Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Arif Dirlik (1940-2017): Marksist Bir Düşün İnsanı İçin Bir Portre Denemesi
Arif Dirlik’le (1940-2017) düşünsel tanışmam 2001’de, ünlü ‘İmparatorluk’ kitabıyla oldu. Hardt ve Negri, kitapta Arif Dirlik’e gönderme yapıyordu. İlk kez duyuyordum adını. Şaşırmıştım. O zamanlar, internet çok yaygın değildi, yaygın olsa bile pek de fark etmezdi; çünkü birçok kaynak internette erişilebilir değildi. 2005 yılında üniversite kütüphanelerinden kitaplarını bulup okumaya başladım. Yaşam öyküsü de çalışmaları da olağanüstüydü. İstanbul’dan nükleer fizik okumak üzere ABD’ye gitmiş, sonra çinbilimci olmuştu. 70’lerdeki ilk çalışmalarındaki ağırlık, Çin siyasi tarihinde üzerindeydi. Çin’de solun tarihi de bu kapsama giriyordu elbette. Ancak, Arif Hoca, Çin solunun hiç bilinmeyen akımlarının tarihini yazmaya yönelmişti ki bu, çinbilimde de aykırı bir ses olduğunu gösteriyordu. Sonraki çalışmalarında editörlük yaptığı Çin araştırmalarına ilişkin geniş kapsamlı derleme kitaplar öne çıkar. Üretkenliğinin son yıllarında ise, ilgi alanı, küreselleşme ve özellikle de çoğul küreselleşme ve alternatif küreselleşme gibi konulara yönelecektir. Modernizm-postmodernizm tartışmalarına müdahil olacaktır. Bu konulara yönelmesiyle birlikte Hardt ve Negri’nin de radarlarına takılır. Veysel Batmaz Hoca’dan, 1964’ten beri Türkiye’ye girmediğini öğreniyoruz. Askerlik nedeniyle oluyor dönemeyişi. Ancak, aslında bedelli vb. biçimlerde askerliği aradan çıkarabilecekken, o, bunu anti-militarist görüşleri nedeniyle reddediyor. Mayıs 2017’de akciğer kanseri tanısı alıyor, ancak tedaviyi reddediyor. Batmaz, onun insan yanını vurguluyor. Verdiği bilgilerden, eşiyle bir yetimhaneden aldıkları bebeği büyüttüklerini öğreniyoruz. Arif Dirlik’in Türkçe’deki kitapları şöyle: “2004’de, Ali Şimşek, Postkolonyal Aura’yı (2005) Galip Doğduaslan’ın çevirmeye başladığını ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacağını söyledi. Ben de sağda solda Türkçe’ye çevrilmiş makalelerini buldum. Arif Hoca’nın, bunu da çevir dediği makaleleri çevirdim ve Postkolonyal Aura’nın yayınından bir yıl sonra Global Modernite ve Sosyalizm (2006, Çev: Veysel Batmaz ve diğerleri) adı ile yayınladım. Daha sonra İletişim Yayınları, belki de Arif Dirlik’in yayınevi ideolojisine ters düşen yaklaşımları nedeniyle çok uzun zamandır savsakladığı makale derlemesini Kriz, Kimlik ve Siyaset (2009, Çev: Sami Oğuz) başlığı ile yayınladı. En son, 2010 yılında, bana, “bu makaleleri orijinal olarak Türkiye için yazdım, yayınla” dediği ve Küreselleşme’nin Sonu mu? (2012, Çev: Veysel Batmaz, İsmail Kovacı) adlı kitabını derleyip, adını koyup ve bir kısmını da çevirerek yayınladım. Böylece Arif Hoca’nın dört kitabı Türkçe’de var oldu. Üçünün editörlüğünü Ali Şimşek yaptı. Şu anda bu kitaplarında bulunmayan, on beş kadar makalesi de Türkçe okurlar için bulunabilir halde.” (Batmaz, 2017) Dirlik, asla ÇKP hayranı olmadı, bu nedenle Çin’in kapitalistleşmesi dolayısıyla savrulmadı. Gençliğinde Çin üstüne ne yazdıysa, son nefesini verirken de aynı doğrultudaydı. Kapitalizmin muhalifiydi, ancak ilerici rejimlere eleştirel yaklaşmayıp sonra onların yaptıkları yanlışlar dolayısıyla daha önce yazdığı övgü dolu yazılarından pişmanlık duyan bir hatta hiç olmadı. Şöyle diyor Batmaz: “Çin’deki “kültür devrimini”, Çin’in şu andaki kapitalist oluşumunun nedeni olarak gören analizler yaptı. Kapitalistleşen Çin Komünist Partisi’ni kıyasıya eleştirdiği halde, ÇKP’nin 60. kuruluş yıldönümü için Şanghay’a çağırdığı 100 dünya entelektüelinden biriydi.” (Batmaz, 2017) Bu kısa girişten sonra Arif Dirlik’in düşünsel gelişimine bakalım: Arif Dirlik’in Düşünsel Serüveni Dirlik’in ilk öne çıkan kitabı, 1989 basımı ‘Çin Komünizminin Kökenleri’ kitabıdır. Kitapta 4 Mayıs Hareketi’ne odaklanır ve Komintern’in Çin’e girmesinden önce, Çinli muhaliflerin çoğunlukla anarşist olduğunu gösterir. Çin’de komünist düşüncenin hızla yaygınlaşması, genellikle kültürel öğelerle açıklanır. Oysa Dirlik, Çin’in birdenbire komünizme yönelmediğini, anarşist geçmişinin bu yönelim için hazırlık niteliği taşıdığını gösterir bize. Aynı yıl Marksizm ve Çin deneyimi konulu bir derleme kitabın eş-editörü olarak çıkar karşımıza. Kitap hem Mao Düşüncesi’ni çeşitli yönlerden tartışır hem de Çin’de yaşanmaya başlayan kapitalistleşmeyi anlamlandırmaya çalışır. Peki neden anarşizmi çalışmıştır? Şöyle der Dirlik: “1980’lerde Çin devriminin vaatlerinin tükenmekte olduğu giderek belirginlik kazanmaktaydı. Neyin yanlış gittiği konusunda anarşizmin ilginç bir eleştirel bakış açısı sağladığını gördüm.” Ancak bunu yaparken, bir anarşist olmaz; anarşizmin eleştirel bakış açısını alet çantasına koyan bir Marksist olarak düşünce üretimine devam eder. Bir sonraki yıl, Dirlik, geleneksel, ana-akım televizyon tarihçilerinin asla girmedikleri ve girmeyecekleri bir başka konuya yönelir: Tarihyazımına. Geleneksel tarih, gerçekleri yansıttığı iddiasındadır. Eleştirel tarih ise, birden fazla tarihsel gerçeğin olabileceğini gösterir. Sözgelimi, bir taraf için fetih olan, diğeri için kayıp, bir taraf için işgal olan, diğeri için kurtuluş olacaktır. Yine de kimi tarihsel veriler vardır ki tarihyazımından bağımsızdır. Örneğin, 1453’te Konstantinopolis’in kontrolünün Osmanlı’ya geçtiği, tartışılmaz bir gerçektir. Oysa geleneksel tarihyazımı, bu tür gerçeklere dayanmak yerine, kendi doğrularını, dünyanın kendi açısından gördüğü biçimiyle gerçekmiş gibi dayatır. Kimi geleneksel tarihçiler, bunu kasıtlı ve bilinçli olarak yaparlarken kimileri ise ne yaptığının farkında bile değildir. İşte Arif Dirlik’in sözünün Türkiye’deki magazin tarihçileri kadar dinlenmemesinin nedenlerinden biri budur: Eleştirel bakmamak, boyalı basın ve magazin kanallarınca ödüllendirilir. Dirlik ise, tersine, hem eleştirel bir duruş sergiledi her zaman ve Marksizm’le bağını hiç koparmadı. Solu eleştirdi ama onu severek, onun eleştiriyle kendini geliştirerek daha da güzelleşeceğini umarak eleştirdi. Tüketim toplumu ve egemen sınıflar için çok büyük günahlar bunlar... Dirlik, 1990’daki ‘Marksist Tarihyazımının Kökenleri’ adlı kitabında Çin’deki tarihyazımına odaklanır. Çin’in kapitalistleşmesiyle birlikte, Çin tarihyazımı da değişecek, eskiden zalim olarak görülen tarihsel kişilikler artık devletin birlik ve beraberliğini sağladıkları savıyla göklere çıkarılmaya başlanacaktır. 1991’de Dirlik, anarşizmin Çin Devrimi’ndeki izleri üstüne düşünmeyi sürdürür. Fakat bunun ötesinde, Çin’deki gelişmeleri de yorumlar ve Çin’deki kültür devrimine yönelik tepkilerin bugünkü kapitalistleşmeye ivme kazandıracağını önceden görür ve bunu daha o zamandan tartışmaya açar. Aynı yıl, Dirlik’in anarşizm ilgisi sürecektir, fakat bu kez Çin’den bir devrimci üniversite deneyimini anlatır bize. Asıl alanından uzaklaşarak pedagojiye yönelir. Yine de, Çin izleği, çalışmalarında her zaman kalıcıdır. 1995, Dirlik için bir açılım yılı olur. Bu yıla dek Arif Hoca, Çin, Mao ve anarşizm konularını çalışan bir çinbilimci olarak tanınmaktadır. Ancak bu yıl, eş editör olarak Asya-Pasifik üstüne bir kitap basar ve bu kitapla birlikte, çinbilimin kısıtlı alanından muazzam ve devasa bir coğrafyaya açılır. Kitapta bilimsel çalışmalar yanında yazınsal örnekler de yer almaktadır. 1998’de Dirlik bir Mao kitabının eş editörlüğünü yapar; kitaptaki farklı alanlardan uzmanlar dikkat çekicidir. Ayrıca, Peru, Japonya, Filipinler, Vietnam ve Hindistan gibi farklı coğrafyalardaki Maoizmler konu edilir. 1998’de, 1995’teki Asya-Pasifik açılımına ikinci bir halka ekler Arif Hoca. Bu yıl, ilgisi, sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası tartışmalarına yönelerek iyice geniş alanları kapsamaya başlayacaktır. 2000 yılında yayınlanan eş-editörlüğünü yaptığı postmodernizm ve Çin konulu kitapta Çinli araştırmacı ağırlığı göze çarpar. Farklı kesimlerden ve görüşlerden olan Çinli araştırmacıların düşünsel bir bütünlükten uzak olduğu görülür. Belki de bu, Dirlik’in yapıtları arasında iç tutarlılığı en zayıf olan çalışma olarak değerlendirilebilir. Postmodernizmi kapsamlı bir biçimde sorgulaması ve açık açık eleştirmesi, bu kitapla aynı yılda çıkan ‘Postmodernliğin Tarihleri’ kitabıyla olur. O zamana dek Asya-Pasifik’e yönelen bir çinbilimciyken ve Çin tarihçisi olarak öne çıkarken, ilerleyen yıllarda siyasetbilim, uluslararası ilişkiler ve toplumbilim gibi alanların merkezinde yer alan çeşitli kavramları tartışmaya açan kitaplarıyla tanınmaya başlayacaktır. Bu itirazları, aynı yıl eş-editörlüğünü yaptığı ‘3 Dünyadan Sonra Tarih’ kitabında iyice belirginleşir. Muhalefetin kültüre ve kimliğe indirgenmesini eleştirir. Eleştiri okları, Said’i de bulacaktır. Dirlik’e göre, modernliği çöpe atarken Marksizm’i de ıskartaya çıkarmak doğru değildir ve üstelik sınıf gerçeği özünde değişmeden geçerliliğini sürdürmektedir. Böylelikle, küresel modernlik kavramını ortaya atıp geliştirdiği 2001 yılına geliriz. Bu dönemdeki çalışmalarının az ve öz bir tanıtımını bir söyleşisinden okuruz: ““Sömürge-sonrası Aura”da üçüncü dünya aydınları konusunu öne çıkarmaya çabaladım. Avrupa-merkezcilik ve diğer halklara uygulanan Avro-Amerikan baskı üzerinde -kapitalizmin dünyayı biçimlendirmesi ve reddedilen Avro-Amerikan değerlerinin dünyanın geri kısmına kapitalizm tarafından ulaştırılması olgularını gözardı eden- çok sayıda çalışma yapıldı. Kapitalizmin küreselleşmesi oranında, üçüncü dünya aydınlarının, profesyonellerinin, devletlerinin bu küreselleşmede suç ortaklığına girdiklerini düşünüyorum. Bu yüzden, erkin ve yetkenin eleştirisi günümüzde Avrupa-merkezciliğin ve Avro-Amerikan egemenliğinin eleştirisiyle yetinemez. Üçüncü dünya aydınlarının, profesyonellerinin, devletlerinin, erk yapılarının vb de eleştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmada denemek istediğim bu.” Aynı yıl Dirlik’in bir başka dikkate değer katkısı yayınlanır. Amerika’daki Çinlilerin tarihini konu edinen ve eş editörlüğünü yaptığı kitapta, Amerika’daki Çin varlığının sanılandan çok daha eski olduğunu belgeleriyle gösterir. Vahşi Batı filmlerinde nadir olarak Çinliler ve Siyahlar gösterilir. Oysa Çinliler birçok altyapı projesinde başından beri işçi olarak çalışırlar. Amerikan resmi söylemi, Yerlilerin topraklarının gaspedilmesini ve korkunç biçimlerde katledilmelerini onların vahşiliğiyle gerekçelendirirken, bir yandan da Amerika’nın inşa edilmesindeki görünmez Çinli emeğini adeta tarihten silerek Beyaz üstünlüğü gibi ırkçı tezlere aslında payanda olmaktadır. Dirlik ve çalışma arkadaşları, Amerika’nın kuruluşunda Çinlilerin rolünü ortaya çıkararak ırkçı tezlere karşı mücadelede dikkate değer bir düşünsel katkı sağlar. Yine aynı yıl eşiyle birlikte yer-tabanlı siyasal hareketleri konu alan bir kitabın editörlüğünü yapar. 2005’te önceki Çin tarihi ve Marksizm konulu kitabını yeniden yayınlar. Artık 65 yaşına basmıştır. Yavaş yavaş etkin akademik yaşamdan çekilir. Bir sonraki yıl, pedagojiye ilişkin bir kitabın eş editörlüğünü yapar. Kitap kendi alanlarından oldukça üst düzey isimleri (örneğin Peter McLaren) bir araya getirir. 2012’de yayınlanan kitabında, ömür boyu yazdığı yazılardan ve makalelerden bir derleme yapar. Yine aynı yıl, Çin’de toplumbilimin ve insanbilimin gelişimine ilişkin bir kitabın eş editörlüğünü yapar. Bir sonraki yıl tarım toplumunun geleceğine ilişkin bir kitabın eş editörlüğünü yapar. Çin hükümetini sert bir biçimde eleştiren son kitabı, kanser olduğunu öğrendiği sıralarda (Mayıs 2017) eline geçer. Peki Dirlik, radikal ve devrimci bir duruşa sahip olmasına karşın nasıl olup da ABD’de rahatlıkla iş bulabilir? Dirlik, sistemin onu neden belli konumlarda tuttuğunun bilincindedir. Şöyle der: “Bazen seçkin üniversitelerin radikallere gereksinim duyduklarını unutuyoruz. Öğrencilere mümkün olan en geniş öğrenim olasılıklarını sunmak ve onların dünya üzerinde işlev kazanmasını sağlamak için çaba harcayan seçkin üniversitelerin, Marksizm veya anarşizm üzerine tek sözcük duymamış cahiller üretmek istemediği açık. Bu yüzden bu üniversitelerde radikallere küçük yerleşim bölgelerinden daha fazla hoşgörü gösteriliyor olabilir. (...) Burada çok akıllı bir iktidar yapısı mevcut. Örneğin, on yıl önce CIA’den biri bana geldi. Kendi bünyelerinde çalıştırmak üzere üzere öğrenci arıyorlardı ve özellikle benim öğrencilerimle ilgileniyorlardı. Çünkü Marksizm, anarşizm vb. üzerine bilgi sahibi olduklarını varsayıyorlardı. Akıllı çözümlemeciler istiyorsanız, bu konuda bilgiye sahip insanlara gereksiniminiz var. Bu noktada, buradaki iktidar kurumu, istenmeyen bilgiyle dünyayı anlamada işbirliğine girmek yerine onu bir yana koymayı seçen Çin Halk Cumhuriyeti’nden ya da eski SSCB’den farklı işliyor.” Türkçe’deki Yazılarıyla Arif Dirlik 25’i aşkın kitabına karşın, Dirlik Türkiye’de çok az bilinir. Bunun çeşitli nedenlerini az önce dile getirdik. Bunlara ek olarak şu söylenebilir: Dirlik çok az Türkçe yazmıştır ya da yazdıklarının Türkçe çevirileri kendilerine Türkiye’de çok az yer bulmuştur. Türkçe olarak yayınlanan kitaplarının bilgilerini Ek 1’de veriyoruz. Şimdi Türkçe’deki erişilebilir olan çeşitli yazılarına bakalım: ‘Naipaul Hadisesi ya da Entelektüel Bağnazlık’ adıyla Birgün Gazetesi’nde yayınlanan yazısını Pekin’den yazar. Birçok çinbilimci yaptığının tersine, iş yaşamını ve geleceğini riske atarak, oradan Çin hükümetini eleştirir. Muhalefetin ‘politik istikrar’ ya da ‘kültürel istisnacılık’ adını bastırılmasına karşı çıkar. Ancak Batı yanlısı liberal soslu bir eleştiri değildir bu. Muhalefetle aynı görüşte olmadığını vurgular. Ancak düşünce özgürlüğü ona göre hakça bir düzende olmazsa olmazdır. Yazıda Dirlik, Avrupa-merkezcilik eleştirisinin sağ tarafından ele geçirildiğini belirtir. Bu Avrupa-merkezcilik tartışmasından kapitalizmin ve sömürgeciliğin güncellenmiş bir Marksist eleştirisinin çıkması beklenirken, bunun yerine burada, post-modern soslu kimlik siyasetleri, Avrupa tipi çokkültürcülük, sınıfsal ve ekonomik farkların görünmezleştirilmesi yoluyla kültürel farklara vurgu gibi öğeler öne çıkmıştır. Böylece, Avrupa-merkezcilik eleştirisi, kapitalizm eleştirisi yerine, hızla, Avrupa kültürünün eleştirisine terfi ettirilmiştir. Bu, şu anlama gelir: Yaşanan acılardan kapitalizm değil, Avrupa’nın kültürel özellikleri sorumludur. Bu hatalı sonuç, kendine eleştirel akıl yerine ABD ve AB ana-akım araştırmacılarını rehber edinen ya da model alan Türkiyeli akademisyen çoğunluğun derslerinde sürekli yineleyerek gerçekmiş gibi gösterdiği bir yöne doğru hızla yol alacaktır. Hitler’in ‘Halkı Aydınlatma’ Bakanı Goebbels’in dediği gibi: “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.” Öte yandan, elbette Dirlik, her tür çokkültürcülüğü reddetmez. Sosyalist bir çokkültürcülük olanaklıdır. Ancak, var olan Avrupa tipi çokkültürcülük, en temelden sıkıntılıdır. Şöyle der: “Zaten, Avrupamerkezciliğin dünya üzerindeki egemenliğinin bir ürünü olan ve onun değerleriyle dolup taşan güç yapılarına karşı koymadan salt kültürel kalıt ve mirasların tanınmasını hedefleyen bir çokkültürlülüğün ne anlamı vardır?” Dahası, Dirlik, aynı çalışmasında, Avrupamerkezciliğin Said’in ve destekçilerinin yaptığı gibi kültürel ve/ya da bilişsel/zihinsel bir durum olarak değerlendirilmesine karşı çıkar. Bu tür değerlendirmelerin sömürgeciliğin doğasındaki politik ekonomiyi göz ardı ettiğini ileri sürer. Ayrıca, etnik-merkezciliğin yalnızca Avrupalı sömürgecilere özgüymüş gibi gösterilmesinin Avrupa ve Amerika dışındaki coğrafyalardaki etnikmerkezciliği mazur görmeye ya da daha az eleştirel bir açıdan görmeye neden olduğunu söyler ve bu durumu eleştirir. Dirlik’in de vurguladığı gibi, etnik-merkezcilik, Avrupa’ya özgü değildir ve herhangi bir coğrafyadaki belli tür ekonomik-politik ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, dünya ölçeğinde, nereli olursa olsun ve nereden gelirse gelsin sömürgecilik ve altında yatan politik ekonomi sorgulanmadan etnik-merkezcilik eleştirisi yapılamaz. Said ve destekçilerinin eleştirilerinin bu yanlış kulvarda ilerlemeleri, onun görüşlerinin soldan sağa kadar çok geniş bir yelpazede kabul görmesine yol açar. Oysa o, Kantçı bir açıdan konuşacaksak, görüngüler (fenomen) üzerinden sistemin iç yüzünü (nümen) açıkladığını düşünür ve okurlarını da buna inandırır. Yaptığı aslında, vitrine/ambalaja bakıp dükkan/içerik hakkında söz söylemek biçimindedir. Dirlik, vitrine bakmakla kalmaz, politik ekonomiye odaklanması dolayısıyla içeri de girer; kutuyu açar ve ambalajın kutunun içeriğinden bağımsız olarak anlaşılamayacağını ortaya çıkarır. Aynı biçimde, ‘post-sömürgecilik’ gibi kavramlar, sömürgeciliğin bittiği gibi bir varsayımdan hareket eder, oysa sömürgecilik başka biçimlerde sürmektedir. Kimi ülkeler istenildiği gibi işgal edilmektedir; son teknoloji ürünü bombalar Afganistan gibi ülkeler üstünde denenmektedir; Avrupa güçleri çeşitli ülkelerde askeri üslere sahiptir. Dünyanın farklı bölgelerinden insanlar Batılı adlar almaya özendirilmektedir. Buna benzer birçok örnek, post-sömürgeciliğin temelden hatalı olduğunu ortaya çıkarır. Dirlik, ‘post-sömürgecilik’ yerine ‘post-devrimcilik’ ya da ‘post-sosyalizm’ gibi ifadeleri yeğlediğini belirtir. Bunun Dirlik’in çalışmalarında dile getirilen belli başlı 3 nedeni vardır: Birincisi, sömürgecilik karşıtı mücadele, post-sömürgecilik kuramlarından çok önce çıkmıştır. İkincisi, az önce andığımız gibi, sömürgecilik bitmiş değildir. Üçüncüsü, post-sömürgeci kuram, sömürgecilikle hesaplaşıp yeni bir toplum yapısını düşlemek, böylece yeniden sosyalizmi ve devrimi gündeme getirmek yerine bunlardan köşe bucak kaçmaktadır. Dirlik’in bu görüşlerini şöyle geliştirebiliriz: Sömürgecilik karşıtı mücadele, sömürgeciliğin tarihinin en başından başlar. Hiç bir halk tümüyle itaat içinde sömürgeleştirilmemiştir. İlk başarılı sömürgecilik karşıtı devrimler, önce ABD’de sonra bütün bir Latin Amerika’da gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, Haiti Devrimi’nin tarihteki ilk uzun erimli ve başarılı köle ayaklanması olduğunu not edebiliriz. Devletleşen sömürgecilik karşıtı hareketlerin 200’ü aşkın yıllık bir tarihi vardır. Bu tarih, hiç de kültürel değildir. İkinci noktayı yukarıda açıkladık. Üçüncü noktaya gelindiğinde, çok klasik bir sorunla karşılaşırız. Bu da şudur: Post-sömürgeci eleştiri, varolanı yorumlamakla yetinir; dünyayı değiştirmekle ilgilenmez. Tam bu nedenle, post-sömürgeciler, kültür çalışmaları ekseninde bir yerleşke etkinliğinin ötesine geçememiştir. Bu açıdan, post-sömürgeci olarak değerlendirilen Fanon, aslında öyle değildir; çünkü dünyayı değiştirmek için bizzat mücadele etmiştir ve değerlendirmelerinin çok azı kültürelci tezlerle uyuşur. Dolayısıyla, Dirlik’e göre, içinde bulunduğumuz dönem için ‘sosyalizm sonrası’ ya da ‘devrim sonrası dönem’ demek daha doğru olur. Dirlik, bunların dışında, Sendika.org’da yayınlanan bir makalesinde küreselleşmeye ilişkin farklı görüşüyle öne çıkar: “Küreselleşme yalnızca birleştirmez ya da homojenleştirmez, aynı zamanda yeni türden farklılıklar yaratıp heterojenleştirip parçalar da. Günümüzün küreselleşmesinde bilhassa önem taşıyan sorun ise Avrupa-merkezli modernleşme söyleminin mirası için verilen mücadeledir ve bunun yanında daha önceleri marjinalize edilmiş olan ve küreselleşmiş kapitalizmin dinamiklerinde yeniden güç bulan söylemlerin ve epistemolojik yerliciliklerin canlanışlarıdır.” Bu görüşlerini aynı yazının ilerleyen sayfalarında şöyle geliştirir: “Gerçek hakkında yaratılan bütün mitleştirmelere rağmen, ulus oluşumunun bizatihi sömürgeci bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ulus, bu oluşum sürecinde en azından kültürel ve siyasal olarak ama çoğu kez de etnik olarak olabildiğince türdeş bir nüfus yaratmak için kendi görünüşüyle ve amaçlarıyla uyuşmayanları bastırır. İşin tuhafı, küreselleşme ulusun bu yönünü epey teşhir etmiş ve ulus-devlet rejimi altında marjinalize edilmiş ya da bastırılmış olanlara bir meşruiyet zemini sağlamıştır. Küreselleşmiş siyaset sahnesinde sadece etnik azınlıklar ve yerli halklar değil marjinalleştirilmiş yerel halklar da yeni bir sese kavuşmuşlardır. Nitekim, küresel olanla ulusal olanın karşılaşmasından serpilen başka bir çelişki, sıkça söz edilen, yerelin ve küreselin çatışması baş göstermiştir. Ulusal rejimlerce bastırılmış olanların sessizlikten ve görünmezlikten kurtulmalarını pek tabii ki memnuniyetle karşılayabiliriz; ancak Avrupa-merkezciliğin, çokkültürlülüğün ve ulusal ya da küresel çeşitliliğin fark gözetmeyecek bir şekilde algılanması, yerliciliklerin ve dinsel köktenciliklerin ortaya çıkışını gözden kaçırır. Bu ihmal ise, küreselleşmenin nihai ironisi olabilir. Küreselleşme, birleştirdiği gibi daha önce tanık olunmamış şekillerde parçalar da.” Dirlik, bize Çin’in coşkuyla karşılanan yükselişinin olumsuz yanlarını anımsatır. Çin tipi üretimin yaygınlaşması, dünya ölçeğinde işçi haklarının ve insan haklarının dibe vurması anlamına gelecektir. Çin’in ‘demokratik’ olmaması, ondan büyük kazançlar sağlayan Avrupa ve ABD’nin işine gelmektedir. Görüntüde, Çin’in demokratikleşmesini isterlerken, gerçekte hiç de istememektedirler. Çin’in sosyalizmden vaz geçmesi, Konfüçyüsçülük gibi gerici ideolojileri diriltmiştir ve Dirlik’e göre, bu mutlak itaati vaaz eden ideoloji, Konfüçyüs Enstitüleri eliyle tüm dünyada yaygınlık kazanmaktadır. Dirlik, bunu hiç de insanlık tarihinde bir ilerleme olarak görmez. Son kitabında bunu açıkça eleştirir. Sosyalizmi bırakmak, Çin milliyetçiliğini de hortlacaktır. Ancak bu, artık bir ezilen ulus milliyetçiliği olmaktan çoktan çıkmıştır. Çin’in askeri olarak güçlenmesi, onun emperyal niyetlerinin tarihte olduğu gibi bir kez daha ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şöyle der Dirlik: “Çin ve Çinliliğin yeni vizyonları, hepsi birden, emperyaldir, mekânsal hak iddiası taşımaktadır ve sonuçları itibariyle yıkıcıdır.” Böyle bir emperyal uzgörü, elbette tarihyazımını da etkileyecektir. Çin’de toplumsallığa vurgu yapan Marksist tarihyazımı bırakılırken, Çin’in kendi içindeki etnik, sınıfsal vb. farklılıklar yerine, çok az değişerek bugünlere gelen bir tarihsel öze dayalı bir ulusalcı tarih anlayışı getirilir. Şöyle yazar Dirlik: “Benzer olarak, Marksist Çin tarihi yazıcılığının silikleşmesi ile birlikte, kültürel farklılığın sosyal üretim konuları, –kent/kır ayırımından doğan- farklılıkları, sınıf ve cinsiyet ayırımından üreyen farklılıklar-, yeni Çin tarihi açıklamalarında yerinden silinmiş ve artık sosyal ve mekânsal kültürel homojenliği iddia edişinin sorgulanması da hizmet dışı kalmıştır. (...) Bu paradigmada, Çin sadece bir ulus değildir; bir uygarlıktır, sadece belki Hindistan ile yarışabilecek 5000 yıllık uygarlık klişesinde saklı “yüce bir geleneğe”, tarihin ilk başlarından bu yana sahiptir.” Dirlik’e göre, Çin’de Marksist tarihyazımının bırakılmasıyla, Çinli saray geleneği (ya da seçkinlerin yaşantıları), Çin kültürü olarak halka ve dünyaya yutturuldu. Biz Türkiye’de nasıl ki “atamız Osmanlı değil, Pir Sultan, Dadaloğlu, Şeyh Bedreddin’dir” diyoruz; benzer bir tarihyazımsal dönüşüm, ilerici olduğu iddia olunan bir devlet eliyle gerçekleştiriliyor. Dirlik’e göre artık Mao dönemi tarih kitaplarındaki durumun tersine, Çin tarih kitaplarında halk kültürüne çok az yer ayrılmaktadır. Öte yandan, bu tarihyazımı dönüşümü, güncel siyaseti de etkileyecektir. Bu bağlamda, resmi söyleme göre, Çin’de etnik bir sorun yoktur, bir yoksulluk sorunu vardır. ‘İnatçı uluslar’ ya da ‘mukavemet edenler’, kültürel farklılıkları dolayısıyla değil yoksulluk nedeniyle isyan etmektedir. En iyi çözüm, yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Böylelikle, etnik sorunlar da ortadan kalkacaktır. Bu ilk bakışta Marksist olan yaklaşım, daha fazla ayrıntıya girildiğinde aslında Çin devletinin sosyalist bir devletten (ya da sosyalist olmayı hedefleyen bir devletten) bir ulus-devletleşme sürecine evrilmesi olgusunu göz ardı eder. Gerçekte Çin’deki etnik sorunların en büyük nedeni, yoksulluktan da önce, Çin’deki ulus-devletleşmedir. “En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” sözünde olduğu gibi, “en iyi etnik azınlık apolitik olandır” gibi bir eğilim gözlemleniyor. Böylelikle, siyasetten arınmış azınlıklar Çin tipi çokkültürcülükte de Avrupa tipi çokkültürcülükte de makbul bir azınlık modeli olarak göklere çıkarılacaktır. ‘Olay çıkarmayan’, asayişi berkemal, hünkarı berhudar eden bir azınlık, el üstünde tutulup devletin hiç de milliyetçi olmadığının ve demokratikleşme sürecinde olunduğunun kesin kanıtları olarak önümüze sürülecektir. Bu açıdan, Dirlik’e göre, Çin devleti, kapitalist kalkınmayı etnik azınlıkları asimile etmenin temel aracı olarak kullanmaktadır. Böylelikle, etnik azınlıklar zenginledikçe minnet duyguları artacak ve etnik farklılıklarını önemsememeye başlayacaklardır. Farklıdırlar ama artık bunun bir önemi kalmayacaktır. Bu açıklama, ‘milli bir burjuvazi’nin bir minyatürü olarak bir azınlık burjuvazisinin ortaya çıkma olasılığını gözden kaçırdığı için gerçekçilikten uzaktır. Bir yandan da, yine Dirlik’e göre Han etnik grubuna ait olan çoğunluğun kültürü, Çin kültürü olarak yeniden kullanıma sokulur. Han, Çin tarihindeki bir hanedanlığın adıdır; tüm Çinlileri (örneğin Müslüman Çinliler olan Hui’leri) kapsamaz. Böylelikle etnik Çinlilerin kültürü, etnik kökenden bağımsız olarak yurttaşlık ve coğrafi sınırlarla tanımlanan Çin’in kültürünün yerine geçer. Çin’de asimilasyonun bir başka yolu da, azınlıkların çoğunlukta olduğu bölgelere Han’ları yerleştirerek, yerli halkları kendi tarihsel yurtlarında da seyreltip azınlığa dönüştürmek biçimindedir. Dirlik’in Çin tarihyazımında ve Çin ve Çinlilerle ilgili Çin dışı tarihyazımında gözlemlediği ve eleştirdiği bir diğer nokta, Çin’de devrimci düşüncenin köklerinin Çin geleneklerinde aranmasıdır. Bu yönelim, Çinli devrimcileri geleneksel gibi görmek gibi bir hataya düşmekle kalmaz, aynı zamanda onların özne ve fail olarak tarih yapıcı rolünü gözden kaçırır ya da görmezden gelir. Bu gelenekteki kökenlerin arayışında olan tarihyazımlarını Dirlik oryantalist bulur. Dirlik’in bu itirazını şöyle geliştirebiliriz: Anaakım tarihyazımına göre, Avrupa tarihindeki olaylar, Avrupa geleneklerindeki kökenler dolayısıyla değil, ‘kahraman birey’ler ve çoğunlukla ‘büyük adam’lar üzerinden ilerler. Oysa aynı tarihyazımı, Çinli devrimcilere tarihin öznesi ve faili olmayı çok görür. Bu bağlamda, Dirlik, düşünce tarihine diyalektik bir açıdan bakma yanlısı olduğunu dile getirir. Burada ‘diyalektik’ten kasıt, tek yönlü ilişkiler yerine karşılıklı ilişkiler olacaktır. Çin’de devrimci düşünce, kendinden önce gelen tarihi kendine göre yeniden yorumlar ve bu yorum, onun şimdiki zamanı ve geleceğiyle ilgili olarak belirleyici bir güç niteliği kazanır. Dolayısıyla, ilişkiler tek bir yönde ilerlemez. Dirlik’e göre Çin’in ekonomik büyümesi, alternatif bir modernliğe işaret etmiyor; Çin kalkınması, klasik kapitalizm üzerindeki çeşitlemelerden ibaret. Hong Kong’daki Çin protestolarıyla ilgili olarak ise, Agos Gazetesi için yazdığı yazıda şöyle diyor: “Rejimin Hong Kong halkından, sömürgecilik mirasından kaynaklanan “vatanseverlik eksikliklerinden” ötürü şüphe duymasına sebep olan etkenler Hong Kong’u, Anakara’da daha fazla özgürlük ve demokrasi için mücadele veren rejimin radikal eleştirmenleri için bir ilham kaynağı ve bir üs haline getirdi. 1997’deki devir Tiananmen’in gölgesinde gerçekleşti, ancak yine de o dönemde çok az kişi, sömürgeci düzenin sonunun gelişi ve anavatana “dönüş” vesilesiyle düzenlenen kutlamaların üzerinden yirmi yıl geçmeden Pekin “despotizmine” karşı gösteri yapan protestocuların Britanya bayrakları dalgalandıracağını hayal edebilirdi. “Özgürleşmenin” getirdiği ilk coşku sona erdiğinde, Hong Konglular kendi “fark”larının kaynağının, milliyetçi tarihin öncelikle ulusalcı duyguları beslemek için hatırladığı bir utanç dönemi olan sömürge tarihi olduğunu tekrar keşfettiler. (...) Hong Kongluların vatansever olmaması değil mesele. Aslında son derece vatanseverler. Ancak vatanseverlikleri Hong Konglu kimlikleri vasıtasıyla şekilleniyor, bu kimlik de Pekin’in silmek istediği devrin bir ürünü. (...) Komünist Parti’nin kendisini zengin kapitalistlerin korunmasına adaması ironik gelebilir, ancak protestocuların mücadele ettiği günümüz ÇHC toplumunun gerçekliği bu.” Sonuç Facebook’taki listemdeydi Arif Hoca uzun süredir... Ara ara paylaşımlarına bakardım. Fakat hayatın hay huyu arasında son paylaşımını 9 Mayıs’ta yapmış olduğunu fark edememişim. Zaten kanser olduğunu da kimselere söylemedi. Yakın çevresi için de biz okurları ve ondan ilham alanlar için de ani bir ölüm oldu. Hocanın Facebook’tan yeni çalışmaları için çekildiğini düşünmüştük, öyle değilmiş. Üstelik son iki paylaşımı da Türkiye üstüne, Nuriye ve Semih’e destek paylaşımı... Keşke bu yazıyı daha önce yazmaya zaman ayırsaydım; keşke Türkçe’de yayınlanan 4 kitabından 3’ünün editörlüğünü yapan Ali Şimşek’le oturup Arif Hoca yaşarken, bir ‘Arif Dirlik’e Armağan’ kitabı hazırlasaydık da öyle uğurlasaydık onu uzaklara... Arif Hoca’nın dünya değiştirmesinden sonra gelen taziyelerin hiçbiri, ABD resmi kaynaklarından da Çin resmi kaynaklarından da değil; çünkü ikisine de mesafesini koymuştu. Onu ananların dünyanın dört bir yanından muhalifler ve kendisini çok seven öğrencileri olduğu görülüyor. Bir söyleşide geleceğe ilişkin olarak şunları söylüyor Arif Hoca: “Bugün her radikalin bunalıma girmek için yeterli nedeni var: hiç bir şey olmuyor gibi görünüyor ve radikalizm, muhafazakarlar ve liberaller tarafından yağmalanıyor, kimlik siyasetine çekiliyor. Öte yandan, benim ve diğerlerinin gerçekleştirdiği son çalışmalar ciddi bir direncin ve protestonun var olduğunu gösteriyor.” Bir başka söyleşinin sonunda ise Türkiye’deki Çin algısı konusuna girer: “Bu projeye el atabileceğimden de emin değilim, ama eğer ben yapamazsam, başka akademisyenlerin buna el atmasını dilerim.” Bu konuya ‘el atma’ zamanı. Bir yazısında şöyle diyor Arif Hoca: “Her kabahati arşivlerin kısıtlılığında bulmak tarihçilerin, özellikle de pozitivist tarihçilerin imgelemlerini sınırlayan mesleki bir hastalıktır. Gerçeğe ulaşmanın önündeki tek engelin arşivlerin kısıtlılığı olduğuna dair inanç, sırtlarını buna dayayan tarihçiler için tarihi buhranlarla yüzleşmemenin bir yoludur.” Arif Hoca’nın dediği gibi, başka engeller de olabiliyor: Tarihçinin durduğu yer, bakış açısı ve en önemlisi de, eleştirel ve öz-eleştirel olmaması... Bir başka yazısında şöyle diyor Arif Hoca: “(...) düzenden yana tarih yazıcılığının her neyi bastırıp örttüyse, onun farkına varma açıklığına ve insan etkinliğinin, entelektüel ve kültürel etkinlik de dahil, dünyayı yaratmasının önemini bir yerlere yazmaya çağrılıyoruz.” Arif Hoca’nın yapıtlarını okuyarak bu çağrıya uymalı, örtülen, gizlenen gerçekleri açığa çıkarmalı ve herşeyin ötesinde, “ülkenin tarihini yazıyoruz” diyerek her devirde aslında saray tarihini yazanlar, artık sorgulanmalı...  
948 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.