Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

456 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
51 günde okudu
KÜÇÜK KARA BALIK*
Sonbahar geldi, dünya kendi etrafında otuz bilemedin otuz beş tur dolandı, mevsim değişti ve Stirner sonunda bitti. Yaşadığı dönemde de sonrasında da ne Anarşizmin içinde ne de dışında sayılmış Stirner. Yine de Egoist Anarşizmin kült kitaplarından biri Biricik ve Mülkiyeti. Okumaya değer mi, evet. En azından ben-merkezciliğin ‘işine geldiği gibi davranmak’ anlamına gelmediğinin farkındalığını yaşarsınız. Felsefeci, öğretmen, yazar, kuramcı bir kişiliğin toplumsal kurumları (din- devlet) mercek altına alışı, tarihsel seyirde bu kurumların inşaası, çoğunluk adına insana karşı konumlanışı, varlığını sürdürme sebebi ve sonuçlarını değerlendirmesi üzerine yazılmış. Teoride bu kurumların ‘insan’ için var olması gerekirken pratikte insanların bu kurumlar adına nasıl harcandığı ayrıntılarıyla ortaya konulmuş. Bir yelpaze gibi rengarenk önümüze açılan ideolojiler ve fraksiyonların nasıl da Tanrı veya onun yeryüzündeki gölgesi kabul edilen Liderin değirmenine su taşıdığı cümlelere kazınmış. Okuması zor ve sıkıcı mı, evet ama sabırlı bir okuyucu, toplumsal statünün aldatıcılığı ve kavramsal cambazlığın farkındalığı ile ödüllendirilecek, bence buna değer. Tabii ki biraz siyasi argümanlara ve tarihsel süreçlere hakimiyet gerektiren spesifik bir konu. Neyse fazla uzatmayalım lakin uzun incelemeler okunmuyor;) Kitabı bitirdiğimde koltuğa yaslanıp derin bir oh çekmek üzereydim ki televizyondan işittiğim bir cümle ile hemen incelemeye başlama kararı aldım. Gezgin bir ablanın anladığım kadarıyla İtalya’yı dolaşırken rehber eşliğinde bilmem ne şehrini tanıttığı bir programdı. İvedilikle inceleme yazma hevesi yaratan şey rehberin ağzından dökülen şu cümleler oldu: “Eskiden insanlar şehirleri kuşatan yüksek kale duvarlarının ardında yaşıyordu. Sadece yoksullar kale duvarlarının dışında korunmasızlardı.” Hımm… Artık kale duvarları olmayabilir ama yoksullar hâlâ var ve görünmeyen kale duvarlarının dışında, korunmasız yaşıyorlar, hâlâ. Bunun nedeni belirtilen sayfada açıklandığı gibi midir acaba; ‘Kimse kendisininkinden daha az mala sahip olmaya razı olmaz, tam tersine, herkes daima daha fazlasını, hatta her şeyi kendine mâletmek ister. (s.390) Benim dünya ile ilişkim buna yönelik mi olmalıdır? Bütün ideolojiler bu soruya ‘hayır’ yanıtını verse de sonuç hiç değişmez, en azından bu güne kadar değişmedi. Neden mi, eskiden beri somut şeyler onların imgelerine, düşünce ve kavramlara dönüştürülerek hayaletleştirilmiştir de ondan. İdealar dünyası Platon’dan bu yana pek bi sevilmiş görünüyor. Kavramlar, ilkeler, fikirlerin “biz” e egemen olmasının yanı sıra, Özgecilik (kendi çıkarını düşünmeme) meşrulaştırılırken insanın dünyaya gelmesinde toplumsal bir amaç olduğu ön kabul sayılmış, “biz” adına. Hal böyle olunca “tek” , aykırı ilan edilerek dışlanmış neredeyse her zaman aralığında. Tanrı adına yapılanlar sonrasında devlet adına işlenir olmuş ta ki amaca giden yolda tüm araçlar mübah sayılana kadar… Bu yoksullar ne zamandan beri var? Birilerinin diğerlerinden daha fazla almayı alışkanlık haline getirdiği zamandan beridir galiba. Yerleşik hayat, ihtiyaçtan fazlasını üretme kabiliyetinin hızla gelişmesi, ticaret, mülkiyet hakkı ve para… Tarihteki en tüccar kavim olan Mısır’la başlayan bu kovalamaca Roma ile zirve yapan İmparatorlukları doğurmuş ve insanı tebaa haline getirerek aidiyeti kökleştirmiş. Feodal düzende kilisenin hükümranlığında Tanrı adına mülkiyet soylularda toplanırken, Sanayi Devrimi ile de ulus devletlerin oluşum süreçleri hızla mülkiyeti devlet himayesi ile burjuvalara aktarmış. Yani tüccar kesim liberalizm adı altında ‘en çok çalışan en fazlasına sahip olur kardeşim, sen de çalış, kazan’ düsturuyla parası olmayanları köleleştirerek parası olana tabî kılmış. Bunun adına da ‘Aydınlanma’ demişler. Devlet de varlığını bu sistem üzerinde güçlendirmiş, sonucunda da sanat, bilim gibi gelişmelerin yanında teknoloji de hız kazanarak insan acımasız bir toplumsal hiyerarşinin parçası haline getirilmiş. Adım adım çoğunluğu yoksullaştıran bu sistemde zenginler devleti var ederek; soyluların doğuştan gelen haklarının karşısına ‘kazanılmış haklar’ kavramını koyarak ebedî savaşın ilk kıvılcımlarını başlatmış. Sanayi devletlerinin yığınları köleleştirmesi ve emek sömürüsü üzerine kurulan sisteme tepki olarak doğan komünizm ve sosyalizm gibi kavramlar, zenginden alıp fakire hakimiyet kazandırma umudu taşısa da günümüze kadar gelinen süreçte mülkiyet ve ekonomik refah kuşaktan kuşağa aktarılarak çok da el değiştirmeden ‘para’ üzerinden evrimleşmiş ve günümüzdeki halini almış. Yani son tahlilde ‘Para her şeyi satın alır.’ Gelenek, din, kültür ve sanat paranın hakimiyetinde şekillenir. İçi boş bir ‘kahramanlaştırma’ politikası ile sıradan doğal bir canlı olan insan, dünyadaki diğer canlılardan soyutlanarak sanki evrenin efendisiymiş gibi bir algı manipülasyonu ile özünden koparılır ve kavramların içine hapsedilir iken Engels’ın ortaya koyduğu ve kankası Marx’ın yeşillendirdiği Diyalektik materyalizm imdada yetişmiş ve sonrası üretim ilişkilerinden doğan toplumsal yabancılaşma… Bu arkadaşlar tarafından maddesel evrim üzerinden bireye dürtülerinden kurtulduğunda kendi doğasında bulunan bir içsel vasıfla ‘üretici’ olarak bakılsa da Komünistler dinî gelişmeler sırasında ve özellikle devlet içerisinde çoktan oluşmuş bir durum olan mülkiyetsizliği, yani feodalizmi sadece kararlılıkla ileriye taşırlar diyen Stirner’e göre, insanın sosyal bir varlık olduğu algısı tamamen ütopik. Lenin’in yazdığını Stalin bozmuş, Mao olayı tamamen yanlış anlamış, Che özgürleştirmeye gittiği Bolivyalı çiftçiler tarafından rejime teslim edilmiş ve öldürülünce efsaneleşmiş, dünyada Komünizm öcüleştirilerek Kim Jong-un’a evrildikten sonra da Che sadece bir tişört baskısı halini almış ve yeşil parkayı giyen kendini solcu sanıyor. Dünya işçilerle dolu evet ama artık bir işçi sınıfı yok! Birbirinin şablonu, klonlanmış gibi, farklı notalarla aynı şarkıyı söyleyen insanlar var. Büyük bir çoğunluğu hâlâ liderlere ve kurtuluşa inanıyor. Umut edilen eşitlik, sosyal refah ve adalet dünyanın son gününe kadar özlenecek ve Tek’lerden fedakârlık beklenecek. Bence buna değmez; çünkü sonlu bir hayatın var. Çünkü başkaları adına kendinden vazgeçtiğinde artık kendin olmuyorsun; kendini neye adadıysan ona feda ettiğin şey dışında bir varlığa dönüşüyorsun. İşte Stirner buna karşı çıkıyor ve herkesin kendini gerçekleştirmek adına yaşamını diğer canlılar gibi tamamlaması ve idealizelerden, kurtuluş vaadeden senaryolardan uzak bir toplumsal yüzey oluşturması gerektiğini söylüyor. “Bir insan dünyaya geldiğinde onun belli bir “görevi” olmadığı gibi bir “alın yazısı” da yoktur, tıpkı bir bitkinin ve hayvanın da dünyada olmasından dolayı belli bir “görevi” olmadığı gibi.”, diyor sayfa (404)’te. Tanrı için sen bir “kul” , devlet için bir “vatandaş” , ailen için “anne, baba, evlat..vb.” olmanın dışında bir şey olmak istersen buna izin verilmez de diyor. Yani; Dairenin içinde kaldığın sürece bir varlık olarak kabul edilirsin ve senin var olduğunu gösteren tek şey vatandaşlık numarandır. Bir vatandaşlık numaran yoksa tüm kurumlar için ‘hiç’ hükmündesin. Hoş geldin tükenmişlik sendromu! Gelir gider tabloları, gayrisafi milli hasılalar, şahlanmalar, uçmalar, seni sistemin içinde tutmak için var. Sana sunulan yemek ölmeyecek kadar. Şükür edip hizmete devam edebilecek kadar gücün olmalı değil mi ya! Mademki kuramlarınız insanı yüceltiyor, neden insanlık bu durumda? Takıntılı ve kaygılı bireyler halinde TikTok’a hapsedilecek cezayı haketmesi için insan neyi yanlış yapmış olabilir? İnsan üretici statüsünden tüketiciye nasıl evrildi? Yanlışa yol açan ilk noktayı bulabilmek için gidebildiğimiz yere kadar tarihte geriye doğru bir tünel açmış Stirner ama kimsenin hoşuna gitmemiş, gitmez! İnsan doğasına hemen itinayla bir kılıf giydirilir ve öteki kötülenir. Arabesk bir kaostan öte köy yok! Onu bunu bilmem; Proudhon ve ‘Mülkiyet Hırsızlıktır!’a gelene kadar, cevapları bulmuş gibi yapmamalıyız, sorular sormalıyız. Küçük bir kara balık gibi; Küçük Kara Balık, içinde yaşadığı su birikintisinde her gün yan yana yüzdüğü arkadaşına heyecanla sorar: “Kimbilir bu suyun ardında ne güzellikler saklıdır, değil mi? Arkadaşı şu karşılığı verir: “Hangi su?” Peki ya sen, içinde yaşadığın suyun farkında mısın? *İranlı Yazar, Ozan, Öğretmen Samed Behrengi’nin şirin mi şirin olduğu için yazıldığı topraklarda hâlâ yasaklı olan hikaye kitabı.
Biricik ve Mülkiyeti
Biricik ve Mülkiyeti
Biricik ve Mülkiyeti
Biricik ve MülkiyetiMax Stirner · Kaos Yayınları · 2013371 okunma
··
951 görüntüleme
Gökhan okurunun profil resmi
1000kitap'da görmeyi umduğumuz türden nitelikli bir inceleme olmuş bence. Teşekkürler paylaştığınız için hocam :)
Özlem Özmen okurunun profil resmi
Aslında konu yazdıkça uzuyor, içinden zor çıktım diyebilirim. Beğendiğinize sevindim, teşekkürler🙏🏼
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.