Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Söylence
D şehri akşamın ilk karanlığı altında herhangi bir günü yaşıyordu. Güneş Antik Yunan zamanında yapıldığı söylenen şehir kalesinin ardına sinerek eğleştikten sonra kaybolmuş, son ışınlarını umarsız bir akşam yorgunluğu yaratırcasına sunuyordu. Yaz, kış şehrin üzerinden eksik olmayan, seyrelmiş sis tabakasına benzeyen buğu yine şehrin üzerine ağmıştı. Dağınık bulut örgüsü içindeymiş hissi veren bu buğulu görüntüye göre akşam karartısında gökyüzünde solarak kavisli çizgiler halinde tepelerin ardında kokusuz ve issiz, biteviye yayılan orman yangının bin yıllardır sürdüğü düşünülebilirdi. Söylenenlere bakılırsa milâttan önce on bininci yıllardan günümüze yerleşim yeri olan D şehrinin ahalisi bu buğulu görüntüye alışkındı. D şehrinde doğarak, büyüyerek; salına salına şehrin içinde dolaşan nehrin kıyılarında gezinerek; yıkılacak gibi duran, metrukluğu anımsatan eski binalarla art arda sıralanmış beton yığını silüeti gibi duran yeni binaların karmaşası arasında; alışveriş merkezlerinde, kafelerde, kıraathanelerde, semt pazarlarında, parklarda, bahçelerde yaşayarak kazanılan buğulu bir davranış şekliydi bu alışkanlık. D şehirliler binlerce yıl önce başlayıp süregelen felaketin bilgisini taşırcasına bu ağırlığın verdiği duyguyla yaşıyorlardı. Bu buğulu yaşantı içinde başlarına gelebilecek büyük felaketleri sıradan bir olayla karşı karşıya kalmışlar gibi umursamazlığa varan metanet duygusuyla karşılayabilirlerdi. Geçen bin yıllar içinde ülkeler değişmiş, halklar değişmiş, D şehri üzerinde yaşayan kültürler değişmiş, diğer bütün insanlardan ve şehirlerden farklı olarak taşıdıkları yükü bilirlercesine şehrin ahalisindeki buğulu ruh hâli veren alışkanlık değişmemişti. Her D şehirli şehrin buğulu yazgısını olumlanmış kişilik özelliği gibi benimsiyor, sürüp giden yıllar boyunca hiç yadırgamadan üzerinde taşıyordu. Bu yazgı halk arasında öylesine belirgindi ki, şehre gelen herhangi bir yabancı D şehirlileri arasından sezgisel bir duyumla daha ilk bakışta seçilebilirdi. Yaşanılan tüm hadiseler bir rivayetin içinden doğarcasına şekilleniyor, zihinlerde öyle yer ediniyordu. Şehre gelen yabancılar ise kulaktan kulağa yayılan fısıltılar gibi zamanla bu rivayetin bir parçası haline geliyor, giderken de geriye bir felaket sonrası yok olmuşçasına rivayete dair üzücü bir hikâye bırakıyorlardı. Yazgısına olduğu gibi boyun eğen D şehri akşamın bu ilk karartısında sır gibi ağan sıra dışı buğu olmasa dünya üzerine kurulmuş yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini yaşayan herhangi bir şehirdi. Bütün özellikleriyle herhangi bir D şehirli olan bay Mağdur Muteber ağır ağır attığı adımlarını yokuş boyu sıralanan ağaçların altına dizilmiş bankların yanına yaklaşınca sürürcesine ağırlaştırdı. Şehir merkezine toplu taşıma araçlarını kullanmadan inip çıkmak onun için egzersiz özelliği taşıyordu. Yürüyerek hem fazla kilo almanın önüne geçiyor hem de kolesterol dengesini koruyordu. Görünüşe bakılırsa ortada olağandışı bir durum yoktu. Nadiren okul çıkışı bekleşen çocuklar; ta kaç sokak öteden buraya gelerek sohbet saatleri düzenleyip bir türlü gitmek bilmeyen, eğleştikçe eğleşen mahallenin ulema kadınları; hasta ziyareti sonrası şehrin görüntüsünü seyretmek için oturanlar; ortalarda kimseler görünmüyordu. Hastane inşaatı sırasında alelusul akasya ağaçlarının arasına bırakılmış, sonrasında belediye tarafından kaderine terkedilmiş banklarda kimsecikler yoktu. Mağdur Muteber neredeyse on senedir, şehri hafif yükseltiden seyretmenin verdiği hoşluk sebebiyle buğunun altında terkedilmiş, yapayalnız görünen bu bankların değişmeyen müdavimiydi. Havalar ve sağlığı müsaade ettiği müddetçe buraya uğramadığı gün neredeyse yok gibiydi. Elindeki küçük poşeti bankın kenarına koyarak yorgun vücudunu bankın üzerine bıraktı. İlaçlarınızı muntazam kullanırsanız birkaç güne kadar bir şeyiniz kalmaz rivayeti doğru çıkmamıştı. Aradan on beş güne yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün ancak evden dışarı çıkabilecek kadar kendini iyi hissedebilmişti. Sağ kürek kemiğinin üzerinden kılıç gibi uzayan ağrı boynuna doğru vuruyordu. Onbeş gün önce başında ve boynunda başlayan ağrılar; bazen sağ yanda, bazen sol yanda; sırtında gezinip duruyordu. Ağrıya faydası olur düşüncesiyle gerinerek sırtını bankın arkalığına iyice yasladı. Gözleri silik çizgiler çizercesine şehrin üzerinde gezinmeye başladı. Söylenenlere göre şehrin iki yakasını oluşturan tepeler çağlar öncesinde bitişikti, şimdi akşamın ilk karanlığındaki şehrin bulunduğu yayvan çanağı andıran boşluk ise göldü. Binaların arasında öbek gibi kalmış ağaçlık alanın arkasında gözüken şehrin hükümet konağını bir gölün içinde düşündü. Bu binanın yapıldığı günleri hayal meyal çocukluğundan hatırlıyordu. Uslu, söz dinleyen, sessiz, sakin çocukluğunun masum hislerini hala duyabiliyordu. Hükümet binası yapılırken kamyonun altında ezilen çocuğun hikayesi annesinin sözlerinden kulağında kalmıştı. İnşaat bitene kadar annesinin tembihi üzerine kendisini de kamyon ezmesin diye aylarca okula giderken yolunu değiştirmek zorunda kalmıştı. Sonraki yıllarda tam yirmi beş sene altı ay bu binanın içinde çalıştı. O yılları düşündüğünde yaşadığı diğer birçok şey silinmiş gibi kendini bir masanın arkasında, şimdi bankın üstünde oturduğu tepeyi seyrederken hatırlıyordu. Önündeki evraklardan kurtulduğu zamanlar veya mesai saati sonlarındaki boşluklarda pencerenin kenarına koyduğu masadan bu ağaçlık alanı seyrederdi. Çocukluğunda piknik yapmak için geldikleri bu mesire tepesine önce hastane yapma kararı aldılar, daha sonra ise belirli bir bölümünü imara açtılar. Kendisi de emekli olur olmaz bu ağaçlık alanı çok sevdiğinden ilk iş olarak imara açılan alana yapılan binalardan bir ev aldı. Ne var ki emekli ikramiyesi ve biriktirdiği para şehir manzarasını gören, ön kısımda yer alan binalardaki dairelerden almasına yetmemişti. İlk günler bu durum canını çok sıkmış, hatta hastalanır gibi olmuşsa da sorunu bu ağaçlık alan ile çözmüştü. Ağaçların arasında duran banklar hayalindeki geniş balkonun görevini görüyordu. Boş bulduğu vakitler buraya geliyor şehri seyrediyor, eski günleri düşünerek zaman geçiriyordu. Çarşıdan dönüşlerde de oturup nefes alıp dinlenebilmek için güzel bir yerdi. Ne var ki bugün dar bir vakte denk gelmişti. Akşam saatleri her zaman için birçok işin bir arada yapıldığı dar vakitlerdi. İnsan, saatlerin insanoğlunun icat ettiği en güvenilmez alet olduğunu ancak böyle zamanlarda anlayabiliyordu. Dar vakitlerde hızlı hızlı çalışıyor, geniş zamanlarda ise bir türlü ilerlemek bilmiyordu. Akrep ve yelkovanın yerini dijital rakamlara bırakması da hiçbir şeyi değiştirmemişti. Memnune Hanım hayatı boyunca defalarca içinde bulunduğu sıradan sohbetlerden birinin içindeydi. Mağdur Bey hastalandıktan sonra ekmek almaya bile yan komşunun çocuğunu göndermiş, kapıdan dışarı adımını atmamıştı. Bu süre ona da en az Mağdur Bey kadar zor gelmişti. Sık sık başı ağrıyordu, bacaklarına nereden geldiği belli olmayan ağrılar giriyordu. Kendisi daha önce hiç bu kadar ağırlaşmamış, yatağa düşmemişti. Mağdur Bey’i de ilk kez böyle kötü görünce bir an olsun yalnız bırakmadı, canı kapı önüne dahi çıkmak istemedi. Gözleri hep telefon gelir düşüncesiyle çantasında kalmıştı. İyice sıkılmış kundağın içinde yüzü avuç içi kadardı. Bir felaketin içine doğmuşçasına solgun bir yumağa benziyordu. Ucundan epeyce örülmüş gözleri yumuk yumuk eksilmiş bir yumak. Aynı renkli yumağın dokunulmamışı ile konuşuyorlardı. Bebek annesine çok benziyordu. Gözleri bir annesine bir bebeğe kayıyordu. Annenin de solgun küçücük yüzü vardı. Mavi gözleri göz kapaklarını taşıyamayacak kadar yorgun görünüyordu. Geldiğinden beri uyuyordu, gözlerini hiç açmamıştı. Daha fazla dayanamayıp küçük yumağı kucağına aldı. Zorla uyandırıp yanaklarından öptü. Pembeleşen yumak sisli mavimsi gözleriyle hıçkırarak ağlamaya başladı. Pış pışlayarak tekrar uyutmayı denese de bunu başaramadı. Annesine teslim ederek hırkasını istedi. Akşam olmuştu, Mağdur Bey eve gelmek üzere olmalıydı. Birkaç güne kadar tekrar ziyaret sözü vererek ev sahipleriyle vedalaştı. Aralığın başına kadar hızlı adımlarla yürüdü. Pencerelerde ışık görünmüyordu. Biraz daha ilerledi, ağaçların arasındaki bankta Mağdur Bey’in karartısını gördü. Memnune ve Mağdur Muteber akasya ağaçlarının arasında sisli karanlığa teslim olmuş D şehrini seyrediyorlardı. İkisi de herhangi bir D şehirliydi. Ufuktaki silik kızıllık giderek sönüyor, yeni parlamaya başlamış ışıklar yazgısına boyun eğer gibi dağılıyordu. Şimdi büyük bir gürültüyle şehri yerle bir edecek bir deprem olsa, veya şehrin üzerinden ağaçları bile kökünden sökebilecek bir kasırga geçse, bir su baskını bütün şehri yutsa sanki bu görüntü hiç değişmeyecekti. D şehirliler bunu da rivayet hâline dönüştürüp sonsuz sükûnet ve metanetle karşılayacaktı. Akasya ağaçlarının hışırtısı şehrin gürültüsüyle beraber uğulduyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir yabancı Memnune ve Mağdur Muteber’in oturduğu ağaçlık alana doğru yaklaştı. Şehre doğru baktı, gördüğü manzaradan kahırlanmıştı. İçine ağır bir hüzün çöktü. Dağıtmak istercesine yerdeki teneke kutuya tekme savurup, felaketin üzerine yürür gibi şehre doğru yürümeye başladı. İşte D şehrine ne olduysa bundan sonra oldu… 2013
··
577 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.