Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Birden durdu. Salonun öbür ucunda, giriş kapısının oradaki ışığın altında, uzun boylu, küstah tavırlı bir adamın, içeri girmeden önce bir an durakladığını görüyordu. Bu adamla hiç karşı karşıya gelmemişti, ama gazete sayfalarının tüm kötü şöhrete sahip çehreleri arasında en nefret ettiği yüz buydu. Francisco d’Anconia gelmişti. Rearden aslında Bertram Scudder gibi adamları düşünmeye vakit ayırmazdı. Ama hayatının her saatini, kaslarının ya da zihninin zor çabalardan acı duymaya başladığı her gururlu saniyesini, Minnesota Madenlerinden yükselip çabalarını altına çevirme yolunda attığı her adımı, paraya ve paranın anlamına duyduğu o büyük saygının her zerresini düşündüğünde, miras olarak devraldığı büyük armağanı hak etmesini bilmeyen serseriye duyduğu tiksinti de bir dayanak kazanıyordu. İşte, insan ırkının en tiksinti verici örneği orada duruyor, diye düşündü. Francisco d'Anconia'nın içeri girip eğilerek Lillian’ı selamlayışını, sonra kalabalığa karışışını gördü. Daha önce hiç girmediği bu salonun sahibiymiş gibi bir havası vardı. Başlar dönüyor, yüzler ona çevriliyordu. Sanki yürürken o başlar ve bakışlar iplik bağlarla çekiyormuş gibiydi. Rearden bir kere daha Lillian’a yaklaştı, hiç öfkelenmeden, nefretini sesine alaycı bir tonla yansıtarak, “Bunu da tanıdığını bilmiyordum,” dedi. “Birkaç partide karşılaşmıştım ” “O da mı arkadaşlarından biri?” “Ne münasebet!” Sesinden gerçekten gücenmiş olduğu anlaşılıyordu. “O hâlde neden davet ettin onu?” “Çünkü o bu ülkedeyken onu çağırmadan parti verirsen, o parti önemli bir parti olmaz. Gelirse tatsız oluyor tabiî. Gelmezse, o zaman da ev sahibesine sosyal bir kara leke bulaşıyor.” Rearden güldü. Lillian gafil avlanmıştı. Genelde böyle şeyleri asla kabullenmezdi. “Bak,” dedi Rearden yorgun bir sesle. “Partini bozmak istemem, ama o adamı benden uzak tut. Sakın getirip tanıştırmaya falan kalkışma. Onunla tanışmak istemiyorum. Bunu nasıl becereceksin, bilemem, ama usta bir ev sahibesi olduğuna göre bir çaresini bul.” Dagny, Francisco’nun yaklaştığını görünce olduğu yerde hareketsiz kaldı. Francisco eğilerek onu selamladı, yanında durmadan geçti. Ama Dagny onun o ânı zihninde durdurmuş olduğunu biliyordu. Belli belirsiz gülümsediğini de görmüştü. Anladığını, ama kabullenmek istemediğini bilerek vurgularcasına. Dagny başka tarafa döndü. Akşam boyunca onunla bir daha karşılaşmayacağını umuyordu. Balph Eubank, Dr. Pritchett’in çevresindeki gruba katılmıştı. Suratını asmış, konuşuyordu. “Yo, insanların yüksek felsefe düzeylerini anlamalarını bekleyemezsin. Dolar peşinde koşanların elinden kültür denilen şeyi alıp kurtarmak gerek. Edebiyat konusunda ulusal bir sübvansiyon gerekiyor bize. Ressamlara satıcı muamelesi edilmesi, eserlerin sabun gibi satılması da çok utanç verici bir şey.” Francisco d’Anconia, “Yani sabun gibi satılmayışından mı şikâyet ediyorsunuz?” diye sordu. Onun yaklaştığını görmemişlerdi. Sohbet birden kesildi. Sanki bıçakla kesilmişti. Gruptakilerin çoğu onunla hiç tanışmamışlardı, ama hepsi de onu hemen tanıdılar. Balph Eubank öfkeyle, “Benim demek istediğim...” dedi, ama sonra ağzını kapadı. Dinleyicilerinin yüzündeki hevesli ilgiyi görüyordu ama artık bu ilgi felsefeye yönelik değildi. Francisco, Dr. Pritchett’i eğilerek selamladı. “Aa, merhaba, Profesör,” dedi. Dr. Pritchett selamı alırken ve ardından birkaç kişiyi onunla tanıştırırken sesinden bu durumdan hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Gruptaki evli kadın, “Çok ilginç bir konuyu tartışıyorduk,” dedi. “Dr. Pritchett bize, hiçbir şeyin hiçbir şey olmadığını söylüyordu.” Francisco çok ciddi bir ifadeyle, “Bu konuda herkesten çok şey bildiğine hiç kuşku yok,” dedi. Kadın, “Dr. Pritchett’i bu kadar iyi tanıdığınızı tahmin etmezdim, Sinyor d’Anconia,” dedi, profesörün bu söz karşısında neden bozulduğunu ise hiç anlayamadı. “Dr. Pritchett’in ders verdiği Patrick Henry Üniversitesi’nin mezunlar derneğindenim. Ama benim öğretmenim, ondan öncekilerden Hugh Akston’dı.” Genç bir kadın şaşkınlıkla, “Hugh Akston mı!” diye patladı. “Ama buna olanak yok, Sinyor d’Anconia! Yaşınız elvermez. Ben onu...geçen yüzyılın önemli isimlerinden sanıyordum.” “Belki manen öyle, hanımefendi. Ama gerçek anlamda öyle değil.” “Ama onu yıllar önce öldü sanıyordum.” “Yo, hayır. Kendisi hâlâ sağ.” “O hâlde neden artık adını hiç duymuyoruz?” “Dokuz yıl önce emekli oldu.” “Ne garip, değil mi? Politikacılar ya da film yıldızları emekli olunca gazetelerin baş sayfalarında okuyoruz. Ama bir filozof emekli olunca insanlar duymuyor bile.” “Sonunda duyuyor.” Bir genç adam şaşkınlıkla, “Ben Hugh Akston’ı, artık kimsenin okumadığı şu klasiklerden sanıyordum,” dedi. “Hani yalnızca felsefe tarihi okurken sırası gelenlerden. Geçenlerde bir makale okuyordum, ondan mantığın son büyük savunucularından biri diye söz ediyordu.” Ev kadını, “Ne dersi verirdi Hugh Akston?” diye sordu. Francisco, “Bir şey olan her şeyi öğretirdi,” diye cevapladı. Dr. Pritchett kupkuru bir sesle, “Öğretmeninize bağlılığınız çok güzel bir şey, Sinyor d’Anconia diye söze karıştı. “Sizin de öğrettiği şeylerin pratikteki bir sonucu olduğunuzu varsayabilir miyiz?” “Öyleyim.” James Taggart gruba yaklaşmış, fark edilmeyi bekliyordu. “Merhaba, Francisco.” “İyi akşamlar, James.” “Seni burada görmek ne güzel bir rastlantı! Seninle görüşmeyi çok istiyordum.” “Bu da bir yenilik işte. Genellikle, pek istemezsin.” “Yine şaka ediyorsun. Eski günlerdeki gibi.” Taggart yavaşça gruptan çekiliyor, Francisco'yu da yanına çekebileceğini umuyordu. “Çok iyi biliyorsun ki, bu salonda seninle konuşmak istemeyecek tek kişi bile yoktur.” “Sahi mi? Oysa ben tersi doğrudur diye düşünme eğilimindeyim.” Francisco gerçekten de onu biraz izlemiş, ama konuşulanları diğerlerinin de duyabileceği bir uzaklıkta durmuştu. “Seninle temas edebilmek için her çareye başvurdum,” dedi Taggart. “Ama...ama koşullar başarıya ulaşmamı engelledi.” “Sana randevu vermediğimi benden mi saklamaya çalışıyorsun?” “Şey...yani...neden kabul etmedin beni?” “Benimle ne konuşmak isteyebileceğini düşünemedim.” “San Sebastian Madenleri’ni, tabiî!” Taggart’ın sesi biraz yükselmişti. “Ne olmuş ona?” “Ama...Bak, Francisco, bu iş ciddi. Bu bir rezalet, eşi görülmemiş bir rezalet...kimse de bir anlam veremiyor. Ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bu olayı hiç mi hiç anlamıyorum. Bilmeye hakkım var.” “Hakkın mı var? Biraz demode konuşmuyor musun, James? Ama...nedir bilmek istediğin?” “Bir kere, şu kamulaştırma olayı...ne yapacaksın o konuda?” “Hiçbir şey.” “Hiçbir şey mi?!” “Ama herhalde bir şey yapmamı sen de istemezsin. Benim madenlerime de, senin demiryoluna da, halkın iradesi sonucu el kondu. Halkın iradesine karşı çıkmamı istemezsin, değil mi?” “Francisco, bu olay hiç komik değil!” “Bence de.” “Bana bir açıklama borçlusun! Hissedarlarına bu iğrenç olayı anlatmak zorundasın! Neden değersiz bir madeni seçtin? Onca milyonu neden ziyan ettin? Bu ne tür bir ahlâksız soygundu?” Francisco ona terbiyeli bir şaşkınlıkla bakıyordu. “Ama James,” dedi. “Ben senin olayı onaylayacağını sanıyordum.” “Onaylamak mı?!” “San Sebastian Madenleri’ni, en yüksek ahlâkî ideallerden birinin gerçekleşmesi olarak göreceğini sanıyordum. Geçmişte ne kadar sık görüş ayrılığına düştüğümüzü hatırlayınca, senin ilkelerine göre davrandığımı gördüğün zaman sevinirsin sanmıştım.” “Neden söz ediyorsun?” Francisco başını üzgün üzgün iki yana salladı. “Benim davranışımı neden ahlâksız bulduğunu anlayamıyorum. Bu davranışımı, tüm dünyanın tavsiye edip durduğu şeyi uygulama yolunda dürüst bir çaba olarak algılarsın sanmıştım hâlbuki, Herkes bencilliğin kötü bir şey olduğunu söylemiyor mu? Ben de San Sebastian projesinde tümüyle bencillikten uzak bir davranış benimsedim. İnsanın kendi çıkarlarının peşinde koşması kötü değil mi? Benim o olayda hiçbir kişisel çıkarım yoktu. Kâr peşinde koşmak kötü değil mi? Ben kâr peşinde koşmadım...zararı göze aldım. Herkes durmadan, bir sanayi kuruluşunu haklı gösteren amaç, üretim değil, elemanlarını yaşatmaktır deyip durmuyor mu? San Sebastian Madenleri bu durumda sanayi tarihinin en başarılı girişimi sayılır. Hiç bakır üretmediler, ama oradan bir günde iş yapmadan kazandıklarını ömürleri boyunca çalışmakla kazanamayacak binlerce insanı beslediler. İş sahibinin bir parazit, bir sömürücü olduğu konusunda hemen herkes görüş birliği içinde değil mi? İşi işçilerin yaptığını, üretimi onların mümkün kıldığını söyleyip durmuyorlar mı? Ben hiç kimseyi sömürmedim. San Sebastian Madenleri’ni kendi gereksiz varlığımla rahatsız etmedim. Orayı esas önemli insanların eline bıraktım. O mülkün değeri konusunda yargılarda bulunmadım. Bir madencilik uzmanına değerlendirttim. Çok iyi bir uzman sayılmazdı, ama o işe çok ihtiyacı vardı. İşe adam alırken önemli olan ihtiyaçtır, adamın yeteneği değildir demiyorlar mı? Bir şeyi elde etmek için tek yapman gereken, ona ihtiyaç duymandır, demiyorlar mı? Ben çağımızın tüm ahlâk ilkelerini uyguladım. Bir takdir, bir minnet, bir onurlandırma bekliyordum. Neden bana lânetler yağdırıldığını hiç anlayamıyorum.” Kulak kabartanların sessizliği içinde tek duyulabilen, Betty Pope’dan bir anda yükselen kıkırdama sesi oldu. Hiçbir şey anlamış değildi, ama James Taggart’ın yüzündeki o çaresizlik dolu öfkeyi görmüştü. Herkes Taggart’a bakıyor, bir cevap vermesini bekliyordu. Konu onları pek ilgilendirmiyordu. Yalnızca birinin utanmasını seyretmek eğlendiriyordu onları. Taggart üstten bakan bir gülümseme ifadesi takınmayı başardı. “Bunları ciddiye almamı bekliyor olamazsın,” dedi. Francisco cevap verdi. “Bir zamanlar bunu hiç kimsenin ciddiye alamayacağına inanmıştım. Yanılmışım.” “Saçmalık bu!” Taggart’ın sesi yükselmeye başlıyordu. “Kamusal sorumluluklarını böyle düşüncesiz bir tutumla silkelemen kabul edilemez!” Hızla uzaklaşmak üzere döndü. Francisco omuz silkti, ellerini iki yana açtı. “Görüyorsun ya, benimle konuşmak istemeyeceğini düşünmekte haklıymışım” dedi.
·
277 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.