Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Zihinsel ve duygusal bir olgu olarak sahip olma bahsine giriyoruz. "İşlevsel mülkiyetten" söz ederken öncelikle şu hususu apaçık belirtelim. Ben makul ölçüde kullanabileceğimden daha fazlasına sahip olamam. Bu sahip olma ve kullanma, çeşitli neticelere yol açar: Benim etkinliğim sürekli teşvik edilir, çünkü sadece kullanacaklarıma sahip olarak ben daima aktif olmaya teşvik edilirim. Mülkiyet açgözlülüğüne pek yakalanmam, çünkü ben sadece verimli üretme kapasitemin elverdiği miktarda şeylere sahip olmayı isteyebilirim. Kıskançlığa pek kapılmam, çünkü ben sahip olduğum şeyi kullanmakla meşgulken, başkasının elindeki şeyi kıskanmam abes kaçar. Sahip olduklarımı kaybetme kaygısı gütmem, çünkü işlevsel mülkiyet kolaylıkla ikame edilebilir. Kurumsal mülkiyet tamamen farklı bir deneyimdir. O, işlevsel "sahip olma" ve "olma"dan farklıdır; kişinin kendini ve dünyayı deneyimleyişinin diğer bir temel biçimidir. Bu iki deneyim türüne hemen hemen herkeste rastlanır. Hiç sahiplenme deneyimi olmayan kişilere ender rastlarız ama bildikleri tek deneyim sahiplenmek olan kişiler çok daha kalabalıktır. Çoğu kimse "sahip olma" ve "olma" dediğimiz iki tür deneyimi kendi karakter yapısında özgül bir biçimde harmanlar. Ne var ki sahip olma kavramı ne kadar basit görünse de sahip olma deneyimini tarif etmek zordur, çünkü böyle bir tarif, ancak okurun sadece zihnen devreye sokmasıyla değil sahip olmayla ilgili duygusal deneyimini harekete geçirmeye çalışmasıyla yapılabilir. İşlevsel olmayan nitelikte sahip olmayı anlamaya belki de en faydalı yaklaşımı, Freud'un en önemli görüşlerinden birini hatırlayarak geliştirebiliriz. Freud bebeğin salt edilgen alıcılık evresinden geçtikten sonra saldırgan sömürücü bir alıcılık evresine girdiğini, daha sonra da olgunluk evresine ulaşmadan önce, kişinin gelişiminden çoğu zaman baskın kalan ve ana karakterin gelişimiyle sonuçlanan, kendisinin anal erotik evre olarak adlandırdığı evreye ulaştığını bulgulamıştı. Bu bağlamda Freud'un, libido gelişiminin özel bir evresinin önce geldiğine ve karakter oluşumunun ondan sonra gerçekleştiğine inanması o kadar önemli değildir. Bu noktada, benim görüşüm, Freud'a yakın duran Erik Erikson gibi isimlerin görüşüyle aynı olup, söz konusu ilişkinin zikrettiğimizin tersi sırada olduğu yönündedir. Burada önemli olan, baskın haldeki sahiplenme yönelimini, Freud'un tam olgunluğa ulaşmadan önceki evre olarak görmesi ve kalıcı olması halinde patolojik olduğunu düşünmesidir. Başka bir deyişle Freud'a göre münhasıran sahip olma ve mülkiyetle ilgilenen kişi zihinsel olarak hasta olan nevrotik biridir. Bu görüş açısı özel mülkiyete dayanan ve üyelerinin kendilerini ve dünyayla ilişkilerini ağırlıklı olarak sahiplenme açısından deneyimlediği bir toplumda bomba etkisi yapmış olabilir. Ne var ki benim bildiğim kadarıyla hiç kimse burjuva toplumunun yüksek değerlerine karşı bu saldırıyı protesto etmezken, Freud'un cinsel ilişkiyi şeytanilikten kurtarmaya yönelik mütevazı çabaları, bütün "ahlak" bekçileri tarafından yuhalamayla karşılanmıştır. Bu çelişkiyi açıklamak kolay değildir. Peki bunun sebebi bireysel psikolojiyle sosyal psikolojiyi bağdaştıran kişilere çok rastlanması mıdır? Mülkiyetin yüksek ahlaki değeri hiç kimsenin karşı çıkamayacağı şekilde kabul görmesinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa Freud'un orta sınıf cinsel ahlakına saldırısı, kişinin kendi riyakârlığına karşı bir saldırı işlevi gördüğü için çok küçümsenirken, halkın para ve mülkiyete karşı tutumlarının tamamen samimi olması ve şiddetli bir savunmayı gerektirmemesi yüzünden midir? Ne olursa olsun Freud böyle bir sahiplenmeciliğin yetişkin kişinin hayatında baskın olması halinde sağlıksız bir yönelim olduğuna inanmıştır. Freud, kavramının doğruluğunu ortaya koymak için çeşitli verileri öne sürmüştür; ilkin, dışkıların bolik olarak para, mülkiyetin de pislikle bir tutulduğu veriler. Doğrusu bunu öne sürmek için bolca dilsel, folklorik ve mitsel veri vardır. Freud 22 Aralık 1897 tarihinde Fliess'e gönderdiği mektupta para ve tamahkârlıkla dışkıları ilişkilendirmiştir. Birbirinden çok farklı görünen paragözlük kompleksiyle dışkılama kompleksi arasındaki bağlantılar görünüyor. Psikanaliz uygulaması yapmış her doktor, nevrotiklerdeki kabızlık alışkanlığı diye bilinen ve tedavisi fevkalade zor olan uzun süreli vakaları bu tür bir tedaviyle iyileştirebileceğini bilir. Bu söz konusu işlevin hipnotik telkine de aynı şekilde cevap verdiğini hatırladığımız takdirde bize o kadar şaşırtıcı gelmez. Fakat psikanalizdeki kişi, bu sonuca ancak para kompleksiyle uğraştığında ve bu kompleksi bütün bağlantılarıyla bilinç katına çıkardığında ulaşabilir. Burada nevroz olsa olsa dört elle parasına sarılmış kişinin "pinti" veya "pis" diye adlandırılan yaygın sözel kullanımın bir göstergesi olduğu varsayılabilir. Fakat bu açıklama fazlasıyla yüzeyseldir. Gerçekte arkaik düşünce biçimlerinin hâkim olduğu veya varlığını sürdürdüğü her yerde; kadim uygarlıklarda, mitlerde, masallarda ve hurafelerde, bilinçdışı düşüncelerde, rüyalarda ve nevrozlarda parayla pislik arasında son derece yakın bir ilişki kurulur. Şeytanın metresine verdiği altının kendisi ayrılır ayrılmaz dışkıya dönüştüğünü ve hiç kuşkusuz şeytanın bastırılarak bilinçdışına itilmiş içgüdüsel hayatın simgesi olduğunu biliyoruz. Ayrıca hazinenin bulunmasıyla dışkılamayı ilişkilendiren hurafeyi de biliyoruz ve herkes "para dışkılayan" figüre aşinadır. Aslında kadim Babil anlayışına göre bile altın "cehennem dışkısıdır". Dolayısıyla dildeki kullanımına baktığımızda, başka yerlerde olduğu gibi burada da sözcükler özgün esaslı anlamlarında kullanılıyor ve bir sözcüğü mecazi anlamda kullanıyor, göründüğü yerde genellikle ona eski anlamını veriyor. Insanın bildiği en değerli maddeyle, atık madde diye ıskartaya çıkardığı en değersiz madde arasındaki bu tezat, altın ve dışkının bu spesifik özdeşleşmesine yol açmış olabilir. Burada bazı yorumlarda bulunuyor. Altının "cehennem dışkısı" olarak görüldüğü Babil anlayışında altın, dışkı ve ölüm arasında bir bağlantı kurulmuştur. Ölüler diyarı olan cehennemde en değerli madde dışkıdır. Bu, para, pislik ve ölüm mefhumlarını da beraberinde getirir. Alıntıladığım iki paragraftan sonuncusu Freud'un zamanının düşünce tarzına olan bağlılığını açıkça ortaya koymaktadır. Freud altın ve dışkının sembolik özdeşliğinin sebebini ararken şu varsayımı ileri sürüyor; onların özdeşliği tam da aralarındaki köklü tezata, altının insanın bildiği en değerli maddeyken dışkının en değersiz madde olmasına dayanıyor olabilir. Öte yandan Freud, ekonomisi genellikle altına dayanan uygarlıklar için altının en değerli madde olduğunu, ama altının onların gözünde hiçbir değerinin olmayabileceği ilkel toplumlar için bunun katiyen geçerli olmadığı gerçeğini es geçiyor. Daha önemlisi, onun içinde bulunduğu toplum yapısı insanın altını en değerli madde olarak gördüğünü öne sürse de, Freud bilinçdışında altını ölü, steril, cansız bir şey olarak tasavvur etmektedir. Bu durumda altın, birikmiş bir emek işlevi olmayan mülkiyetin öne çıkan örneğidir. Insan altını yiyebilir mi? İnsan bir şeyi altınla büyütebilir mi? (Altının sermayeye dönüştürülmesi dışında...) Altının bu ölü, steril yanı Kral Midas mitinde kendini göstermektedir. Kendisi o kadar açgözlüydü ki, dokunduğu her şeyin altına dönüşmesi isteği kabul edildi. Fakat insan altınla beslenemeyeceği için sonunda Midas ölmek zorunda kaldı. Bu mitte altının steril oluşu ve Freud'un sandığının aksine kesinlikle en yüksek değere sahip olmaması açıkça işlenmiştir. Freud paranın ve mülkiyetin olumsuz değerinin ve az evvel tartıştığımız, ana karakter kavramının kritik sonuçlarının farkına varamayacak kadar zamanının çocuğuydu. Freud'un libido gelişimi şemasının doğru yanları ne olursa olsun, insan gelişiminin ilk evrelerinden biri olarak alıcı ve sahiplenici evrelere dair bulguları gayet akla yatkındır. Çocuğun hayatının ilk yılları bebeğin kendine bakamadığı, kendi istekleri doğrultusunda kendi gücüyle çevresindeki dünyayı şekillendiremediği bir dönemdir. Kendisi üretemediği için mecburen almak, kopmak veya sahiplenmek zorundadır. Dolayısıyla sahip olma kategorisi çocuğun gelişiminde zorunlu bir geçiş evresidir. Eğer sahiplenmecilik yetişkinde baskın deneyim olarak kalırsa onun normal üretkenlik evresine geçiş amacına ulaşamadan gelişimindeki bu sekte yüzünden sahiplenme deneyimine takılı kaldığını gösterir. Diğer yönelimlerde olduğu gibi burada da evrimin erken evresinde normal olan şey, sonraki bir evrede de varlığını sürdürüyorsa patolojik olur. Sahiplenmecilik üretici faaliyet kapasitesinin azalmasına dayanır. Bu azalmanın ardında bir çok etmen bulunabilir. Üretici faaliyetten kastım, içgüdülerden gücünü alan eylemler veya belli şekillerde eylemde bulunmaya dönük zorlayıcı ihtiyaç değil de kişinin kendi yetilerini özgürce ve aktif olarak ifade etmesidir. Ne var ki bu tartışmayı sürdürmek için uygun yer burası değildir. Ancak şu kadarını söylemekle yetineyim, erken yılgınlık, uyarım eksikliği, aşırı şımartma gibi faktörleri hem birey hem de toplum bazında araştırmalıyız. Fakat durum öbür türlü de gelişebilir. Yönelim sahibi olup onu tatmin etmek çabayı ve sonunda üretken çaba da bulunma kapasitesini zayıflatır. Kişi ne kadar çok şeye sahip olursa üretici faaliyette bulunmaya o kadar az istek oluyor. Sahip olma ve ruhsal tembellik sonunda bir kısırdöngü oluşturup birbirini pekiştirir. Tek yönelimi sahiplenme olan bir kişiyi, cimri insanı, örnek olarak inceleyelim. Onun gözünde sahiplenilmesi gereken en bariz nesne paradır ve paranın maddi karşılıkları da toprak, ev, taşınabilir mal vesairedir. Enerjisinin çoğunu, parayı muhafaza etmeye, tasarrufta bulunmaya, iş faaliyetinde ve spekülasyonda kullanmak yerine parayı kullanmamaya harcar. Kendini bir kaleymiş gibi görür, hiçbir şeyin oradan ayrılmaması gerekir, dolayısıyla hiçbir harcama yapılmamalıdır ve bu "elzem olma hali" onun cimriliğinin derecesine bağlıdır. Bir insanın harcamalarını neredeyse sıfıra indirmek için yerine kendini leziz yiyecekler, şık kıyafetler, konforlu bir ev gibi hayatın nimetlerinden mahrum bırakması ender olmasa da istisnai bir durumdur. Ortalama insan, bir kişinin kendini bütün zevklerden mahrum bırakmasına bir anlam veremez. Ama durumun gerçekte bu olmadığını yadsıyamayız, cimri insan en büyük zevki tam da sahiplenme deneyiminde bulur; onun nazarında sahip olmak, güzellik, aşk, tensel ve düşünsel zevklerden daha tatlı bir zevktir. Zengin ve cimri bir insan bazen bu kadar açık olmayan bir tablo sunar. O bir yığın parasını hayır işlerine veya sanata harcayabilir, çünkü bu sosyal itibarının gerektirdiği ve gözde imajının halk katındaki değeri için yaptığı bir harcamadır. Fakat kendisini gereksiz posta masraflarından kurtaracak bir kontrol sistemi kurmak için elinden geleni yapabilir veya işçilerinin bir dakika bile olsa mesai sürecini kaybetmemeleri için hummalı çabalar sarf edebilir. Öyle ki Bennet'in aktardığına göre otomobil imparatorluğunun kurucusu Henry Ford çoraplarını artık onarılamayacak raddeye gelene kadar giyermiş ve kendisinin haberi olmadan karısının mağazadan yeni çorap almasından endişelendiği için çoraplarını arabasında değiştirip eski olanları yola atarmış. Sahip olma arzusu yüksek olan kişilerin çoğunda başkalarını kontrol etme eğilimi vardır. Insanları elinde tutma çabası kaçınılmaz olarak tutkuların en çirkin ve sapkın olanına, yani sadizme yol açar. Sahip olmanın nihai amacı kişinin kendine sahip olmasıdır. "Kendime sahibim" sözünün anlamı bütün varlığımla doluyum, neye sahipsem oyum ve neysem ona sahibim demektir. Bu tip insanın dosdoğru temsilini su katılmamış bir narsistte bulabiliriz. O, sadece kendisiyle meşguldür. Bütün dünyayı kendisine ait bir şeye dönüştürür. Kendisinden başka biriyle ya da bir şeyle ilgilenmez. Sahip olma deneyimine özün de benzeyen başka bir deneyim türü de tüketim deneyimidir. Yine burada da işlevsel tüketim ile işlevsel olmayan tüketimi birbirinden kolayca ayırabiliriz. Eğer bedenim yiyeceğe ihtiyacım olduğunu işaret ettiği için veya yemekten tat aldığım için yiyorsam, benim yeme eylemim incelmiş damak tadım da dahil olmak üzere bütün organizmamın sağlıklı işlemesine hizmet etmesi anlamında işlevsel ve akla uygundur. Ancak eğer oburluktan, depresyondan veya endişeden dolayı aşırı yiyorsam benim bu yeme eylemim akla ters düşer; bana zarar verir, fizyolojik ve ruhsal olarak beni beslemez. Aç gözlülüğe dayanan takıntılı nitelikteki bütün tüketimler için bu geçerlidir. Para tutkusu, uyuşturucu bağımlılığı, günümüz tüketiciliği ve cinsel tüketim bunun örnekleridir. Günümüzde büyük haz veren cinsel tutku gerçekte ihtirasın bir ifadesi ve birbirini yiyip tüketme çabasıdır sadece. Taraflardan birinin ya da ikisinin, karşı cinsi tamamen sahiplenme amacı güttüğü bir çabadır bu. İnsanlar bazen en ateşli cinsel deneyimlerini, "Birbirimize saldırdık" cümlesiyle ifade eder. Gerçekten de saldırırlar, tıpkı birbirlerine saldıran aç kurtlar gibi. Buradaki esas ruh hali, bırakın sevgiyi, sevinç bile olmayıp saldırgan sahiplenmedir. İnsanın kendisini başka insanlarla, yiyecekle veya diğer şeylerle tatmin etmesi, sahiplenme ve mülkiyetin daha arkaik bir biçimidir. Son durumda sahip olduğum nesne üstün bir güç bir kandırmaca veya başka şeylerle benden alınabilir pekâlâ. Benim ona sahip olmam sahiplik unvanımı garantiye alacak bir sosyal koşulu gerekli kılar. Eğer sahip olmak istediğim nesneyi içime alırsam, o bütün müdahalelere karşı güvende olur. Hiç kimse içime attığım şeyi benden alamaz. Bu birinci tip sahiplenme, bebeğin bulduğu şeyi ağzına götürmesinde açıkça görülebilir. Güvenli sahip olmanın ilk yolu budur. Fakat fiziksel nesneler söz konusu olduğunda içine alma yöntemi sınırlanır. Kesin konuşmak gerekirse bu, ancak organizmaya zarar vermeyen ve yenilebilen nesnelerle mümkün olabilir. Yamyamlığın köklerinden biri burada yatıyor olabilir. Özetle, işlevsel olmayan ve dolayısıyla hastalıklı tüketim, sahip olmaya benzer. Her iki deneyim de insanın üretken gelişimini zayıflatır, hatta yok eder, onu canlılıktan mahrum bırakarak bir "şey”e dönüştürür.
·
317 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.