Bir süre duvardaki dev Tennesse haritasının önünde dikilerek
Amerikan çocuklarının neden coğrafyayı sevmediklerini düşündüm.
Çünkü aksi olsaydı, bu eyaleti daha iyi tanıyabilirdim.
Derin bir nefes aldım ve terminalden şehir merkezine çıktım.
Western eşyaları satan ve canlı müzik yapan restoranların
önünden yürümeye başladım. Cadde boyunca park etmiş
otomobiller ve kamyonetler vardı. Plakalarını kontrol ettim,
birçoğu muhtemelen kiralıktı. Ama bazılarının arka koltuklarında
bebek koltukları veya içlerine saçılmış CD’ler vardı.
Yani bu araçların kalıcı sahipleri vardı.
Sonra tamponlara yapıştırılmış çıkartmaları okumaya başladım.
Kimileri bilindik şeylerdi (doğuştan Amerikalı, güneyliyiz biz)
ve bazıları da saçma sapan laflardı.
Ama benim asıl aradığım ipuçlarıydı, tıpkı Virgil’in aradığı gibi.
O aracın sahipleri hakkında bana bir şeyler anlatacak tarzda sözler.
Sonunda bir pikabın arkasında Columbia onur öğrencimizle gurur duyuyoruz!
Yazan bir çıkartma gözüme çarptı. Bu, iki açıdan piyango anlamına geliyordu:
Arkadaki kasada saklanabilirdim ve terminaldeki haritaya göre Columbia,
Hohenwald yolu üstündeydi. Kimseler bakmazken kasaya saklanmak
için ayağımı tampona attım.
“Ne yapıyorsun?”
Caddedeki insanlar bana bakıyor mu diye kontrol etmekle o kadar
meşguldüm ki arkamdan sessizce yaklaşan küçük çocuğu fark etmemiştim.
Yedi yaşında filan olsa gerekti ve ön dişlerinin o kadar çoğu düşmüştü ki
geri kalanlar mezar taşları gibi görünüyorlardı.
Bunca yıllık çocuk bakıcılığı deneyimlerimi düşünerek onun önüne çömeldim. “Saklambaç oynuyorum. Yardım etmek ister misin?”
Başını salladı.
“Harika. Ama bu, sır saklaman gerektiği anlamına geliyor.
Bunu yapabilir misin? Annene ya da babana burada
saklandığımı söyleme, tamam mı?”
Çocuk heyecanla başını yukarı aşağı salladı,
“Sonra sıra bana da gelecek mi?”
“Kesinlikle,” dedim ve kamyonetin kasasına atladım.
“Brian!” diye seslendi bir kadın. Nefes nefeseydi ve arkasında da
somurtan genç bir kız kollarını kavuşturmuştu. “Buraya gel!”
Kasanın metal yüzeyi güneşin kendisi kadar sıcaktı.
Avuçlarımda ve bacaklarımda oluşan yanıkları hissedebiliyordum.
Başımı azıcık kaldırdım ve çocukla göz teması kurup,
işaret parmağımı dudaklarıma götürdüm.
Annesi bize yaklaşıyordu. Kasanın zeminine uzandım ve nefesimi tuttum.
“Şimdi sıra bende,” dedi Brian.
“Kiminle konuşuyorsun?”
“Yeni arkadaşımla
“Yalan söylemekle ilgili ne konuşmuştuk biz,” dedi ve kabinin kapısını açtı.
Brian için üzüldüm. Sadece annesi ona inanmadığı için değil,
saklambaç oynama sırası ona gelmeyeceği için de.
İçeriden birisi hava almak için kamyonetin arka camını araladı.
Brian, ablası ve annesi, umuyorum ki Columbia, Tennessee’ye
doğru ilerlerken içeriden radyonun sesi geliyordu.
Gözlerimi kapadım ve güneş beni pişirirken bir kamyonet kasasında
değil de, plajda olduğumu hayal ettim.
Kulağıma çalınan şarkılar buna benzer kamyonetler ve kamyonlar
kullanmakla ya da altın kalpli kızların gönlünü incitmekle ilgili şeylerdi.
Hepsi bana aynı şarkıymış gibi geliyordu.
Annem geleneksel banjo enstrümanına neredeyse alerji seviyesinde
gıcık olurdu. Ne zaman bir şarkıcı ağzını azıcık yaya yaya şarkı söylemeye
başlasa radyoyu anında kapattığını hatırlıyordum.
Country-western müziğinden böylesine nefret eden bir kadın
onun doğduğu toprakları kendine yuva edinmiş olabilir miydi?
Yoksa bunu bir paravan olarak mı kullanıyordu?
Tanıyan hiç kimsenin aklına onu country-western diyarının kalbinde aramak gelmezdi.
Kamyonetin kasasında uzanmış düşünürken şuna karar vermiştim:
1. Banjo gayet güzel bir enstrümanmış.
2. Belki de insanlar değişir.