Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Mısır'daki Mültecilerin Türkiye'ye Gelişleri Tasvir Gazetesi sahibi ve başyazarı Ziyad Ebüzziya'nın yardımı ve tavassutu ile Mısır'a götürülen Türklerin durumları hiç de iç açıcı, olmadığı anlaşılacağı üzere malumdu. Mısır'da özellikle yüksek münevver olarak, benden başka Celil İskender, Latif Elsever, Süleyman Tekiner, Selim Şeyhzaman, Mustafa adlı münevverler büyük sıkıntı içinde bulunuyorduk. Ziyad Bey'in takdimi ve ricası ile Selim Şeyhzaman ile Mustafa adlı arkadaşlar bizzat Prens Amr İbrahim tarafından özel himayeye alınmış, Kahire'ye geldikten sonra kendi çiftliğine alınarak Arapça öğrenmeleri tavsiyesiyle, ilerde prensin çiftliklerinin idare emiri olacakları kendilerine bildirilmişti. Fakat aradan birkaç ay geçtikten sonra bunlarda bizim bulunduğumuz Abbasîye göçmen kampına geri geldiler. Biz Kahire'ye geldiğimiz zaman Mısır’daki Kahire Başkonsolosu Suphi Tangör adlı çok muhterem bir diplomattı. Mülteciler kampına uğramadığı halde, bize karşı çok iyi bir tavassutta bulunmuş ve Dışişleri Bakanlığına Mısır'daki durumumuzu bildirerek bizlerin Türkiye'ye bir an önce alınmamız gerektiğini bildirmişti. Fakat Dışişleri Bakanlığı'nın konsolosluğa verdiği cevap o günler için hiç de Mısır'daki mülteci Türklerin lehine değildi. Dışişleri Bakanlığı'nın yazısında Mısır'a gitmiş olan Türklerin Rusya'ya verilme tehlikesi ortadan kalkmış olduğundan, birinci sırada tehlike altında bulunan Avrupa’daki mültecilerin alınacağının kararlaştırıldığını ve onların alınmaya başlandığını, Avrupa'daki mülteciler tahliye edildikten sonra Mısır'daki mültecilerin alınacaklarının mümkün olacağı bildiriliyordu. Mısır'daki bizler ise Mısırlı Arapların nefret ve hakaretleri karşısında bocalıyorduk. Hatta, Abbasîye Kışlasından şehre çıktığımız zaman, normal kıyafetle (Pantolon gömlek kravat ve ceketle) çıktığımız zaman Mısırlı subaylar Hristiyan anlamına gelen (Havaga) diye bizlerle alay ediyorlardı. Entarili, sarıklı olmadığımızdan bizleri Müslüman bile bilmiyorlardı ve hatta bir gün bir binbaşı şunu söylemekten çekinmedi: - Mustafa Kemal sizleri Müslümanlıktan çıkararak bu kıyafete soktuğu gibi, sizler de bizleri aynı yola çekmek istiyorsunuz. Kendisine Müslümanlığın hiçbir zaman kıyafete bağlı olmadığını söylediğimiz, hatta Hindistanlı putperestler Müslüman olmadıkları halde sarık sararak entari giydiklerini hatırlattığımız zaman, o propaganda Mustafa Kemal'in propagandasıdır diyerek nefretini bildirmişti. Eğer Ahmet Muhtar Paşa'nın torunu ve Mahmut Muhtar Paşa'nın kızı Prenses Emine Hanım Mısır Kızılay'ı olarak kabul edilen Mubarra Muhammed Ali'nin başkanı olmasaydı ve bizleri himaye etmeseydi, daha doğrusu Mısırlılar, kral hanedanından korkmasalardı Araplar bizleri ya Rus sefaretine teslim edecek veyahut geldiğimiz İtalya'ya geri göndereceklerdi. Zaten yapılan muamelelerden memnun olmadıklarından itirazda bulundular diye altı Arnavut ve iki Boşnak'ı İtalya'ya göndermişlerdi. Bu sıkıntıların devam ettiği günlerde Türkiye'nin Kahire Başkonsolosu Suphi bey merkeze alınarak yerine Ömer Lütfü Miyaman adlı yeni bir Başkonsolos tayin edilmişti. Aynı zamanda Büyükelçi de değiştirilerek yerine meşhur Keçecizade Fuat Paşa'nın torunu Şevket Fuat Keçeci gelmişti. Başkonsolos Ömer beyin kendisi Balkan veyahut Bulgaristan fatihlerinden olan Türklerin torunlarındandı. Ailesi Varna'da Balkan Harbi sırasında Türkiye'ye gelerek İstanbul'a yerleşmişti. Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da, Romanya'da müsteşarlık, başkonsolosluk yaptıktan sonra Kahire'ye tayin edilmişti. Daha Kahire'ye geldiğinin ayını doldurmadan bizzat bizleri görmek için göçmen kampına gelmişti. O zamana kadar biz Türkiye'nin Avrupa'daki ve diğer yerlerdeki sefaretlerinden ve konsoloslarından kimseden böyle bir yakınlık görmemiştik. Bizlerle kendi yakınlarıymış gibi konuşuyor, bizlerin maneviyatımızı yükseltiyordu. Hatta o sırada Kurban Bayramı başlamış olduğundan üç tane koyun aldırarak kampa göndermişti. Bununla da kalmayarak Mısır'da mülk sahipleri Türk asıllılara bizlerle ilgilenmelerini tembih ederek yardımlarda bulunmalarını söylemişti. Ömer bey Türkiye dışından olduğundan ve orada Bulgar baskısı altında gençlik yıllarını geçirmiş olduğundan bizlerin Rus çizmesi altında çektiklerimizi iyi biliyordu. Türkiye'nin Başkonsolosu resmi sıfatı olduğu halde beş kere bizlerin bulunduğumuz kampı ziyarete geldi, dertlerimizi ve şikayetlerimizi dinledi ve sizleri yakında Türkiye'ye aldıracağım dedi. Kampa geldiğinden bir müddet sonra beni bizzat Başkonsolosluğa çağırdı ve şunu söyledi: "Ben konsoloslukta yalnızım. İki katibim var, ikisi de Mısır vatandaşı. Aileleri birkaç yüz sene önce gelerek Mısır'a yerleşmiş, Mısır Türkiye'den koptuktan sonra vatanlarına dönmemişler. Burada kalmışlar kızlar Araplarla evlenmişler, erkekler de Arap kadınlarıyla evlenmiş ve aile dilleri Arapça olmuş. Kâtipler Türkçe bildikleri halde çocukları bir kelime olsun Türkçe bilmiyorlar. İkinci durum ise Mısır emniyeti bunları kendi idaresine bağlamış ve konsoloslukta olan bütün bilgilerini Mısır emniyetine haber veriyorlar. Seni konsolosluğa alacağım. Fakat Türk vatandaşı olmadığından, resmi memur olarak çalıştırmamın imkanı yoktur. Bunun için seni Bahçıvan kadrosu adı ile konsolosluğa alacağım orada hem katiplik yapacaksın, hem de İngilizce ve Almanca tercümanlığını yaparsın. Senin maaşını ise cebimden ödeyeceğim. Memnuniyetle kabul ettim ve Türkiye Başkonsolosluğuna taşındım. Ömer bey, 1949 senesinin Kasım ayına kadar beni kendi kardeşiymiş gibi kendi sofrasında misafir etti. İhtiyaçlarımı karşıladı ve her ay bana kendi cebinden maaş verdi. Konsolosun karısının annesi Konyalı bir Türk'tü. Fakat babası ise Gürcüydü. Hanımın adı Makbule idi. Ömer beyden önce Afyonlu bir avukatla evlenmiş. Ondan lise sınıflarında okuyan Ülkü adında bir kızı vardı. Avukattan ayrıldıktan sonra hangi rüzgar atmışsa hanım hariciyeci Ömer beyle tanışmış ve onunla evlenmişti. Ömer beyden de Dilek adında beş yaşında bir kızı vardı. Ömer beyin bana gösterdiği yakınlık ve ilgi kadını kıskandırıyordu. Bana karşı hiçbir yakınlık ve ilgi göstermedi. Bunun bir sebebi de benim Stalin'in de Gürcü olduğunu söylemem ve Gürcülerin Türklere düşmanlık duyduklarını söylemiş olmamdı. Bir gün nereden çıktıysa Konsolosluğa bir Gürcü geldi. Kadın ne yapacağını şaşırdı. Gürcü'ye o kadar yakınlık gösterdi ki Ömer bey bile hayret etti. Ömer Lütfü Miyaman'ın bu yakınlığı muhakkak hakkımızdaki müspet düşünceleri Büyükelçi Şevket Fuat beyi de etkilemiş olacak ki, Elçilik de bize karşı eski tutumunu değiştirmişti. Bizlere Türk vatandaşıymışız gibi muamele yapmaya başlamışlardı. Artık yıllar çok hızlı yürüyordu. Mısır'a geldiğimizin ikinci senesinin sonuna gelmeye başlamıştı. 1947 sonbaharında Mısır'a gelmiştik ve 1949 senesinin yaz aylarındaydık. Mısır'da bulunan Avusturalya sefareti bizlerin Türk asıllı olduğumuzu ve Mısır'da bulunduğumuzu öğrenerek Avusturalya Dışişlerine yazmış olacağından, 1949 senesinin Haziran ayında Avusturalya'nın göçmenlerle ilgili dairesinden bir heyet Kahire'deki Türk asıllıları Avusturalya'ya götürmek için Kahire'ye gelmişti ve Kahire'de bulunan UNRA (Göçmenlere Beynelmilel Yardım Teşkilatı) mensuplarıyla durumu görüşerek bizzat bizimle konuşup bizleri Avusturalya'ya almak istediklerini açıklıyorlardı. Avusturalyalıların bizlere, yani Türk asıllılara göstermiş oldukları bu ilgi Çanakkale Savaşlarından geldiğini Avusturalyalı heyet üyelerinden birisi açıklamaktan çekinmedi. Hatta şunları söyledi: - Babam Gallipolu'da (Gelibolu'da) 1915 senesinde savaşan subaylardandı. Türklerin savaşçılıkları, yardımseverlikleri hakkında bizlere çok şeyler söyledi. Hatta Avusturalya ve Yeni Zelanda birliklerinin (Anzaklıların) kumandanı Çanakkale Savaşları hakkında yazdığı kitabında Türkler hakkında sizin bile yazmadığınız müspet bilgiler verdi. Bunun sebebiyledir ki Avusturalya'da Türklere ve Türkiye'ye karşı büyük bir ilgi ve yakınlık vardır. Hatta bunun içindir ki biz, siz Türkleri Avusturalya'ya almak istemekteyiz. Bir yabancı, hatta bir zamanların düşman işgal ordusunun mensubu bir milletin Türkler hakkındaki bu cümleleri insanın gururunu okşuyordu. Fakat yüzde doksan bu mültecilerin hayalinde yaşattığı memleket ve ülke Türkiye ve Türk devletiydi. Avrupa ve Kahire'den otuz bin kilometre uzaklıktaki bu ülkeye gitmek Türklüğe veda etmek demek olacağı açıktı. Nitekim Karaçay ve Kuzey Kafkasyalı Türklerden birkaç aile Avusturalya'nın teklifini müspet karşıladıklarından yolculuk hazırlıklarına bile başlamışlardı. Avusturalya heyeti bizimkilerle anlaşma yaptığını işiterek kampa gittim ve arkadaşlara bunu yapmamalarını söyledim. Avusturalya'ya gittikten sonra milliyetinizi kaybedeceksiniz. Çocuklarınız İngilizleşecektir dedim. Fakat benim söylediklerime aldırmayan Kuzey Kafkasya'nın Karaçay Türklerinden olan Mehmet Ajayoğlu adlı birisi dört çocuğu ve hanımı ile birlikte Avusturalya'ya gitti ve ondan başka daha birkaç aile gitmiş oldu. Bu durumu Kahire Başkonsolosu Ömer Beye anlattım ve Avusturalya'nın bu aceleciliğine karşılık bizim devletimizin bizlere kapılarımızı açmaması çok üzücüdür, dedim. Çoluk çocuklarıyla Sibirya'ya tehcirden kaçarak Türkiye'ye sığınmak isteyen bu Karaçaylı, Kumuk ve Balkar asıllı Türklerin Avusturalya'da müreffeh bir hayata kavuşacakları muhakkaktı. Fakat bir nesil sonra bunların ne dinlerinden ne de dillerinden eser bile kalmayacağı da muhakkaktı. İtalya'da diplomatlar kampında bulunduğumuz zaman eski Milli Komite başkanım bana karşı nezaketsizlikler göstermeye başladı. Bunun sebebi ise Fetelibeyli'nin aşırı derecede içkiye ve kadına düşkün olması, benim de bir başkana bunun yakışmadığını söylemem oldu. Hatta Kahire'de bulunduğumuz zaman bizzat Prens himayesinde olan ve yüksek maaş alan Fetelibeyli birgün bir gazinoda sarhoş olarak kavga yaptığından durum bizzat Prense adamları tarafından haber verilmiş olduğundan Prens, Fetelibeyli ile alakasını kesti ve Fetelibeyli lüks otelden uzaklaştırılarak bizim kaldığımız Abbasiye Kışlasına geldi. Hatta Abbasiye kışlasına geldikten sonra benimle değil, beni kıskanan diğer Azerbaycanlı münevverlerin yanına gitti. O günlerde Türkiye'deki milli duygunun nasıl değerlendirildiğini bilmiyordum. Fakat Avusturalyalıların kucaklarını açtıkları bu Türklere acımak gerektiğini söyledim. Başkonsolos çok üzülmüştü. Hemen telefonu alarak Büyükelçilik müsteşarıyla ve daha sonrada bizzat büyükelçi ile konuştuktan sonra hepsi fikir birliği içinde Ankara'ya, Dışişleri Bakanlığı'na yazmaya karar verdiler ve ertesi günü Türkiye'nin Kahire Başkonsolosluğunun Göçmenler hakkındaki yazdıkları yazı Ankara'ya gönderiliyordu. Durumu hemen Mısır'ın Abbasiye Kışlasındaki felaketzedelere bildirdim ve yakında Türkiye'ye gidebileceğimiz müjdesini verdim. Çünkü hakkımızda yazılan yazı yalnız Başkonsolosluğun yazısı değil, büyükelçilikle, başkonsolosluğun müşterek yazılarıydı. Aradan on beş gün geçmeden bir sabah daha kahvaltıya oturmadan Kavas (Konsolosluğunun hizmetçisi) beni Başkonsolosun çağırdığını ve konsolosun bahçesinde olduğunu söyledi. Aşağı indiğimde Başkonsolos çiçek tarhları arasında mütebessim bir çehre içinde beni karşıladı ve hiçbir şey söylemeden Bakanlıktan gelen yazıyı bana verdi. Yazıyı okuduktan sonra elini öpmek istediğim halde bana müsaade etmedi ve kampa giderek arkadaşlarına hazırlanmalarını söyle, çok yakında Türkiye'den gelecek bir gemi sizleri Türkiye'ye götürecek ve çektikleriniz çileler bitecek dedi. Aynı zamanda bana Türkiye'ye gidecek olanlara şunları da söylemeyi unutmamamı tembih etti: "Gidecek olanlar Türkiye'den hemen refah ve üstün bir yaşama imkânı beklemesinler. Orası sizlerin vatanınızdır, kendi cennetinizi kendiniz yaratacaksınız dedi." Yeniden Türkiye'nin bizleri kabulüne döneyim. Ankara'dan bizlerin alınması hakkında emir geldikten sonra Başkonsolos, Türk göçmenlerin listelerini hazırlamamı ve Türkiye'ye gitmek isteyenleri Milletlerarası Yardım Komitesinden harp suçlusu olmadıklarına dair vesika alınması gerektiğini ve bunu da temin etmelerini sağlamamı bana söyledi. Ben de bütün göçmenlere durumu bildirdim ve adı geçen komiteden vesika almalarının gerektiğini bildirdim. Bütün Türk göçmenler vesika aldılar. Fakat Fetelibeyli almadı ve ben Azerbaycan Milli Komitesi’nin Başkanı olarak devlet adamı sıfatıyla gitmek istiyorum diyerek direndi. Başkonsolos, bu isim ve sıfatla gidemez diyerek göndermedi. Fakat Fetelibeyli hep beni suçladı. Güya Türkiye'ye gelmesini ben engellemişim diye çevresindekilere beni suçlamaya başladı. Nihayet 27 Kasım 1949 senesinde Türkiye'den bizleri alması için gönderilen İstanbul adlı gemi İskenderiye limanına geldi ve bizler Mısır Kızılay'ının tahsis ettiği otobüslerle İskenderiye'ye gelerek gemilere bindik ve Mısır'a veda ettik. Rahmetli Ömer bey görüp geçirmiş bir diplomattı. Avrupa'yı ve Amerika'yı çok iyi biliyordu. Bundan dolayı da bize tavsiyesi boşuna değildi. Bizler Türk yurtlarından çıkmıştık ve yıllardan beridir Avrupa'daydık. Bizim vatanımız işgal altında bulunduğundan düşman veya Ruslar bizi sömürmüşlerdi. Servetimizin vatanımıza harcanmasına müsaade etmemişlerdi. Biz hâlâ çamurdan, balçıktan, kerpiçten yapılmış kulübelerde oturuyorduk. Düşman bizim refah içinde yaşamamızı istememiş ve bunun için de gerekenin yapılmasına müsaade etmemişti. Hâtta, milli hükümetlerimiz zamanında açılmış okullarımızdan yetişen mühendis, doktor, veteriner, Ziraat mühendislerinin kendi vatanında görev yapmasına bile izin vermemiş, onları alarak Rusya'nın çeşitli bölgelerinde Rusya'ya hizmet etmelerini yâni Türkillerinin dışında hizmete mecbur tutmuştu. Türkistan, Rus tekstil fabrikalarının bütün pamuğunu verdiği halde, Türkistan'da, öylece Azerbaycan'da tekstil fabrikaları yapılmamıştı. Azerbaycan pamuğu Ermenistan'da işleniyor veya Gürcistan'daki dokuma fabrikalarına sevk ediliyor ve Türkistan'la birlikte Azerbaycan kendilerine içten düşmanlık duyan milletlerin eline bakmak mecburiyetinde bırakılmıştı. Sovyet hazinesinden Ermenistan gibi küçük bir cumhuriyete yapılan yatırım Azerbaycan'a olan yatırımın beş katı kadardı. Bu yüzden bizler Avrupa'yı gördükten sonra memleketimizin neden geri kaldığını anlamıştık. Fakat şimdi gideceğimiz Türkiye bir seneye yakın bir zamandan beri bütün Türk boylarını varlığında toplayan biricik müstakil bir devletti. Büyük ve diğer milletlerin gıpta ettiği, kıskandığı devlet adamları yetiştirmiş bir devletti. Avrupa milletleri ateşli silahlara hasretken İstanbul surlarını hallaç pamuğu gibi atan topları yapan ve kullanan, üç kıta üzerinde Ayyıldızlı bayrağı dalgalandıran subay ve savaşçıların vatanı Türkiye'ydi. Türk devlet adamları da Avrupalılar gibi muhakkak Türk olmayan Türkiye'yi refahın yüksek zirvesine çıkarmıştı. Rusların bize yaptıklarını muhakkak Türk devlet adamları da İslav ırkından olan Sırplara, Karadağlılara ve sonradan İslavlaşmış ve bir numaralı Türk düşmanı olmuş olan Bulgarlara ve Yunanlılara yapmıştı. İşte daha Türkiye'yi görmediğimiz halde bu duygunun içindeydik. Türk devlet adamları öz soyundan olan bizlere Rusların, Çinlilerin yaptığı sömürü ve baskıyı muhakkak biliyorlardı. Türkiye'nin Türk soyundan yüz milyona yakın Türkün Rusya'da, Çin'de, Bulgaristan'da, Yunanistan'da, İran'da, Irak'ta, Mısır'da çektiklerini muhakkak Türk diplomatları Türk devlet makamlarına raporlar halinde bildirmişlerdi. İşte bizler Türkiye'yi, Türk devlet adamlarını, Türk devlet felsefesini böyle düşünüyorduk. Fakat biz hiçbir zaman bin senelik bağımsız ve hiçbir dış baskıya boyun eğmemiş olan Türk devletinin öz milletine hak ettiği refah ve saadeti yapmadığını düşünmüyorduk. Fakat, Ömer bey durumu bildiğinden bana söyledikleriyle Türkiye'ye ayak bastığımız zaman hayal kırıklığına uğramamızı tavsiye ediyordu. Ben Berlin'de bulunduğum yıllarda Alman Türkolog'u Yeşke ve Prof. Von Mende'nin bana söyledikleri bir anormalliği unutmamıştım. Bana dedikleri şöyleydi: "- Türk milletinin başına gelen bütün felaketlerin sebebi insani duyguların aşırı olmasındandır. Siz bu insanı duygunuzun kurbanı olmuşsunuz. Rus çizmesine sizi düşüren ve insani duygunuzdur. Sizin devlet adamları istemiş olsalardı bugün dünyada bir Rus milleti yoktu. Çin içlerinden Almanya içlerine kadar kurulmuş olan Altınordu Türk Tatar devletinin sınırları içinde Ruslar bir ufak vilayet gibiydi. Eğer Rusları alarak otuz milyon kilometre karelik devlet hudutlarının içinde dağıtsalardı, dillerini ve dinlerini yasaklasalardı elli sene içinde Ruslardan eser kalmazdı. Fakat Türk asıllı devlet adamları bunları yapmadılar. Fethettikleri memleketlerde Türk olmayanların diline, dinine, kilisesine, okuluna, münevver yetiştirmesine dokunmadılar. Askere alarak cephelerde eritmediler. Servetlerini sömürerek Türkillerini cennete çevirmediler. Ticareti, sanatı, Türk'e has kılmadılar. Siz savaş cephelerinde kanınızı akıttınız. Ruslar ve Türk olmayan milletler çoğaldılar, sanatı, ticareti tekellerine aldılar. Refahın zirvesine çıktılar. Siz onların ellerine muhtaç duruma düştünüz. Böylece vatanınızın orta çağ manzarası içinde olmasını yalnız Rus sömürüsü yapmamıştır. Öz devletleriniz zamanında da siz refahın ne olduğunu bilmediniz. Okullarınız sanat ve teknik adamlar yetiştirmedi. Devlet din adamlarının fetvalarına bağlı olarak kaldı. Dininizi bile bilmediniz. Allah'ın sizden neler istediğini bile size öğretmediler. Arapça birkaç dua ezberlettiler ve bunları söylediğiniz ve tekrarladığınız zaman cennete gideceğinizi söylediler. İşte siz Avrupa ilerlemesini, memleketinizde yapmadığınızdan Ortaçağ seviyesinde kaldınız. Ruslar ise ateşli silahları geliştirerek hem sizden kurtuldu, hem de vatanınızı sömürge yaparak sömürmeye başladı. Siz yüksek münevverler, sanıyorsunuz ki vatanınızı bugünkü duruma düşüren Ruslardır. Hayır siz istila altına düşmeden önce de şimdiki durumdaydınız. Öz devletiniz sizi vatanınızda hakim kılmamıştı. Milli birliğiniz yoktu. Modern okullar açarak size ilmi, tekniği, sanatı öz devlet adamlarınız bile vermediler. Siz ilk Müslüman olduğunuz yıllarda başka milletlerde bulunmayan ilim adamlarınız vardı. Tıpta Avrupalılardan çok ilerdeydiniz. Hatta Orta çağda Avrupa tıp okullarında Türk hekimlerinden İbn-i Sina’nın "Kanun" adlı kitabı okutuluyordu. Müslüman olduktan sonra sizin devlet adamları bunları korumadı ve geliştirmedi. Sadece fetihlerle meşgul olundu ve fethedilen yerlerde size düşman olan milletlerin hiçbir şeyine dokunmadınız, uzaklaştırmadınız. Türkün eline muhtaç duruma düşürmediniz." İşte bir Alman Türkolog'u bizim için bunları söylüyordu ve adamlar haklıydı. Bizlerde milli birlik yoktu. Kabilelere bölünüp parçalanmıştık ve birbirimize düşman olmuştuk. Hatta 1926 senesine kadar Türkistan ile Osmanlı devletinin arasındaki köprüyü elinde bulunduran İran ve Azerbaycan bölgesindeki Türk sarayları Türk oldukları halde kendilerine İran hükümdarı demiş ve Türkçeyi, evde annesiyle konuştuğu dilini bile devlet dili yapmamıştı. Hatta Kur'an'ı Kerim'de bulunmayan mezhep ayrılığı oluşturarak Türk'ü Türk'e düşman duruma getirmişlerdi. Selçukluların parçalanmasından sonra Anadolu'da kurulan beylikler bile bir yüz yıla yakın birbirlerine düşmanlık içinde bulunmuşlardı. Ne Selçuklular ne Timurlular, ne Osmanlılar, ne de diğer Türk devletleri Türklüğü savunmamıştı. Alman Türkologlarının söyledikleri çizmedeki biz Türkler için hakikatlerin ifadesiydi. Fakat muhakkak Türk devlet adamları bunlardan ders alarak eski hatalardan uzaklaşmış ve biricik bağımsız Türk devletinde, devletin sahibini hakim kılmışlardı. İşte Türkiye'ye gelmeden önce biz münevverler bu duygu ve güven içindeydik. Hepimiz Türk ordusunun, Türk subaylarının ve Atatürk'ün hayranıydık. Kurtuluş Savaşı'ndan önceki tarihi ve Kurtuluş savaşı yıllarındaki Yunan, İngiliz, Fransız mezalimini ve bin sene Haçlılardan koruduğumuz Arapların hıyanetini okuduğumuzdan Atatürk'ten sonraki devlet adamlarının bunlardan ibret aldıklarını ve devletin sahibine hakkettiği değeri verdiklerini sanıyor ve inanıyorduk. Almanya'da Almanların, İtalya'da İtalyanların, Fransa'da Fransızların dil, gelenek göreneği, müziği, hakim olduğu gibi Türkiye'de de Türk'ün her vasfı hakim diye düşünüyorduk. Ve 1949 senesinin Kasım ayında bu duygu, güven ve gurur ile Türk bayrağının dalgalandığı gemiye binmiştik. Suriye ve Lübnan sahillerinden geçerken sahildeki insanlar bizi Türkçe selamlıyorlardı. Buralarda hala Türkçe konuşulması otuz sene önceki Türk hakimiyetinin eseriydi. Bir sabah bulutlu ve yağmurlu bir havada Kıbrıs sahillerinden geçiyorduk. Geminin sağ tarafındaki sahil Türkiye sahiliydi. Herkes seviniyordu. Kimsenin Türkistan'ı, Kafkasları, Azerbaycan'ı, Kırım'ı, Kazan'ı düşündüğü yoktu. Çeşitli Türk boylarının mensubu olan bu talihsiz insanlar için artık vatan Türkiye idi. Kendi milli bayrağına hasret kalan milli bayrağının rengini bile kendilerine göstermeyen bir rejimden kurtularak Ay yıldızlı bayrağın gölgesinde efendiliğe kavuşmak herkesi sevindiriyordu. İşte bu sevinç duygusunun hasretini sekiz sene müddetle yad ellerde çektiklerini hatırlamak bile istemeyen bu insanlar bir sabah şafak sökerken İstanbul limanında geminin durmasıyla kendilerine haşmetle bakan cami minarelerini selamlıyorlardı. Bir saat sonra gelen kamyonlarla Sirkeci göçmen evine alındık ve yerleştirildik. Ertesi günü de Emniyetçiler gelerek hüviyet tespiti yaptılar.
·
568 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.