Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İnsanın Kur'an-ı Kerim'de geçen 7 zayıf noktası
6- İnsan Kıskanç ve Hasetçidir İnsan fıtratındaki mezmum sıfatların en tehlikelilerinden biri de kıskançlık ve hasettir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Nefsler kıskançlığa meyilli olarak yaratılmışlardır…” (en-Nisâ, 128) “Yoksa onlar, Allâh’ın lutfundan verdiği şeylerden dolayı insanları kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasetten sakındırarak onun zararını şöyle haber vermektedir: “Haset etmekten sakının. Zîrâ haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44) Cenâb-ı Hak bu çirkin vasıftan kurtulmak için infak ve îsâra ehemmiyet vermek gerektiğini bildirerek şöyle buyurmaktadır: “…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 8) 7- İnsan Zayıf Yaratılmıştır Allâh Teâlâ diğer mahlûkâtı doğumlarından kısa bir süre sonra hemen hayata intibak edebilecek ve kendi başına yaşayabilecek bir kuvvette yarattığı hâlde, insanı uzun bir müddet başkalarının bakımına ve muhâfazasına muhtaç, âciz ve zayıf bir durumda yaratmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Allâh sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi…” (er-Rûm, 54) İnsan, güçlü kuvvetli olduğu gençlik dönemine aldanarak Allâh’a karşı isyana dalmamalıdır. Zîrâ bu kuvvetin ardından muhakkak bir za’fiyet ve tükeniş dönemi gelecektir. İhtiyarlıkta duyulan pişmanlık ise elden kaçırılan fırsatları geri getirmeyecek, rûhun hasret ve ıztırâbını dindiremeyecektir. İnsanın bu hazîn âkıbeti âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir: “Ki­me uzun bir ömür ve­rir­sek, biz onun ya­ra­tı­lı­şı­nı (güç ve kuv­ve­ti­ni ala­rak) ter­si­ne çe­vi­ri­riz. Hiç (bu man­za­ra­yı) dü­şün­mü­yor­lar mı? (Bu ib­ret­li yol­cu­lu­ğu id­râk et­mi­yor­lar mı?)” (Yâ­sîn, 68) Fizyolojik yapısı itibâriyle birçok za’fiyet taşıyan insan, aslında psikolojik yönden daha büyük bir za’fiyet içindedir. Bu iki yöne de işâret eden âyet-i kerîmede: “…İnsan zayıf yaratılmış­tır.” (en-Nisâ, 28) buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hak insanın irâde, hâfıza ve azim yönünden zayıflığını Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsında şöyle ifâde eder: “Şüphesiz daha önce Âdem’le (yasak ağaçtan yememesi husûsunda) ahitleşmiştik, fakat o bunu unuttu. Biz onu fazla azimli bulamadık.” (Tâhâ, 115) Nitekim “insan” kelimesinin iki ayrı kökten müştak olduğu söylenir. Birincisi, unutma mânâsındaki “nisyan”dır. Âyet-i kerîmede ifâde edildiği gibi Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- Allâh ile yapmış olduğu ahdi unutmuştur. İkincisi ise “ünsiyet”tir ki, insan bulunduğu yere çabucak alışır, ülfet eder ve âdeta o yerin rengine boyanır. Allâh Teâlâ’nın, birçok âyet-i kerîmede zayıflık ve acziyetinden bahsettiği insanoğlunun kibirlenip böbürlenmesini gerektirecek hiçbir sebep olamaz. Üstelik Cenâb-ı Hak insanı sevimli ve hoş görünümlü bir alın teri veya göz yaşından değil de atılmış değersiz bir sudan yaratmıştır. Bu yüzden ona yakışan, Yaratıcı’sının sonsuz kudreti karşısında acziyet ve hiçliğini idrâk etmesidir. Nitekim insan, bu hususta şöyle îkâz edilmiştir: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37) İnsanda kulluk temâyülü fıtrîdir. Bu bakımdan ya nefsânî temâyüllerine, yâni dünyevî menfaatlerine, ya da Rabbine kul olacaktır. Rabbine lâyıkıyla kul olabilmesi için de nefs engelini aşması lâzımdır. Bunun için Elest Bezmi’ndeki: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” ahdine sâdık kalması îcâb eder. Rûh, Rabbiyle bu ahdi gerçekleştirirken herşey ayân idi. Melekleri görüyor, azamet-i ilâhiy­eyi kolayca seyrediyordu. Lâkin and veren bu rûh, -hadîs-i şerîfte ifâde edildiğine göre- ana karnına 120. günde üfürülünce, beş duyunun esâretine girdi. Nefs engeli ile karşılaştı. Letâfetten kesâfete bürünerek perdelendi. Ancak ona bu kesâfetten kurtuluşun yolu da gösterildi. İnsan bu beş duyusunu, Allâh’ın ihsân ettiği mânevî istîdâdlarla ve O’nun arzu ettiği istikâmette tezkiye etmesi ile nefs engelini aşmış olur. Beş duyunun istikâmete girmesi ise, ancak kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile mümkündür. Bunun sonunda kesâfet azalır, letâfet artar ve kalb, hakîkatleri alıcı hâle gelir. “(Âdem’e) şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman!..” (el-Hicr, 29) âyetinde beyân edilen rûh, “emir âlemi”nden gelen rûh-i sultânîdir. Fânî olan cesedin içine girmiştir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu rûh-i sultânînin ce­sedin içinde kaybolmaması ve cesede hâkim olması için şu misâli verir: “Ayran içinde yağ, nasıl gizli ve görünmez bir hâldeyse, ceseddeki rûh da öyledir.” “Yağın meydana gelmesi için, ayranın dövülmesi lâzımdır.” “Tıpkı bunun gibi, sultânî rûhun da, bedeni, yâni cesedi kontrol altına alması için mücâhede, riyâzât ve birtakım mahrûmiyetlere sabretmesi şarttır.” Kalbin; kesâfetten, yâni süflî dünyâ lezzetlerinden kurtulup letâfete kavuş­ması, ilâhî duygularla dolu olması zarûrîdir. Aksi hâlde mârifetullâha vâsıl olmak mümkün de­ğildir. Merhûm Necip Fâzıl, bu kalbî hakîkati bir yakarış hâlinde ne güzel ifâde eder: Bende sıklet, Sen’de letâfet… Allâh’ım, affet! Latîf’ten af bekler kesâfet… Allâh’ım, affet! Etten ve kemikten kıyâfet… Allâh’ım, affet! Kaynak: Osman Nuri Topbaş – Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi – 1 İslamveihsan.com
··
395 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.