Gönderi

Nihal Atsız'ın himayesi...
...Kitaplarımdan uzak kalmıştım. Yüzde seksen bildiklerimi unutmuştum. Üniversiteye gittim. Biyoloji hocalarının üçü de Almandı. Prof Veysig; zooloji, Haylbron ve Brauner ise botanik profesörleriydi. Bana hazırlanmam için bir ay vakit verdiler. Şimdi branşım ile ilgili kitapları bulmam ve almam gerekiyordu. Fakat kitapları alacak param yoktu. Meşhur Türkçü Nihal Atsız'a uğradım. Vaziyeti anlattım. Kimse bize yardım etmiyor ve yüzümüze bile bakmıyor, dedim. Hatta bizi Türk olarak bile kabul etmiyorlar, dedim. Bundan dolayıdır ki, o günlerde meşhur ve talihsiz Türkçü, Nihal Atsız merhum beni İstanbul Vali ve Belediye Başkanı rahmetli Fahrettin Kerim Gökay'a göndererek fakülte de vereceğim imtihan sonuna kadar bir yerde görevlendirilmemi istedi. Uğradığım rahmetli vali, huzurunda bulunan ve İstanbul Elektrik İdaresi Müdürü olan zata, beni geçici olarak vazifeye almasını söylemişti. Valinin emri altında bulunan zat ise çok efendice yarın gelsin vazifeye başlasın demişti. Fakat ertesi gün makamına uğradığımda sanki dün valinin yanındaki şahıs gitmişte, yerine bizlere nefret duyan birisi gelmiş gibi ekşi bir çehre ile: "- Size verecek bir vazifemiz yok," diyerek somurttu ve yüzünü başka tarafa çevirdi. Dün vali beye başka türlü konuşmuştunuz dediğimde ise, "Vali beye istediğinizi söyleyebilirsiniz,” diyerek başka bir odaya geçti. .... Ankara Garı'na sabah saat yedide varmıştım. Hemen elimdeki çantayla birlikte tuvalete girdim, çeşmenin önünde soğuk su ile tıraşımı yaptım. Kendime çeki düzen vererek saat dokuzda Milli Eğitim Bakanlığı'na gittim ve Orta Öğretim Müdürü'ne uğrayarak üniversiteden aldığım diploma karşılığı yazıyı bir dilekçe ile birlikte Umum Müdüre verdim. Müdür önce diplomama baktı sonra dilekçemi okudu ve benim Azerbaycan göçmeni olduğumu anladı. Diploma ile birlikte dilekçemi bana geri verdi ve "Biz bizim fakültelerden mezun olanlara bile vazife veremiyoruz, size nereden vazife verebilirim" dedi. İçinden muhakkak diğerleri gibi benim komünist olacağımdan şüphelendi ve beni böyle karşıladı dedim. Halbuki Bakanlığa uğramadan şöyle düşünmüştüm; muhakkak benim felaketzede olduğum müdürü acındıracak ve beni sefaletten kurtarmak ve Türkiye'nin bizlere hami olduğunu göstererek tayinimi yapacak. Müdürün bana karşı tutumu ve söyledikleri ben de büyük hayal kırıklığı meydana getirdi. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Yine aklıma cennet mekan Nihal Atsız geldi. Nihal Atsız, devrinin milli duygusunu savunan milliyetçilerin en meşhuruydu. 1944 senesinde İsmet Paşa Atatürk'ün devletin temeline koyduğu Türkçülüğü, ırkçılık diye suçlamış ve Nihal Atsız başta olmakla bütün Türkçüleri tutuklatarak suçlu sandalyesine oturtmuş ve cezalandırmıştı. Türkçüler beraat ettikten sonra ise profesöründen tutun da her meslekten olan Türkçülere hakları olan vazifeleri verdirtmemişti. Türk edebiyatından Doktora yapmış olan Nihal Atsız'a da branşında vazife vermemişler, Süleymaniye Kütüphanesinde memur olarak görevlendirmişlerdi. Kütüphaneye uğradım, kendisine vaziyeti anlatarak yardımını rica ettim. 1950 senesiydi, İsmet Paşa'nın Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybetmiş ve iktidara Demokrat Parti gelmişti. Başbakanlık makamında Adnan Menderes, Cumhurbaşkanlığında Celal Bayar, Milli Eğitim Bakanı ise milli duygusu kuvvetli olduğu söylenen Tevfik İleri bulunuyordu. Nihal bey bana şunu söyledi: - Milli Eğitim Bakanı benim çok eski dostum ve arkadaşımdır. Biz İsmet Paşa tarafından suçlu sandalyesine oturtulduğumuz zaman korkarak benimle olan arkadaşlığını kesti ve altı seneden beri görüşmüyoruz. Fakat, Özel Kalem Müdürü Cahit Okurer benim eski öğrencimdir ve bana hala saygılıdır. Dur ona bir mektup yazayım sana yardım etsin. Ve hemen kütüphanede bir masaya oturarak gereken mektubu yazdı. Mektubu alarak hemen aynı günün akşamı yine İskan Müdürlüğü'nden aldığım yazıyla üçüncü mevki trenle Ankara'ya hareket ettim ve hiç dinlenmeden Bakanlığa uğradım. Kapıcılardan Cahit Okurer'in odasını sordum gösterdiler. Cahit Okurer'in odasına girdim selam verdim, konuşmamdan Azerbaycanlı olduğumu anladı. "Gelen göçmenlerden misiniz" diye sordu. Evet dedim. Ne istiyorsunuz diye sordu. Kendisine mektup getirdiğimi söyleyerek mektubu uzattım. Mektubu almam dedi, çeyrek saat ben rica ettim. Fakat mektubu almam deyip durdu. Bir ara mektubu Zeki Velidi'den mi getirdin diye sordu. Hayır dedim. Yine almadı. Zeki Velidi, Başkurt Türklerinden meşhur bir tarih profesörü idi: 1944 senesinde milliyetçidir, diye İsmet Paşa onu da tutuk evlerinde süründürmüştü. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bir yörük gibi konuşmam gerekiyordu. Nitekim ben de öyle yapmak mecburiyetinde kaldım ve isyan edercesine şunları söyledim: - Biz Rus çizmesinden kurtarıcı bilerek Türkiye'ye geldik. Dilimizi, dinimizi kaybetmek istemedik. İstesek Avrupa'da kalır ve evlenir, Türkiye'de ulaşamayacağımız bir refaha çok çabuk ulaşırdık. Biz bunları iterek Türkiye'deki en düşük hayat şartını bile kabul ettik. Fakat hayallerimizde ilah gibi taptığımız sizleri, bizleri Ermeni ve Ruslardan koruyan, kurtaran 1918-1920 yıllarındaki Türklerin duygularından farklı bir duygu içinde bulduk. Böyle olmasaydı, hiç olmazsa getirdiğim mektubu alırdınız." dedim. Benden hiç beklemediği bu isyan karşısında hayret içinde kalan rahmetli Cahit Okurer, mektubu aldı ve Nihal Atsız'dan geldiğini görerek biraz önceki tutumunu tamamıyla değiştirerek, şefkatli bir şekilde "bana kırılmayınız" dedi ve telefonu alarak o günlerin müsteşarı Reşat Tardu'ya beni takdim etti ve Azerbaycanlı göçmenlerdendir, fakülte mezunudur, size gönderiyorum dedi. Odasına girdiğim müsteşar ise bana hiçbir şey sormadan elimdeki evrakı alarak Orta Öğretim Genel Müdürlüğü'ne vazife verilsin diye yazdı ve böylece kimsesizlikten ve sefaletten kurtulmuş oldum.
·
186 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.