairleri birbiriyle konuşturuyorum bazen. Attila İlhan “benim için kirletme aydınlığını, hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim” derken; “ben çirkinim, hoşçakal!” diyor Nilgün Marmara. Kah Orhan Veli çıkıyor karşıma işi gücü bırakmış gökyüzünü maviye boyuyor; Kah Ahmet Hamdi arafta kaldığından bahsediyor. Kah Kaan İnce’nin sabahı da kaplayan acısını damarlarımda hissediyorum; kah en uygun vaktin sabahın üçü olduğunu iddia eden İsmet Özel’i düşünüyorum. -İç ses: Senin zamanın peki? -Benim zamanım işte şuan burada. -İç ses: Katlettiğin? -Nereye gelmek istediğinin farkındayım. Sen benim iç sesimsin yahut vicdan ya da sağduyu adı her ne boksa. Bana sürekli öldürdüğüm vakitlerle ilgili azap vermekten vazgeç. Her şeyin farkındayım. Benim için estetik hazzın miadı geçmek üzere. Eskiden okuduğum kitaptan, hayranlıkla baktığım hatta hakkında hiçbir fikrim olmasa da önemli bir şey sezdiğim tablolardan veyahut ödüllü filmlerden aldığım tatmin olma duygusu can çekişiyor. Ne sabah doğan güneş, ne de gece parlayan dolunay beni etkiliyor artık. Buna sebep toplum mu yoksa halihazırda bulunan varlığım mı? Toplum deyip kestirmeden işi çözümlemek kolay. Olay bende bitiyor. Bunalımdan çıkmak için aynalara bakardım eskiden çünkü, eğer hayatını değiştirecek tek bir insan arıyorsan, aynaya bak demişti birisi. Kim olduğunu dahi unuttum, çok da önemli değil. Artık aynalarda işe yaramaz nesne gözümde. Çünkü aynadakinden farksızmışım gibi geliyor. Nesneleştim. Daha doğrusu makineleştim. Artık saatli bir bomba gibi işliyorum. Her gün monoton bir düzende ilerleyip belli vakitlerde patlıyorum anlıyor musun? Ama sen bu patlamalardan haberdarsın zaten. -İç ses: Buna nasıl ve ne zaman dur diyeceksin? - Tanrıdan aldığım özgür iradeyle ve şimdi! BOOOMMMM! Ertesi gün: Saat çığlık atıyor. Götürüyor elde avuçta kalanı. Geçen vakit sıradan. Vardiyasından yeni çıkan bir işçinin yorgunluğu sinmiş fahişe kaldırımlar şehrine. Sabaha karşı. Ve saat mavi. Tik tak, tik tak. Tik ve tak…
··
2.236 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.