Gönderi

Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz. Bir doğum sancısından ölen analar gibi İmparatorluk çökerken, doğan çocuk yaşadı ve ölü ananın memelerinden süt emerek gelişti. İstanbul, papaskarası bulutlarla kapalıyken, Anadolu’da, Doğu ufuklarında büyüyen bir fecir beyazlığı halinde Millî Kurtuluş başladı. Kulaklarını bütün bütün en beklenmedik yerlere bile tutup gaipleri kollayan şair, bu hareket üzerine, bütün karamsarlıkları atıp, «ey örtülere bürünmüş olan! Kalk» âyetinin Peygamberden başlayarak kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere seslenişini, bu sesin çınlayışını duyarak ve mizacının bütün ateşlilik, iyimserlik ve umutlarını bir silkinişte ayağa kaldırarak Anadolu’ya koşar. Harp öncesi yıllarda, selâtin camilerinde, Fatih ve Süleymaniye kürsülerinde, fikrin ve gerçeğin meşalesini tutuşturan Şair-Vaiz, Kastamonu’da, Sebilürreşat idarehanesinden başlıyarak, cami cami, köy köy, çeşme çeşme, yol yol, yürek yürek, Ankara Millet Meclisi’ne kadar bütün Anadolu’yu ruhça geliştiriyordu. İzmir’den girip bütün Ege’yi, Anadolu’nun içlerine kadar, mukaddesatını çiğneye çiğneye, Devletin sembolü Osman ve Orhan Beylerin türbelerine iğrenç ayaklarını değdirecek kadar alçala alçala ilerleyen, İngiliz uşağı Yunanın karşısında, inançtan, Allah’a bağlılıktan ve ötelere inanmaktan başka varlığı olmayan, bu asırdaki, ötelerin adamlarından bir Ruh Kalesi, bir İnanç Cephesi kuruyordu Akif ve arkadaşları. Artık onlar için günlük hayat yoktu. Şahsın geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği önemsizdi. Son Ümmet Kütlesinin bir parçasıydılar ve onunla birlikte vardılar. Ve o yok olacaksa onlar da yok olacaktılar. Sırat-ı Müstakim, düşünce dergisiydi ve fikirde en doğru olanı, «doğru yol»u gösteriyordu; Sebilürreşat ise, Allah uğrunda can verenlerin, kanlarını sebil edenlerin dili ve destanıydı. «Bülbül» ve «İstiklâl Marşı» bu ölüm kalım günlerinin, Safahata kattığı destan parçalarıdır. Ve o günün bir daha yaşanmaz macerasının kelâm anıtları... Yeni Devlet, kendini kurmaya ve derleyip toplamaya başlarken Akif, Ankara’da Tacettin Dergâhı’na yerleşmiş, bir yandan İstiklâl Savaşı’nın ruhunun devamı için çalışıyor, bir yandan yeni kurulan devletin, İstiklâl Savaşı’ndaki İslâmcı ve ruhçu karakterini koruması için çalışanların arasında yer alıyordu. Dergâh, bütün bu çalışmaların karargâhıydı. Sonra yavaş yavaş ortalık duruldu. Savaş kazanıldı ve Anadolu kurtarıldı. Savaş başlayıncaya kadar ortalığı sesleriyle dolduran batıcılar olduğu halde, savaş içinde, Ateş hattında hep İslamcılar konuştu; tek aksiyon onlarındı. Ama savaş bitince yani devletin alacağı biçim ve yeni Türk toplumuna verilecek şekil söz konusu olunca, yine ortaya dökülen ve liderleri çevreleyen batıcılar oldu ve devrimlere karakterini onlar verdi. Arka arkaya devrimler yapılır ve Türkiye batıllaştırılırken Akif’in bu tutuma prensip olarak katılmadığı ve hayal sukutuna uğradığı bir gerçektir. O savaşın ruhanî havası, semavî imkân ve fırsatları çarçabuk kayboluyor ve batıcıların öteden beri işlediği düşünce yapısından mıdır, yetiştirdikleri kadronun köşebaşlarını tutmuş olmalarından mıdır, Osmanlıların son yüzyıllarda hep Batı karşısında gösterdikleri yenilginin doğurduğu aşağılık duygusundan mıdır, yoksa daha çok savaş boyu çekilen maddî sıkıntılar ve teknik eksikliklerin bir an önce tamamlanması için duyulan isteğin aşırılığa götürülmesinden midir, yoksa, en çok, var veya yok olmanın ruhta açtığı travmatik tesirle, Batı’nın, ancak kendinin istediği biçime giren bir toplumu yaşatacağı, aksi takdirde, bugün olmazsa bile yarın mutlaka yeryüzünden silineceği korkusundan ve bunun karşı mefhumu kayıtsız şartsız batı sevgisi ve hayranlığından mıdır, yoksa en doğrusu, nefretle hayranlığın iç içe geliştiği, birinin hemen öbürüne çevrilebileceği bir «medeniyet karasevdası» şeklinde zuhur eden ruh karmaşası ve kamaşmasından mıdır nedir, —bu nokta sosyolog ve tarihçilerin tetkikine değer—, bir batı romantizmi alıp yürüdü ve devrimlere silinmez damgasını vurdu. Doğu ve İslâm kültür ve ruhu ihmal edildi ve hattâ bütün kuruluşlar onun iptali yönünde işletilir oldu. Bütün bu değişmeler ve kökten farklılaşmalar karşısında Akif, kendisinin yapacağı bir şey kalmadığını seziyordu. Ruhunu büyük bir hüzün kaplamıştı. Bütün Müslümanların birleşmesi bir yaz rüyası gibi kaçıp gitmişti. Ateş içinden kendi eliyle alıp çekicin altına sürdüğü kızgın demir başka bir şekil alıyordu. Doğan çocuk anasını tanımıyorsa, başını alıp bilinmeyen bir yöne savuşmasından başka bir şeyi kalmamıştı ananın. Her şey yabancılaşmıştı. Yeni, fakat kendine yabancı bir kuşak, bir yapı yükseliyordu. Akif’in —ki O, cemiyetin müesseselerinin baştan sona yenilenmesi gerektiğini hayatı boyunca savunmuştu— devrimin mücerret, yeniliğine ve bir bir alınınca müesseselerin değişip yeni baştan düzenlenmesine karşı olmaması gerekti, devrimlerde beğenmediği neydi? Devrimlerin nesine karşıydı Akif? Şüphe yok ki, Akif, devrimlerin parça parça gerçekleştirdiklerinden çok, esprisine, diyalektiğine karşıydı. Devrimler, Türk halkının geçmişe olan bütün bağlarını koparıyor gibi bir etki yapıyordu, bir intiba bırakıyordu. Bütün bir ömür boyu çağırdığı birlik türküsüne, İslâm birliği idealine aykırı gibi geliyordu Akif’e. İslâm dünyasıyla olan bütün bağları koparıyor; tarih dışı bir toplum haline geliyorduk, O’na göre nerdeyse. Toplumumuzun tâbi tutulduğu kültür değişimi, O’na çok karanlık, çok aykırı, çok absürd görünüyordu. Batı kültürüne girdiğimizi söylüyorduk. Ama benlik yitirilmeden bu mümkün müydü? İşte hayat savaşının son döneminde Akif’i sarsan sonbahar düşünceleri bunlardı. Bu neden böyle olmuştu? Artık mücadeleyi bırakmış bunu düşünüyordu. imparatorluğun en krizli günleriyle dolu zamanlarında pek bir köşeye çekilip düşünmeye imkân bulamamış, hep cephe hayatı yaşamıştı düşüncede de. Düşünce akışı, birbirini takip eden zincirleme bir kararlar serisi halindeydi. Ama şimdi sadece düşünüyordu. Meselenin kökü derinlerde olacaktı. Felsefî perspektiflerde. Kafasını o devirlere daldırıyor, uçsuz bir karanlıkla karşılaşıyordu. Bir cevap, bir ışık göremeyince huzuru kaçıyor, umutsuzluğun, karanlığın içinde bunalıyordu. Söylenecek bir şey yoktu, yazmanın önemi, kalmamıştı. Batıcılar, tam bir hareket ve zafer sarhoşluğu içinde, boyuna yeni teklifler, yeni biçim verişlerle çıkıyorlardı ortaya. Bir sığınak arıyordu Akif’in ruhu. İşte bu dönemindeki bir hareket tarzının ve ruh tezahürünün izahı ancak bu olabilirdi; Mısır’a gitti ve yıllarca dönmedi. Tek avunuşu tasavvufa sığınmakta, ehramlara, Firavun heykellerine, sfenkslere bakıp hayatın faniliğini idrak ve varlığın esrarını aramakta buluyordu. Mısır, o vakitler, ikinci ümit verici İslâm ülkesi olarak tek hizmet yeri olarak gözüküyordu O’na. Hayatının sonuna kadar hizmetten geri kalmamayı bir yaşama şiarı yapan Şair, orada az çok çalışmalarını yapıyor, kendisine kalan yalnızlık saatlerinde ise, esas konukları geçmiş büyük sarayların bir salonuna geçerek, düşünceleri sesler gibi vücutlu varlıklar haline getirip yankılatarak olup bitenlerin hakikatini düşünüyordu. Hayat arkadaşından, çocuklarından, arkadaşlarından, Fatih semtinden, muhteşem Camilerden, Ana Yurttan uzakta, yalnızlığın içine kıvrılarak, bu hayat kışının arefesinde, İslâm Ülkelerinin içine düştüğü felâketi, parçalanmayı, batı kopyacılığına sarılmalarını, birbirlerini unutmalarını, halkın düştüğü sefaleti, ezilenleri, fikir ve ruhtan kopmuş aydın ve etkin kadroyu, kimi İslâm memleketinin resmen ve maddeten, kiminin de kültür yoluyla sömürgeleşmesini düşünüyor, bir çıkar yol arıyor; fakat ruhunu ölüm gibi bir gölge kaplıyor. Safahat’ın «gölgeler» bölümünü yazarken, kâh Secde, Leylâ gibi şiirlerle, bir coşmada erimek ve düşünmekten kurtulmak istiyor, kâh hâlâ tek ümidinin olduğu Türkiye’yi uyarmak için Kur’an tercümesini yapmaya kalkıyor, fakat ümidi çok defa öyle kırıktır ki, o tercümenin de yanlış ve kötü niyetlerle kullanılacağı korkusuna kapılıyor, onu yakıyor veya bir hazineyi gömercesine saklatıyor; görünüşte bir ihtişam içinde, aslındaysa, altından toprağı çekilip alınmış koca bir çınar gibi, gün gün soluyor, eriyor ve sönüyor. Altı yıl Mısır’da kaldıktan, sonra, bu dünyada vazifesini tamamladığını bir sezgiyle anlarmışçasına yurda dönüyor, yatağa düşüyor ve altı ay geçmeden, 1936 yılında, Aralık ayının 27’sinde, 63 yaşında vefat ediyor ve sessiz halkın takip ettiği ve bağrına bastığı büyük insan, omuzlar üstünde bir fikir, ideal, ahlâk ve din sancağı gibi, Edirnekapı şehitliğine götürülüyor. Unutulmuş gibi oluyor. Fakat yıllar sonra, İkinci Cihan Savaşı içinde azıtan kızıl düşünceliler, atmak gerekince yine O’na atıyorlar ve Üniversiteli gençten gereken cevabı alıyorlar. Akif bir kere daha sembolleşiyor ve Akif sevgisi, kara suratlara bir kere daha şamar gibi iniyor. Sonra yine unutulmuş gibi geliyor bize. Fakat, günümüzde Sağ Düşünce kurulurken yine bir sembol arayınca Akif’i alıyor, örnek olarak Akif’i görüyor ve çıkan her makale, hemen hemen Akif'in bir beytini olsun içine almadan çıkmıyor. Sık sık, Akif’in şiiriyle başlayıp, şiiriyle devam eden ve şiiriyle biten yazılara rastlıyoruz. Demek ki, Akif, Milletin malı olmuş, Millet Ruhuna kök salmıştır. Akif’in ruhu dirilmiş ve genç nesle sinmiştir, görüyoruz ve Akif, toprağa verilirken henüz duvarlara tutuna tutuna gezen çocuklar olan bizler bugün, bu yeni Akif’ler ordusu içinde O’na sesleniyor ve diyoruz ki: «Boşuna yaşamadın, boşuna savaşmadın ve boşuna ölmedin.»
·
271 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.