Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

-1. Bölüm- Hasankeyf Parvan
Hava sisli, Sisli olduğu denli, yorgun ve bitkindir Hubli, yarı baygın… Bir savaştan dönmededir, bırakarak belleğini savaş meydanlarında… Fil de Hubli gibi yaralı bereli, Taşımaktadır yine de ölgün sahibini… Aman vermez sis, nere gider bu yol, ya da var mı bir yol önümüzde, Bir uçurumdan geldik ve uçurumdur önümüz belki de… Büyüyor karaltı hafif hafif ve bu, bir dilencinin yüzü olsa gerek, “Ey benliğinin yırtıklarını, urbasında taşıyan dilenci, Ben ki senin kadar aç, senin kadar yorgun, ölgün, Ama sende, bende olmayan bir şey var: “Nere gider bu yol ve önce bu, bir yol mu uçurum mu? Neresidir burası, evrenin hangi köşesi? Ve az kalsın unutuyordum, Hubli’dir adım benim ve başka hiçbir şey bırakmadı yaşadıklarım, “Benimdir” diyebileceğim…” “Ey Hubli, Hasankeyf’tir burası, belki birgün sular altında kalacak, Sisler altındadır şimdilik yalnızca… Şu görünen ışığı izle ve yalnız ışığı izle ömrün boyunca…” Uzaklaşır dilenci, geride kalır daha doğrusu, Ve bir yokuş başlar onun ayrıldığı yerden, Engebe desen yok, yok; yok, yok, zorluk, çetinlik desen… “Ey fil, sadık fil, nedir ki yokuşlar, İnsan tekine düşen acıdan bize de böyle bir pay var, Yokuşlar var olsun ki değerini bilelim düzlüklerin, Ve sonsuza dek uzanmayacağına göre bir yokuş, En kötüsü, bir dağın doruğunda buluruz kendimizi, kutsanırız; En iyisi, bir düzlükte buluruz kendimizi, dinleniriz…” Nice sözler etti filine Hubli, kendinden başkası değildi gerçekte, teselli etmek istediği. Ve sesi önce geldi yokuşun sonunun, Bu ses, bindirdi onu sırtına puslu bir anının, Bu su sesi, Ganj mıydı yoksa, yoksa Yamuna mı? Bu su sesi, hangi göksel varlığının hangi renk nefesi?.. Ama hayır, bir çağlayandı bu, tanımadıkları. Ne fil tanır, daldırır çekinmeden hortumunu Ne de Hubli uzatır ellerini akıntıya, çekincesiz, silmek için bulaşmış taze kanı… Ama evet, suların dövdüğü kayalarda, İnsan izleri vardı. Hubli’nin rahatlaması için, Bu kadarı yeter de artardı… Koyverdi kendini suyun akıntısına, Tepeden akan sular, döküldü onun başına… Ve ateş yakıp kıyıda, dinlendi… Ve yorgunluktan Ya bayıldı ya uyudu… *** “Ey göksel varlık hangisi düş hangisi değil, de bana! Uyudum ve uyandım, Cana var karşımda, Canavar değil Cana, Cana! Henüz görmedi beni yattığım bu odada, Karıştırmadadır şimdi o, ateşi; harlamadadır, Beş yıl öncesi mi idi en son, Bir düş gecesi geçirmiştik onunla, Islak ve karanlıktı bütün dünya… Oysa evlenecekti o, Peter’le, Oysa evlenecektim ben, Pu Ying’le… Ve kanıtlamak için yiğitliğimi, Savaşa gitmiştim ben de, aklı havada her genç gibi… Ve hiç yaşanmamış saymaya karar vermiştik o geceyi… O, Brahman Peter’le, Ben, Çinli prensesle… Ve hiç yaşanmamış saymışsak da o geceyi, Şiirler yazmıştım Cana’ya dair, Ve okumamıştım Cana’ya, Savaşa giden bir gence, yakışan buydu, öyle ya… Ama şimdi savaş meydanlarında bıraktığım belleğimden, Birkaç parça kaldıysa, Burada bu odada, Bu nerede olduğunu bilmediğim odada, Birkaç parça kaldıysa, Onlar da, geçirdiğimiz o gece Cana’yla Ve şiirlerdir yazdığım, Cana’ya…” *** “Ateşi harlamayı bırak da beni dinle Cana, Ömrümü bırakmışım meydanlarda nasıl olsa… De bana, düş müsün, gerçek misin? Düşmüşüm bir çağlayanın kollarına, Or’da esrime halinde miyim?” “Ey Hubli, yazgı yine, başladı oyununa, Ben de bunu sordum önce kendime, Bulduğumda seni, Tigris kıyısında… Bir beş yıl daha geçmiş gibi geldi bana, Kendine gelmen… Ve evet yaklaşıyorum sana, Daha yakından bak, Sen karar ver, düş mü gerçek mi bu manzara?” Hubli, çekinerek ve korkarak daha fazla, Dokundu Cana’nın zarif omzuna. Düşlerinde çok dokunmuşsa da bu omza, İnandı bu kez, gerçek olduğuna… Bir şey demedi Hubli önce, sarıldılar, Yaralarındaki kan bulaştı Cana’ya Hubli’nin, Ama hayır, hepsi bu kadardı, Peter’le evlenecekti Cana, Ve Hubli, Pu Ying’le… “De bana Cana, yazgı, nasıl bir oyun oynadı, Nasıl bir oyun oynadı da seni çıkardı karşıma? Çok uzaklardayken yurdumdan, yurdumuzdan…” “Bilirsin, at kurbanı geleneği vardır bizde, Hasankeyf’e kadar geldim, atın peşinde…” “Kimin atı, kime kurban, kimin yargısı?” “Evlenecektik, evleneceğiz Brahman Peter’le, Ve az kala o kutlu güne, Bir dilenciyi öldürdü müstakbel eşim, Hayır, günah benim değil, ben günahkar değilim. Bilirsin Hubli, sen ne kadar kşatriyaysan, savaşçı kastındaysan, Ben de bir o kadar vaişyayım, köylüyüm, tüccarım. Bana düşmez at kurban etmek göksel varlıklara, Brahman değilim. Bir Brahman’dansa, bir dilenciye daha yakınım, Yakında, Brahman eşi olacak olsam da… Ve bundan, yalnızca bundan, şart koştum Peter’e, Dedim ki, “günahlarını temizle, benlen evlenmezden önce, Ve iki nilüfer gibi birleşelim, temiz, tertemiz…” Ve uygun olarak geleneklerimize, At kurban etmeye karar verdik. Bilirsin Hubli, geleneğe göre, Bir Brahman, arınmak için günahlarından, Bir at seçer, kutsal bir at, Ve bırakır onu, dolansın diye, canı nereye isterse… Bir yıl sürer bu rahatlığı atın, Bir ordu da peşinden gider nereye giderse, Ve savaşlar olur, fetihler olur, nalının değdiği her yerde… Ben de katıldım işte bu orduya, Ve izledim atı orduyla, Hafifletmek için vicdan azabımı, Benim olmayan günahın azabını… Ve savaşlar oldu peşi sıra atın, Ve kanlı çarpışmalar oldu, Bunları bilirsin sen ey savaşçı, geçeyim. Kimse kalmadı sonunda, koca ordudan Hindistan’dan, bu uzak diyarlara… Ve ben ve şu an kapıya, Bağlı olan at kaldı kala kala… Gizlice izledim çarpışmaları, Ağaçların, çalıların ardında, Ve uzaklaşmak için usulca, Bir rahip karası biçtim kendime, Giydim cübbesini kara rahiplerin, Ve bilerek dolmadığını bir yılın, Günlerce peşinden gittim atın… Ve yazgı… İşte bur’dayım… Kutsal at gibi gerçeksin sen de, Bulutlardayım…” “Anlıyorum Cana, ben de öykümü anlatayım sana, Beş yıl öncesiydi vedalaştığımızda, Yaşanmamış saymıştık o geceyi, Savaşa katıldım, kanıtlamak için yiğitliğimi… Hakkım sayılacaktı böylece, almak Çinli prensesi… Şart koşulmadıysa da böyle bir şey bana, Yine de katıldım savaşa… “Güçlendirir” derler “öldürmeyen savaş,” Bende güç yok, göksel yayı geremesem de, Öğrenecektim en azından, vurmayı al elmayı… Ve evlenecektim senin gibi ben de. Ben de… Savaşlar, savaşlar, savaşlar gördüm. Kan akan kana kan ırmaklar gördüm. Gördüm yaşamla ölüm arasındaki dağı… Ne ki yaşam; ölüm, alır insanı, Geldi miydi gelmedi miydi zamanı… Savaşlar, savaşlar, savaşlar gördüm Ve kıpkırmızı oldu urbalarım, Kan sızar yaralardan durduramazsın, Ama evren boşalır yaralardan, evrene boşalır, Umursamazsın… Savaş meydanlarında akbabalar dolaşır, Parçalamak isterler cesetleri, Dönüştürmek için değil hayır değil, Canı alınmış etleri hiçliğe… Yaşam olur ölüler hücrelerinde, Yüksekleri mesken tutmuş akbabaların, Onlar da biz de onlar da çünkü, Bir ve tek varlığın parçalarıyız… Ama Cana, herşey tamam da, Dolaşıyordum birgün cesetler arasında, Düşürdüğüm maskeli Savaşçıya takıldı gözüm… Ne kadar mertti dövüşkenliği, Ve ne kadar zorlanmıştım, evet zorlanmıştım, Yere sermekte gövdesini… Ve çıkardım maskesini, Cana, çıkardım, Ve ne göreyim, ne göreyim, neden göreyim: Bir çocukmuş bu benim alt ettiğim… Bunu görünce kendimden geçtim, Görmedim yaklaşan karaltıyı ardımda, Sopasıyla gelen bir köylüydü bu, Vurdu bütün gücüyle başıma… Ve böyle bıraktım, işte böyle bıraktım, Savaş meydanında, benliğimi, belleğimi, Ve birden terkettim bilmemecesine kendimi, Fil sırtında, o kasvetli ülkeyi… Ve fil’ime, güvendim bir tek, fil’ime, Memleketime dönmek için… Ben anımsamasam o bilir, Memlekete nasıl gidilir… Nasıl dönülür beş yıllık yollar, Artık fazlasıyla değişmiş yollar… Değişmişlerdir, zaten değişmişlerdir, Ama bendeki değişimden Daha fazla değil… Ve sen harlarken ocak ateşini, Anladım ki Cana, Tüm anımsadıklarım, O gece, yoksaydığımız gece, Ve şiirlerdi henüz okumadığım sana… Şimdi okuyacağım… Ama yanlış anlama lütfen olur mu, Bir beklenti içinde olmayacağım… Sen çizmişsin yolunu benimki gibi, Evleneceksin sen de yakında, Ben de evet ben de evleneceğim, Pu Ying, prensesim bilmese de, Bıraktığımı, belleğimi, benliğimi savaş meydanlarında, Yine de bekliyordur beni. Gerçek sevgiyi bulduğum prensesim, Pu Ying’im… Yani yanlış anlama ve beni dinle Cana, Beş yıl öncesini okuyorum şimdi sana: Sırılsıklam Hava karanlık, hiçbir şey yok yıldız namına... Üstüm başım sırılsıklam... Çıkıyorum merdivenlerden ağır ağır, arkama bakarak... Üstüm başım sırılsıklam... Hayal meyal hatırlıyorum çağırışını... Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına... Yere bırakıyorum kendimi hemen... Üstüm başım sırılsıklam... Ellerinin titreyişinden anlıyorum... Yağmur içe işlemede, geri durmamada bir an olsun... Bir hayli ıslak mı ne, ağzından dökülenler... Üstüm başım sırılsıklam... Beni rüzgara bırak, beni ufkun her gün geçip giden kızıllığına... Çiğ de bir tür yağmur sayılmalıdır... Ne yana açsan avucunu, hangi yüze haykırsan, Üstüm başım sırılsıklam... Bir merdivenden bir başkasına... Hayat bu işte... Arada düzlükler... Paltonun işe yaramadığı ortadadır... Bunca sözcüğü, ardarda bulmadasın sen, nereden?.. Üstüm başım sırılsıklam... "O yan" dediğin ne yan?.. Bulamıyorum bıraktığım yerde, Islak kirpiklerini, korugan kaşlarını, seğirişini ellerinin, su birikintilerine... Sen, ben, ellerimiz sırılsıklam diye midir ki, Bütün dünya sırılsıklam?.. Unuttuğumuz günler vardır Cana, Bir de anımsadıklarımız, Sakın yanlış anlama… Sonra… Sonra bir şiir vardı yaşlılığımıza dair, Hubli o zamanlar, geleceği düşünmededir; Elli yıl sonrasını, kırışık günleri, Ve şimdi düşünmüştür beş yıl önce, elli yıl sonrasını: Hatırlar mısınız? Hatırlar mısınız, Bacaklar yorgun, Arşınlamakta idiydik ıslak sokakları... Pencere önlerinde zarif saksılar?.. Ganj Bahçeleri henüz açıktı... Sahaflarda eski-yeni el yazmaları... Ramak vardı balıkçıların kapanmasına... Talihimiz henüz daha ters dönmemişti... Islanmıştık, dahası karanlıktı... Sıcaktı ellerimiz, titrek değildi... Çocukluk, bir hatıra taş oyması... Yüce fil ağır ağır ilerliyordu... Ses seda kesilmişti, ortalık ıssız... Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız... Aktarma yaptığımız tüm sandallarda... Bıraksam belki de uçacaktınız... Hatırlar mısınız, Şöyle capcanlı, Çocukluk düşlerinizi, gençlik düşlerinizi, Buğulanmadan bir sefer de, gözleriniz sizin?.. Sayası gelmiyor insanın, yaş ilerledi mi... Sanki kendi düşüyor sahafa insan... Tüm kadehler sizin için şimdi bu akşam... Talihimiz henüz daha ters dönmemişti... Koşmaya, yürümeye pek hevesliydik... Mesut ederdi bizi, çocuk cıvıltıları... Çocukluk, kimi zaman keskin bir ıslık... Seğiriyor gözlerimiz şimdi daha çok... Ses seda kesildi mi ürperiyoruz... Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız... Bundandır, torunlarım hep sizin isminizde... Sarılırım dünkü gibi onlarda size... Belki şimdi çok erken, "bitti herşey" demeye, Alt tarafı yetmiş yaş, uzun yıllar var daha... O zamanlar ne küçüktük, yirmilerdeydik... Avucumda yine küçücük, yine sıcacık olun!.. Tekliyor kalbim benim, siz olmadıkça... Ya hep atıversin o ya kendiniz durdurun... Ve Cana, inanır mısın, geçmişin, Geleceğimizi biçimlendirdiğini bu kadar fazla; Az sonra okuyacağım şiirden sonra, Bugün tam beş yıl sonra, Bir çağlayan çıktı karşıma yokuşun sonunda, Zorlu, çetin, engebeli bir yokuşun. İçimden geçmedi sanma “Cana’ya zorlu da olsa kavuşacağım, Bir gün evet bir gün, belki elli yıl sonra…” Katarakt Şelale... Budur gözüme inen perdenin adı... Beyaz, bembeyaz köpükler görmededir, Durağan manzaraya pek alışkın gözlerim... Şelale, güneş alır, beyaz tül bir perdedir... Çavlan mı?.. Evet, gözlerimin feryadı, Bu iki hecede de duyulabilir... Duyulabilir, titrer nasıl ellerim... Büyür çavlan; doğduğu semt, ferin söndüğü yerdedir... Vay aksu... Bizim türkülerimizin adı olmadı, Bundan böyle tüm türküler adsız olabilir... Su altında -dinliyorum- takırdıyor dişlerim... Göğü bunca suya bulayan nedir?.. Akbasma... Buğu olur şafak vakti dağların ardı; Güneş, karanlığa karşı silkinmededir; Sınırda takılır kalır ıslak düşlerim... Susuşu suyun bende, gürleyişi bendedir... Çağlayan... Sis perdesi, gören göze... Kalın gece perdesi... Çarpar sağına soluna, sapasağlam adam; Islanmaya görsün bir kez, altında o suyun... Ölmeden önce veremden, düşmeden zatürreeden; Perde iner gözlerine, kalkmaz bir daha... Dökülmemiştir hiç o, böylesine, bir göze... Gözlerimde kapkalın bir gece perdesi... Şırıltısı kulağımda suyun, fısıltısı: Gel!.. Gel!.. Gece ve su... Gece ve su... Gece ve su... Gelmiştir zamanı artık! Bırak kendini! Haydi bırak! Susmayacak bu şırıltı bir kez dahi, İnan olsun... “Hubli, ben hiç bilmiyorum, şimdi bilmiyorum, Ellerimi ben ne yana koysam? Yazgıya bak, bir atın Peşinden gelmişim, Yabancı, uzak bir diyara gelmişim, Ve beni beklemekteymiş geçmişim, Beni bu kadar uzakta… Hubli, şimdi ben ne yapayım, Bir kez daha oku, parşömene yazayım, Yazayım, okunsun bizden sonra da, Bizden sonradan da sonra…” “Cana, Sakın yanlış anlama, Kanmayalım yazgının bu oyununa, Bekleyenlerimiz var madem, Bekleyenlerimiz, Çin’de, Hindistan’da… Sen benim şu kan sızan yaralarımı sar, Ve işte bu kadar… Ki zaten benliksiz, belleksiz ben gibi, Ben gibi eksikli bir insana, Budur yapabileceğin en fazla… Ne diyor Praşa Upanişad, kutsal praşa: Erdemli kişi, üst dünyaya; Günahlı kişi, alt dünyaya; Hem erdemli ise bir insan, Hem de günahlı ise oysa, Döner bir kez daha yaşama, Bir kez daha çekmek için acıyı… Bense bir çocuk öldürdüm, çocuk öldürdüm; Yeniden döneceğim, yaşama… Hem erdemli hem günahlı ben… Zavallı, zavallı, zavallı ben…” “Hayır Hubli, böyle kötü şeyleri, bu kadar fazla, bu kadar ümitsizce, Düşünme! Düşünme, önce birşeyler ye! Anımsa Taittiriya Upanişad’ın dediklerini: “Besinden doğar tüm yaratıklar, Besinle yaşarlar, besinle yaşarlar, Ölürler ve sonrasında da, Besine dönerler doğada; Herşeyin özüdür besin, özüdür besin. İşte bu nedenledir her hastalığa, İlaç gibi gelir besin, besin…” “Tamam, olur Cana, ama bir düşün, Hangi besin, ilaç olur eksikli varlığıma, Belleksiz, benliksiz, eksikli, sisli…” “Hayır Hubli, doğru değil, Bu dediklerin!.. Şunları da söyler Praşa Upanişad: “Sormuştur bir öğrenci, ulu bilgeye, “Hangi güçtür tutan, bedeni, Tutan, bedeni, bir bütün olarak, Hangisidir en büyüğü bu güçlerin?” Ne diyordu ulu bilge, anımsa!: “Beş güç vardır, birlikte, Bedeni oluştururlar: Eter, hava, su, ateş, topraktır bunlar, Ve hepsinden önemlisi, konuşma yetisi var, Zihin, göz, kulak, duyu uzuvları var. Candır, bu güçlerin en büyüğü… Çekişmişlerdir bu güçler bir kez, aralarında: Tutturmuştur her biri, “En temel güç benim” diye… Can, temel güç, kızmıştır onların sözlerine, Terkedecek olmuştur bedeni, Ve o an anlamıştır hepsi, Bedende temel güç hangisi, Çünkü görmüş ve duymuşlardır, Can giderse, onların da Bedeni terkedeceğini…” Ve eklemiştir ulu bilge, “bu hikaye, Çıkışı gibidir kraliçe arının, kovanından; Çıkar tüm arılar, o çıktı mıydı, Döner tüm arılar, döndü müydü o…” Ve Hubli sen… Sen… Sen ölmedin, öldürmediler de seni… Candır bu bedeni bir arada tutan, Kulak ver Upanişad’ın sözlerine! Sen varsın ve eksikli değildir varlığın, Bedendeki canı yitirmedikçe… Ve gerçeksin kutsal at gibi sen de, Demek ki, yitirmemişsin canı… Yaşıyorsun; yalnızca, dinlenme zamanı… Şimdi uyu, şimdi güzelce bir uyu, Ben yan odada olacağım, Çağır beni, olursa bir ihtiyacın. Düşünme sen “bölmeyeyim Cana’nın uykusunu” Daha önemlidir senin rahatın, Herhangi bir uzanışımdan…”
·
818 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.