Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Tarih(çilik) ve Öykü(cülük): Nerede Nasıl Ayrılıyorlar?
İggers’ın (1997), üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan tarihyazımı kitabı, öykü-tarih ve kurgu-gerçeklik ilişkileri üstüne tartışmak için, kaydadeğer başlangıç noktaları sunuyor. Bu bölümde, İggers’ın görüşlerini anarak, fakat ona tümüyle bağlı kalmadan, sözkonusu ilişkileri ele alıyoruz. İggers’ın görüşlerine geçmeden, Avrupa dillerinde ‘tarih’ ile ‘öykü’nün aynı Eskil (antik) Yunanca ve Latince sözcükten türeme olduğuna dikkat çekelim: Historia. Bu sözcük ise, eskil Yunanca ve hatta ön-Hint-Avrupaca’daki ‘bilen, araştıran, bilge kişi’ anlamlarına gelen sözcüğe karşılık geliyor. Tarihe saf bakış, tarihçinin, olayları olduğu gibi yazdığını ileri sürüyor. İggers’a göre, eskiden, tarih, bir yazın türü olarak ele alınıyordu ve günümüzde tarihçinin nesnelliğinden söz edilse de, tarih, bugün de, yazından tümüyle kopuk değil; çünkü tarihyazımı, öykülemeyi; öykülemeyse, kurguyu gerektiriyor. Tam da bunun için, tarih kavramının yanına, ‘tarihyazımı’ (historiography) diye bir kavram da konulmuş durumda. Yine de, eskil tarihçiler, tarihlerine ders çıkarılacak öykücükler koyarken; bugün, bu, tarihçide olması beklenen nesnelliğin dışına taşmak olarak değerlendiriliyor. Bununla bağlantılı olarak, günümüzde tarih felsefesindeki yaygın görüşlerden biri, tarihyazımının nesnel olamayacağı ve tarihçinin değer yargılarından her durumda etkileneceği biçimindeki görelilik. Bu, tarihi, yazına daha da yaklaştırıyor. Bu açıdan, tarih, bir yazın türü olarak değerlendiriliyor. Bu görüşe göre, ‘tarihsel gerçeklik’ diye bir şey yoktur; tarih, kurgudur. İggers’ın bu konudaki düşüncesi şu: Tarihin yazınsal özellikleri vardır ama tarih, yine de, yazından farklı olarak, olmuş bir olayı anlatma savını taşır; oysa yazın, olmuş olayları anlatmak zorunda değildir. İggers’a göre, bu yaklaşım, tarihi çarpıtma ile dürüst tarihçilik arasında bir sınır koymadığı için yanılıyor. İggers, tarihçilikteki nesnel kalma çabası ile tarihin siyasetin bir aracı olması arasındaki çelişkiye dikkat çekiyor. Tarihçi, bilincinde olsa da olmasa da, bir dünya görüşüne sahip. Bu görüş, neye bakıp neye bakmadığını ve baktıklarında neyi görüp neyi görmediğini belirliyor. Bakılabilecekler ve görülebilecekler çeşit çeşit olsa da, bakılamayacaklar ve görülemeyecekler, belirgin. Örneğin, bir taraf, olayı fetih olarak algılar; öteki taraf, işgal olarak; ama iki tarafın da uzlaşacağı nokta, bir ülkenin ordusunun başka bir ülkeye girdiğidir. Bu, öykücülükte de yansımaları olan bir çelişki. Kamera ya da yazarın gözü, tarihçinin bakma/görme yeğleyimlerine benzer bir nitelik taşıyor: Vietnam ve Irak filmlerinde, Amerikan askerleri, kahraman; direnişçilerse, vahşi olarak gösteriliyor. Vurdulu-kırdılı Amerikan filmlerinde, Amerikalı başkişi(ler), dünyayı suçlulardan vd. kurtarıyor; sanki yüksek suç oranı, ABD’nin vahşi sermaye düzeninin ürünü değilmiş gibi. Kızılderili filmlerinde, gerçekte vatan savunması yapan yerliler, kendi kafalarına estiği zaman saldıran hayvanlar gibi gösteriliyor. Oysa, Sovyet döneminde gösterilen, Yugoslav Kızılderili Goyko Mitiç’in başkahraman olduğu filmler, bunların tersi bir resim çiziyor. İggers’a göre, 20. yüzyıla girilirken, tarih anlayışında iki düşünce etkiliydi: Birincisi, tarihçiliğin bir uzman işi olarak kamuya kapalı olması; ikincisi, tarihin bir bilim olarak görülmesi. Bunlara ek olarak, geçmişte tarih, bireyler (kral vb.) üstünden yazılırken, bugün tarih, toplumsal koşullara ve toplumun değişik kesimlerine odaklanıyor. Tarih alanı, çok güçlü olmasa da, tarihyazımının halklaşmasını yaşıyor. Bunun bir ürünü olarak, tarih, genil (makro) olaylar yanında, minil (mikro) olayları da inceliyor; “ayağa düşüyor”. Tarihin halklaşmasıyla tarihçinin halklaşması farklı. İlkinde, tarihçiler, halktan insanları ele almaya başlıyor; ikincisinde, halktan insanlar olan tarihçiler, halktan olan ya da olmayanları ele alabiliyor. Bu ayrım, öykücülükte de geçerli: 20. yüzyıla dek, yazın, soyluların işiydi. Sonra soylular, öykülerinde ‘soysuz’ları da işlemeye başladılar; bir yandan da ‘soysuz’lar, o zamana dek soylu mesleği olan öykücülüğe kabul edilmeye başladılar. Ayrıca günümüz tarihi, betimlemeden açıklamaya yönelmiş durumda. Tarih, bugün, yalnızca olanı betimlemekle kalmıyor; olanın neden öyle olduğunu da açıklama görevini üstleniyor. Örneğin, “başbakan istifa etti” yerine, “başbakan, şu şu şu nedenlerle istifa etti” gibi bir açıklama getiriliyor. Bu ayrım da, öykü için anlamlı. Bir suçluyu konu alan öykü, onu suçlu diye betimleyip orada durabilir ya da onun suçlu olma nedenlerini ele alabilir. Son yüzyılda tarihyazımındaki bir diğer değişim, sömürgesizleştirme sürecinin tarihe yansımaları. Eski sömürgeler kendi tarihlerini yazıyorlar. Avrupacı tarih anlayışları sorgulanıyor. Bununla koşut olarak, sömürgecilik sonrası yazın da gelişiyor. Ayrıca, kadınların toplumsal konumlarındaki ilerlemeler sonucu, eskiden erkeklere özgü bir meslek olan tarihçilik, kadınların da mesleği olabiliyor; dişilci (feminist) tarihyazımı girişimleri, tarihi kadınların gözünden yeniden yazıyor. Yine buna koşut olarak, dişilci yazın gelişiyor. Üçüncüsü, yerel tarihler önem kazanıyor. Dördüncüsü, toplumun ötekileri, günümüz tarihinde daha görünür kılınmış durumda: Eskiden Amerikan tarihi, Afrikalı-Amerikalılar’a yer vermezken, bugün, durum, böyle değil. Tarih, taraflı olsa da, farklı tarafların tarihyazımlarına aynı metinde yer verilerek, nesnel olmasa da özneler-arası bir yaklaşım geliştirilebilir. Bunun benzeri, kimi yazınsal anlatılarda da bulunmaktadır. Aynı olayın birkaç kişi tarafından farklı farklı yansıtıldığı filmler bulunmaktadır. Kurosawa’nın ‘Raşomon’ filmi (1950) ve zamansal olarak daha yakın bir örnek olarak ‘Bakış Açısı’ (Vantage Point) filmi (2008), aynı olayın farklı kişilerce anlatılmasından oluşmaktadır. Burada, ‘aynı olay’ dedik; ama bu farklı bakışlar, olayın da (ya da olayın bile) aynı olmadığı gibi görece bir yoruma yol açabiliyor. Tarihin tarih olan tarihinin toplumsal bilimlerle benzer bir süreçten geçtiği söylenebilir. Bir alıntıyla açıklayalım: “İnsanbilim (antropoloji) tarihinin 3 döneminden söz edilebilir: İlk dönemde, sömürgeciler, ‘geri’ toplumlara bakarak insanlığın geçmişini anlamak için insanbilimi kurdular; ‘beyaz adamın üstünlüğü’ egemendi. İkinci dönemde, ‘beyaz adamın üstünlüğü’ geri tasara atıldı ama bu kez, ‘aklın üstünlüğü’ öne çıktı; akla dayanmayan tüm uygulamalar ‘geri’ydi. Üçüncü dönemde, bu uyduruk boşinançlar, ‘ekinsel zenginlik’ adı altında bilimin tam da göbeğine boca edildi. “Hiç bir inanış diğerinden üstün değil”di, “hepsinin ayrı bir değeri var”dı. ‘Görececilik’, bilim diye yutturuldu. Günümüzde, bu görececilik yavaş yavaş sorgulanıyor; çünkü bu görececilik, bireyleri ve toplumları yüzlerce yıl öncesinin karanlığına boğuyor. Sermaye düzeninin 2008’deki bunalımının, bu görececiliğin sorgulanmasına büyük katkısı olacağını düşünebiliriz; çünkü bu görececilik, yeni-serbestçiliğin (neo-liberalizm) bilgi alanındaki karşılığı idi...” (Gezgin, 2009a) 2008 bunalımının sonucu olarak, dünyanın birçok ülkesinde, toplumsalcı yapıtlar, yeniden okunuyor; Japonya’da gemi işçilerinin ayaklanmasını konu alan ‘Kanikosen’ romanı (1929), çoksatar oluyor ve 50 yılı aşkın bir süre sonra yeniden filme çekiliyor. Bu sürecin, halkçı tarih anlayışlarını da diriltip diriltmeyeceğini göreceğiz. 20. yüzyılla birlikte, devletin yurttaşlarına aşıladığı kamusal tarih, sorgulanmaya başladı. Bir yandan, kamusal tarih de dönüşüme uğrayabiliyor. Örneğin, toplumsalcı Çin döneminde, kamusal tarihte, halk düşmanı olarak gösterilen Çin Hanedanlığı kurucusu, başyayılman (imparator) Şi Huang, Çin’in dünya devi olmaya oynadığı günümüzde, Çin’i birleştiren büyük yurtsever olarak yeni bir çerçeveye konuluyor (bkz. Gezgin, 2009b). Öykü de, toplumsalcı gerçekçiliğin ve yeraltı yazınının çıkışıyla, yazın üstündeki devlet tekelinin dışına taştı; devlet sanatçılığı kavramı, varlığını sürdürse de. Sovyetler’in çöküşüyle, etkisini büyük oranda yitiren toplumsalcı gerçekçilik, sermaye düzeninin 2008’deki bunalımıyla yeniden ilgi topluyor. Tarih-öykü karşılaştırması, doğal olarak, şu soruyu da akla getiriyor: Günlük anlatıyla öyküsel anlatı arasındaki fark ne? Günlük anlatının varlık nedeni, yaşanmışlığıdır; sanatsal olmayabilir ve herkes için ilginç olmak zorunda değildir; çeşitli öykücülük ölçütlerine uyması da beklenmez. Tarih anlatıları da böyle. Tarih, yaşanmış olaylara dayandığı için, ilginç olmak zorunda değildir; her yaşanan, ilginç olamaz. Tarih, zaten birçokları için sıkıcıdır; çünkü çoğunluğun, tarihsel anlatının neden dinlenmesi gerektiği konusunda oluşturduğu olumlu bir düşünce bulunmamaktadır. Bir diğer soru, belgeselle kurgu arasındaki farktır. Belgesel, gerçeklere dayanır ya da dayandığını ileri sürer ve belgeselde olaylar, birbirlerine gevşek olarak bağlıdır. Belgesellerde eşkonuşmalar (diyalog) ve görüntüler ağırlıklıdır. Tarihte ise, eşkonuşmalar, en aza indirilmiştir; olaylar ve kuru bilgi, ağırlıktadır. Tarih eğitimi, tarihi ilginçleştirmek için, eşkonuşmaya ve canlandırmaya dayanabilir. Tarihin çoğunluk için sıkıcı olmasının bir diğer nedeni, okullardaki tarih eğitiminin (gereksiz) ayrıntıları akılda tutmaya dayanmasıdır. Tarih, bilgileri akılda tutturmayı amaçlayarak, onların akılda tutulmamasını başarır; öykü ise, akılda kalmayı amaçlamaz ve böylece akılda kalır. Tarihçi-öykücü ilişkisi, gazetecilikteki 5N 1K ilkesini yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor. Bilindiği gibi, 5N 1K, “Ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kim?”e karşılık gelmektedir. Bu 5N 1K, çok önemli bir sorunu unutuyor: Kime? Tarih/öykü/haber, kime yazılıyor? Bu soru, tüm anlatıyı değiştiriyor. Ayrıca, ‘nesnel tarih/öykü/haber’ diye bir olgu var olamayacağına göre, 5N 1K’ya bir anlatıcı katmanı eklememiz gerekiyor: Anlatıcı, kim ve ne(ci)? Nasıl, nerede, ne zaman ve neden anlatıyor? Bu, tarihin/öykünün/haberin 5N 1K’sını doğrudan etkiliyor. Örneğin, anlatıcının, saray tarihçisi/öykücüsü/habercisi olup olmadığı önemli. Anlatıcının 1900’de ya da 2000’de yazması da önemli. Anlatıcının anlatma nedeninin ünlü/zengin vb. olmak için olup olmadığı da, tüm anlatıyı etkileyecek nitelikte. Haberci, ilginç olmaya çalışır; ama güncel olan fakat ilginç olmayan haberler de, gazetelerde yer almak zorundadır. Demek ki, gazetelerde çıkan tüm haberler, aynı düzeyde ilginç olmak zorunda değildir. Oysa bir öykü, kendini okutabiliyorsa, bu, onun ilginç olduğunu gösterir. Bunun tersine, ilginç olmayan tarihler de ilginç olmayan haberler de, başka nedenlerle okunabilir. Öykünün konumu farklı. Peki İggers’ın kendisi, kitabında nesnel mi?! Nesnel olabilir mi? Neden kendi tarih anlayışını doğru saymalıyız? Çeşitli tarihçilik okullarını anlatış biçimi, kendi tarihçilik anlayışından ne düzeyde etkileniyor? Bu sorular, bu bölüm için de geçerli. Bu bölüm, bu yazının yazarının yazarlığa bakışının bir ürünü. Buradan bakınca böyle görünüyor. Siz oradan bakınca ne görüyorsunuz? İlgisine Kaynak Gezgin, U. B. (2009a). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (87): Asya’nın ‘çağdaş’ boşinançları. Evrensel Hayat Eki, sayı 249, 12 Nisan 2009. Gezgin, U. B. (2009b). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (78): Çin’in birlik ve beraberliği. Evrensel Hayat Eki, sayı 237, 18 Ocak 2009. evrensel.net/ekhaber.php?hab... Iggers, Georg G. (1997). Historiography in the Twentieth Century: From Scientific Objectivity to the Postmodern Challenge. Wesleyan University Press, Hanover. Ek 1: Okumuş Bir İşçi Soruyor Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtları dikenler? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer dillere destan olmuş koca Bizans’ta? Atlantis’te, o masallar ülkesinde bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı, bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar? Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun? İspanyalı Filip ağladı derler batınca tekmil filosu. Ondan başkası acaba ağlamadı mı? Yedi Yıl Savaşı’nı ikinci Frederik kazanmış ha? Yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kimler zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. Ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana Ve bir sürü soru. Bertolt Brecht (Çeviren: A.Kadir) Ek 2: Ulusal Tarihler Övünülecek ne olabilir Bir ulusun tarihinde? İnsanlığın tarihi İnsanın insanı sömürmesinin tarihi. İnsanlığın tarihi Topluca mideye indirme çabası: İnsanlığın tarihi Savaş meydanlarının kanına bulanmış, Dehşet verici olaylarla dolu, Şeytanların garip dansı: İnsanlığın tarihi Yoksullara eziyettir. Gözünü bağlıyor uysalın Güçlü: Selamlanıyor katiller Kral diye tarihte. Bugün dünyanın hiçbir köşesinde Savaş meydanı olmamış yer yok: Kan ile sırılsıklam tüm geçmiş, Kanla değilse, gözyaşı ile. Aileler yokoluyor Çok sayıda ölü, Umarsızların çığlığı, İnliyorlar tarihte. Nefret, bencillik, Dolandırıcılık, kıskançlık, çekememezlik, Yanıltıcı biçimler ve adlar alarak Tanımlıyorlar tarihin gidişini. Cengiz Han, Timurlenk, Nadir Şah, Gazne, Gori, Kim olursa olsun, En büyük katliamcı. Vikingler, Akhunlar, İskitler, Persler, Pindarlar, Katiller, kılıçtan Bir köprü yaptılar tarihte. Karanlık cahillik çağında, Açlıkta ve duygulu… Sürüklendiler insanlar Gizemli, şiddetli güçlerle… Kendi başarıları olarak göstererek herşeyi, Bu dünyanın yüce efendileri, İmparatorluklar kuruldu, Düzmece yasalar çıkarıldı… Unufak oldular, iskambilden bir ev gibi, Başka güçlerin yükselişiyle! Yeni bir tarih ortaya çıktı Birbirine yakın güçlerden. Büyüklerin tezgahladıkları oyunlar Güçlünün şiddeti, Zenginlerin hileleri, Bunlar hükmedebilir mi şimdi? Yo, asla. İnsanın insan eliyle sömürüsü, Bir ırkın bir ırkı sömürüsü, Bu toplumsal çerçeve, Sürer mi böyle? Yo, hayır. Çin’in yoksul köylüsü, Çekoslavakya’nın madencisi, İrlanda’nın sınıfı, Tüm ezilenler ve acılılar. Hotentolar, Zulular, Zenciler, Tüm kıtalarda sayısız ırklar İlan edecekler tek bir ağızdan Tarihsel güçlerin gerçeğini. Hanedanlık savaşları, Krallık dönemleri, Tarihler, kuru belgeler, Aydınlatmıyorlar tarihi artık. Bu kraliçenin aşk efsaneleri O kuşatmanın masrafları Hedefler, hesaplar, Bunlar değil tarihin özü. Bastırılamaz gerçeğin öyküleri Halının altına süpürüldü Tarihin karanlık rahminde, Tanımlıyor şimdi doğasını. Halktan bir insan nasıl Getiriyordu iki yakasını biraraya eski Mısır’da? Hangi işçiler sırtladı dev kayaları Tac Mahal’ın yapımında? Gerçekte ne yapardı halktan bir insan İmparatorluğun fetih serüveninde? Krallık tahtırevanını omuzlayan Kan ter içindeki adamlar kimlerdi? Taksila, Patna, Akdeniz kıyıları, Harappa, Mohenjodaro, Kro-Manyonlar’ın kaya barınaklarında… Tarihin seherinde, şafağında Nasıl evrimleşti insan? Hangi ulus hangi çağda Ulaştı hangi ülküye? Ne heykelini yarattı? Ne yazınını? Ne bilimini? Ne uyumunu? Neyin görkemine bu Büyük Yolculuk? Hangi muhteşem düş için? Hangi büyük zafer için? 1938 Sri Sri (Srirangam Srinivasa Rao) (1910-1983) Telugu şair (Hindistan) Çeviren: Ulaş Başar Gezgin Kaynak: George, K. M. (Baş Der.). (1992). Modern Indian literature: an anthology: volume one: surveys and poems. (s. 1104-1107)
·
678 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.