Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Tasavvuf denilince, bazı çevre ve grupların tüyleri diken diken olmakta, kimileri için ise sorgusuz sualsiz kabulün olduğu bir alan söz konusu olmaktadır. Her iki tutumun da tuttukları mevzi açısından bir anlama kaygısından ziyade, bağcıyı dövmeye yönelik hareketlerin olduğu da dışarıdan bakanların ortak kanaatidir. Konuya ilişkin olarak soğukkanlılıkla yaklaşmanın, yumak haline gelmiş problemleri çözmenin derdinde olan sayısı ise bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan diyebilir miyiz? Öncelikle menfi etkinin nereden kaynaklandığına ilişkin değinmek gerekirse, İsmail Kara’dan söz etmek elzem olmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitatıyla beraber tasavvufa menfi yaklaşmalar söz konusudur. İmparatorluğun çöküşünde düşüşe amil arayışında olan toplum; askeriyeden ekonomiye, dinden düşünceye geniş bir yelpazede sorumlu tespitine gayret etmektedir. Daha öncesinden kimi kavramların taşıdıkları müspet manalarda meydana gelen değişmeler, yavaş yavaş inhitatla ilişkilendirilerek menfi anlam dairesine doğru kaymaktadır. Bu kapsamda basit bir kelime örneği olarak “mistik” kelimesi ilk akla gelenlerdendir. Peki bu tartışmanın ana odak noktası neyle rabıtalandırılabilir? Neden bir suçlu aranmakta ve nedendir ki tasavvuf, mistisizm, zühd, dünyadan el etek çekmeye ilişkin olarak bir sorgulama başlamaktadır? Buna ilişkin olarak dönemsel cevaplarda, İmparatorluğun artık ihtiyaçlara cevap verememesi, göz göre elden çıkan topraklar, kaybedilen nüfus ve Avrupa karşısında sürekli yenilen tokatlarla ilgilidir. Akif’in dizelerine de yansıyan “seyl-i huruşan” “akıp gitmekte olan Avrupa” ve “yerinde saymakta olan biz”e karşılık bu tartışmalar ve tasavvufun ameliyat masasına alınması ve kavramların yeniden anlam yüklenerek tartışılması söz konusudur. Bu kapsamda rahmetli Erol Güngör’ün ismini de zikretmek gerekir. Güngör varolan problemi görmezden gelmek, yok saymak yerine üzerine eğilip çalışmış ne İsa’ya ne Musa’ya yaranma peşinde olarak tasavvuf konusunu çalışmıştır. Yazıya konu edeceğimiz kitap Erol Güngör’ün İslam Tasavvufunun Meseleleri kitabıdır. Güngör’ün kitaplarının uzun bir aradan sonra tekrar basılması okuyucu açısından heyecan uyandırmıştır. Güngör Hoca yaklaştığı konuları ele alırken, hem hocalığının gereği olarak ilmi çalışmaların hakkını vermek adına çaba sarfetmekte hem de üzerinde yaşadığı topraktan habersiz olarak çalışma gafletinden uzak durmaktadır. Nedense kimi hocalar eser neşrederken üzerinde yaşadığı ve hikayesi olan toprakla bağlantısını unutmakta eserlerini bu doğrultuda neşretmektedir. Halbuki varolan problemlerin çözümünün geçtiği yerlerden birisi de üzerinde yaşadığımız toprakların hikayesini bilmekten geçmektedir. Hastaya yazılacak reçeted0,e hastalığını teşhis noktasında hasta üzerinde yapılan tetkiklerle beraber nev’i şahsına münhasır olarak rahatsızlıkları sorulur, önceden kullandığı ilaçlar sorulur, bu soruların cevaplarıyla birlikte tedavi yöntemi belirlenir. İşte düşünce sahasında da bir problemin çözümü için, neşet ettiği toprak, kavram tarihi, toprakla rabıtası üzerinden bir çözüm arayışına gidilmelidir ki yazılanlar ve söylenilenler anlam ifade edebilsin. Yoksa haydan gelen huya gitmektedir ne yazık ki. Tabii burada evrenselliği ve evrensel olanı ihmal etmek gibi bir niyetimiz olmadığını da ifade etmek gerekmektedir. Adlandırmanın ve etkileşimlerin evrensel olan kapsamında kavramın incelenmesine katkısı inkar edilemez olmakla birlikte, yerelliğin ve toprakla bağın da göz ardı edilmesine karşı bir ihtar da diyebiliriz derdimiz için. Bu giriş sonrasında kitabımıza gelecek olursak, İslam Tasavvufunun Meseleleri kitabının omurga kısmını giriş bölümü ile beraber “Şark’tan Haber”, “Batı Rüzgarı”, “İslam Tasavvufunun Yabancı Menşe’leri”, “İslam Tasavvufunun Tarihi Gelişmesi”, “Manevi İktidarlar ve Maddi Teşkilatlar”, “Bilgi Meselesi”, Vecd’in Psikolojisi” , “Tarihi-Sosyolojik Manzara”, Günümüz ve Tasavvuf” başlıkları oluşturmaktadır. Bununla beraber kitabın içerisinde Güngör’ün değinmiş olduğu kimi metinlere ekler başlığı altında yer verilmiştir. Kitabın sonuna eklenmiş sözlük ve şahıs, yer, devlet, eser ve bazı terimlerle ilgili açıklamalarla kitabımız hitama ermektedir. Yukarıda da belirtmiş olduğum üzere, Güngör tasavvuf konusunda mutlak bir beyazlık yahut siyahlık üzerine hareket etmemektedir. Eksileri ve artıları ile beraber toplum ve toprak üzerine bir okuma ile tasavvufa ilişkin değerlendirmeleri yer alır kitapta. Önsözünde tasavvufa ilişkin olarak bir tespit ile yola çıkar yazar: “Bugün din hayatı ve dolayısıyla Müslümanların sosyal hayatını yeniden düzenlemek konusunda büyük bir gayret vardır ve bu hareketin içinde bulunanlar kendilerine rehber olacak prensiplerin hangi kaynaklardan çıkarılacağını tayin etmek zorundadır. İşte bu noktada tasavvuf onların işine pek yarar görünmüyor. Gerçekten, bir sosyal reformcu hitap ettiği kitlenin bütünü için mana ifade eden, herkes tarafından anlaşılan ve kabul edilebilecek mahiyette olan esaslardan hareket etmek mecburiyetindedir. Ferdi yaşantıyı (experience) esas tutan ve bir zihinden öbürüne nakli adeta imkansız bulunan manevi hallere dayanan tasavvufi düşünce onu bu hususta yardımcı olamayacaktır.” Hemen sonrasında Güngör Hoca tasavvufa ilişkin olarak önemli bir noktaya daha parmak basmaktadır: “İslam’ın ilk devirlerinde tasavvufi harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki yüzyılların doktriner-teşkilatlı tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas itibariyle ferdi zühd vak’alarından ibaretti.” Önsözün son kısımlarına doğru Hoca ne Musa’ya ne de İsa’ya yaranamadığını güzelce ifade etmiştir: “ Tasavvufun aleyhinde bulunanların hücumlarının pek büyük bir kısmı klasik metinlerin kabataslak yorumlanmasından, yani bilgisizlik ve düşünce kısırlığından ileri gelmektedir. Fakat bunların karşısında tasavvufu savunanların da yine klasik metinlerin gölgesine sığınmaktan başka herhangi bir düşünce canlılığı gösterdiklerine şahit olmuş değiliz.” Giriş kısmında bir tanımlama başlar kitabımız: “Tasavuf İslam mistisizminin adıdır.” Mistik kelimesi kitabın esas noktalarından birisini teşkil etmektedir. Kelime Yunanca asıllı olup, “ İlahi şeyler hakkında birtakım batini bilgiler verilmiş olup bunlar hususunda kimseye bir şey söylememesi gereken insan demektir.” Mistisizm sadece İslam’a özgü ve münhasır olarak teşekkül etmiş bir kavram değildir. Farklı zaman ve dönemlerde, inanılana göre değişen ve dönüşen bir kavramdır. Felsefe ile ilintilenebileceği gibi yaşanılan olarak ortaya çıkışı yani bilgi alanına dair kavramın anlaşılması ile var olan anlamında yaşanana tekabül eden kısmı da söz konusudur. Bu farklılıkların hepsi kelimenin zaman içinde yolculuğunda değişim ve dönüşümünde ortaya çıkmasına merbuttur. Kelimenin yolculuğunda öncelikle Hind’i ziyaret eder okuyucu. Budizm ve Hint felsefesinde tasavvufun, zühd, mistik kavramlarının karşılığına bakar. Oradan Batı’ya doğru seyreder yolculuğumuz. Eski Yunan’dan başlar maceramız. Batı kaynaklarında ilk mistik düşüncenin Pitagoras’da görüldüğünü aktarır Hoca. Eski Yunan’da Hint etkisine değinir. Düşüncenin serüveni Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya doğru seyir halindedir. Batı’da ilk çağların izinde mistik düşünce ve tasavvufun genel bir haritası ile dönem dönem etkilerini inceleyen Güngör Hoca, İslam tasavvufuna doğru açar yelkenleri. İslam açısında tasavvufa ilişkin ilk meşguliyetlerin oryantalistlerden geldiği ile başlar. Yani içimizden kendi topraklarının hikayesini merak edenler yerine dışarıdan bir göz gözlemler ve araştırır kendi hikayemizi. Tasavvufun etkisinin Hind, İran ve Batı etkisi tartışılır. Bölümün sonunu güzel bir pasaj ile bitirir Güngör Hoca: “İslam tasavvufunda yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nadiren ulaştığını görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur, fakat İslam cemaatinin hayret verici gücü sayesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma teşebbüslerinin çizgi dahiline sokulduğuna şahit oluyoruz. İslam cemaatinin gücü o kadar büyüktür ki, ana yoldan sapmaları ortak inanç sitemi dahilinde uygun bir te’vile tabi tutarak hem yabancı fikre İslami bir renk vermiş, hem o fikrin sahiplerini cemaat içinde tutmayı becerebilmiştir.” (s.50) İlerleyen kısımlarda İslam tasavvufunun tarihi gelişmesine değinir Güngör. “Tasavvuf –diğer mistik sistemlerde olduğu gibi- hayata karşı belli bir tavır ve davranış olarak başlamış, daha sonra bir düşünce tarzı halinde sistemleştirilmeye çalışılmıştır.” Tasavvufunun çıkış noktası itibariyle bir içe dönük hareket olarak, manaya vakıf olmayı esas aldığını söyleyebiliriz. Belli bir kurallar bütünü, doktrin anlamında takip edilecek kurallar manzumesi olmaktan ziyade şahsın kendisine yönelik nev’i şahsına münhasır bir yönelişin ve arayışın hikayesidir. Fakat sonraki zamanlarda terimlerin manalarına açıklık kazandırma amacıyla kağıtla bir ilişki kurma zorunluluğu ile biraz daha kazuistik yapıya doğru bir evrilmeye doğru izler hikaye. Profesyonel bir hareketler bütünlüğünden ziyade bireysel arayışların hikayesi, amatör olarak bir çaba ve gayretin önderliğinde bir yolculuğa çıkış da denilebilir tasavvufun başlangıcına. Bilgi meselesi kısmında mistisizmin bilgiye yaklaşımı irdelenir. “Mistisizmin bilgi konusundaki iddiası onun başlıca özelliklerinden birini teşkil eder. Bu iddia bizim ilmi bilgi elde ederken kullandığımız analitik, diskürsif yolun sadece görünen (zahir) şeyleri verebileceğidir. İlim esas itibariyle duyu verilerini kullanır; yani görüleni işitilen ilh. Şeyler üzerinde çalışır. Buna karşılık mistisizmin “sezgi” (hads veya intuition) dediği bilgi bu türlü duyu verilerini uzun uzun tetkik ederek onlardan parça-bölük bilgiler çıkarmak yerine, eşyanın özüne vasıtasız ve derhal kavrama imkanı vermektedir.” Mistiklerin bilgiye yaklaşımları bireysel anlamda daha çok anlam ifade eder, fakat toplumsal açıdan ise biraz havada kalan bir alana tekabül etmektedir. Sezginin dahli söz konusu olunca bireysellik ister istemez kendini ortaya çıkarır ve bu sorgulanabilir olmaktan ziyade inanılabilir olana ilişkindir. Bu kapsamda mistik tecrübeler ve deneyimler, bilgiler şahıslar için anlam ifade edilebilirliklerini korumakla birlikte cemiyet açısından bir eksikliğe, genellenebilirlik açısından nakıslığa denk düşmektedir. Tarihi-sosyolojik manzara açısından bakıldığında ise, “Siyasi ve sosyal çalkantı zamanlarında insanların cemaate girmekle buldukları emniyet ve huzur dinin en önemli sosyal fonksiyonudur.” diyerek önemli bir noktaya dikkat çekmektedir Güngör Hoca. Tasavvufun toplum açısında yayılışı ve toplumda zaman içinde değişen anlamları ile tarih boyunca etkisini sürdürdüğü gösterilmektedir. Zaman zaman düşüşler olsa da tasavvuf ana omurgayı oluşturan etkenlerden birisi olmuştur ve olmaktadır. Günümüz ve tasavvuf kısmında ise kitap yaşanılan döneme ilişkin çok önemli tespitler içermektedir. Bir uzun alıntı yaparak bu kısmın yazılmasına ilişkin olarak ve dönemin genel düşünce hayatına dair ipucu vermek gerekirse; “Memleketimizde yirminci yüzyılın başından itibaren aydın çevrelerde hâkim olmaya başlayan avami seviyede bir rasyonalizm, o sırada put haline getirilmekte olan ilmin büyük prestijinden faydalanarak, hayatımızın bütün kesimlerine sür’atle sokulmuştur. En tanınmış din âlimlerimizin veya dini mütefekkirlerimizin bile İslamiyet ile müsbet ilim arasında hiçbir çatışma olmadığını, İslam’ın ilm’i başlıca değer saydığını isbet etmek üzere hayli mürekkep harcamış olmaları da gösteriyor ki, Türkiye’de yeni zihniyeti tutanlar büyük itibar kazanmaktadırlar. Nitekim daha sonraki yıllarda “müsbet ilim” sloganına karşı çıkmak hem fikri, hem siyasi bir cesaret meselesi olmuş ve bu cesareti gösterecek kimse çıkmamıştır. “Müsbet ilim” sloganı deyişimizin sebebi bunun gerçekten bir slogan oluşudur. Çünkü İkinci Meşrutiyet’ten itibaren ilim, müsbet ilim ve fenden bahsedenlerin bunlardan ne anladıklarını araştırdığımız zaman, karşımıza sadece hayvani iştihaları ile yaşayan ve maddi adaklardan başka hiçbir şey kabul etmeyen bir ilah imajı çıkmaktadır: İnsanlardan sadece bedeni kuvvet isteyen, onlara yine sadece bedeni kuvvet veren, kuvveti olmayanlara hiçbir merhamet duymayan bu canavar-ilah, zayıf kalplere müthiş bir korku salmıştı. “Müsbet ilim” sloganı atanlar sanki başkalarını suçlayarak kendi sadakatlerini isbat ve imanlarını takviye etme telaşı içindeydiler.” (s.163) Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, tasavvufu yeniden düşünmenin yahut yeni baştan düşünmenin elzem olduğu açıktır. Kavramsal incelemelerde tarihsel süreç ve kavramın tarihle birlikte dönüşümü ve değişimi de hayli önem arz etmektedir. Salt karşı çıkış ve muhasım edebiyatı ile kötüleme yahut salt bir yandaşlık ve kendini konumlandırma bugün içinde bulunduğumuz açmazlara bizi sürükleyen tutumlardır. Bu nedenle kavrama yönelik oturup okumalı, mümkün mertebe genellemelerden kaçınmalı ve kötü örneklerle özdeşleştirme yapmaktan itina etmeliyiz. Bireysel anlamda meraka ve hayrete dayalı olarak yapılan okuma ve araştırmalar, yaşanan tecrübeler baş tacıdır. Bununla birlikte kamusal alana yönelik ve cemiyete ilişkin olarak yapılacak çıkarımlar ve değerlendirmeler açısından muaheze hakkımız her daim saklıdır. Malum daha üzerinden az bir zaman geçen 15 Temmuz hadisesi bu kapalılığın ve batından konuşmanın etkisi inkar edilemez. Bu nedenle kamusal görünüş ve cemiyet açısından, Erol Güngör’ün de dediği üzere, bireyselliği ağır basan tasavvuf çözüm teşkil etmekten uzaktır. Fakat içeriye ve bireysele olan yolculuk açısından zenginleştirici ve hayrete düşürücülüğü de hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır. Bu vesileyle yeniden basımına başlanan Erol Güngör’ün kitapları için ilgili alakalısına teşekkürü borç bilirim. Her daim var olsunlar! Erol GÜNGÖR, Yer-Su Yayınevi, 1.Basım, 336 Sayfa, ISBN: 978605810510 kitapsuuru.com/islam-tasavvufu...
İslam Tasavvufunun Meseleleri
İslam Tasavvufunun MeseleleriErol Güngör · Yer-Su Yayınları · 2018121 okunma
·
272 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.