Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Avrupa'daki Sahipsiz Türkler Hunlardan başlayarak daha sonra Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Oğuzlar ve Tatarlar bin seneyi aşkın bir zaman Türkistan anayurdundan kalkarak Fransa ve Roma içlerine kadar fetihler yapmışlardı. Fakat bu fetihlerin hepsi maksatsız ve milli menfaatlerden uzak fetihlerdi. Avrupalılar ve Asyalı Çinliler fethettikleri memleketlerin milliyet yapısını değiştirdikleri, hatta insani duyguları bile unutarak işgal ettikleri memleketlerdeki yerlileri toplu katliamlara tabi tuttukları, kıtanın eski sahiplerinin yapıp yarattıklarının izini bile bırakmadıkları, aynı zamanda kendi milletinden olanları getirerek oralarını kendi anayurtlarına benzettiği bilinirken, bizim devletlerimizin hiçbirinde bu duygu olmamıştır. Hunlar, Roma'ya kadar gelerek Hristiyanlığın lideri olarak bilinen Papayı bile üzengilerini öpecek duruma düşürdükleri halde, elli sene içinde din ve dillerini atarak bulundukları memleketlerin yerlilerinden olmuşlardı. Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Tatarlar ve çoğunluk Oğuzlar da aynı yolu takip etmişlerdi. En acı durum şudur ki fatih olarak ülkeler fetheden millet, kendi çizmelerini öpen uşaklarının dil ve dinlerini kabul ederek onlardan olmuşlardı. İngiliz ve İspanyollar Amerika kıtasına çıktıktan sonra, Güney Amerikadaki Azteklerin, Mayaların, Avrupa'dan daha üstün medeniyet eserlerini yok ettikleri, kendilerinden olmayanları köle yaparak çalıştırdıkları, İngilizler, Kuzey Amerika'daki Kızılderilileri toplu katliamla yok etmekle kalmayarak, Avrupa'dan göçmen olarak getirdikleri kendi milletlerinden olmayanları bile baskı altında tutarak din ve dillerinden ayırdıkları ve koca bir kıtanın Güneyi latinleştirdiği, Kuzeyi de İngilizleştirip, din ve lisan bakımından ikinci bir İspanya ve İngiltere haline getirdiği herkesin malumu iken, veyahut Avsutralya kıtasına çıkan İngilizler daha sonra İngiltere'deki canileri, hırsızları, ahlaksızları oraya sürgüne gönderdikleri ve yıllar sonra bu otuzbin kilometre İngiltereden uzaktaki bu adaları İngiltere yaptıkları halde, bizimkiler bin sene idaremizde bulunan Afganistan'ı ve İran'ı, Selçuklularla Osmanlıların idaresindeki Rum, Ermeni ve Kürtleri bile dillerinden ayırarak Türkleştirmeyi akıllarına bile getirmemişlerdi. Beşinci yüzyılın sonlarında Balkanlara gelen Bulgar Türkleri, Macaristan ve Romanya hudutlarından Bizans'a kadar devlet kurdukları halde, kendileriyle birlikte işçi olarak getirdikleri slavların dillerini alarak Türklükten çıktılar. Kumanların bir bölümü İslavlaştı, bir bölümü de Yunancayı alarak Yunanlı oldu. Tarihte sadece adlarıyla birlikte çoğunluk olarak yerleştikleri ovaların adı Kumanova olarak kaldı. Macaristan'a fatih olarak gelen Peçenekler, Kumanlar, Oğuzlar, Tatarlar, Avarlar ise hem dinlerini, hem de dillerini yitirdiler. Bundan dolayı da Macar tarihçileri gururla şunu itiraf etmektedirler: Eğer Türkler toplu halde gelselerdi ve dillerine değer vermiş olsalardı, bugün Macaristan'ın dili Türkçe olacaktı. Maalesef Türk devletlerinin başında oturanlar da ve din adamların da Türklüğüne, gelenek göreneğine, diline değer veren ve dilini korumakla milletini koruyacağını düşünen kimse olmamıştır. Avrupa'ya fatih olarak gelen ve şaman dininde olan Türk boylarının Papalığın ve Bizans kilisesinin etkisi altında kalarak Hristiyanlığı kabul etmelerini ve daha sonra da milliyetlerinden ayrılmalarını bir tarafa bırakalım ve Selçuklularla, Osmanlıları ele alırsak, daha fazla üzücü durumlarla karşılaşıyoruz. Selçuklular üçyüz sene devletin dilini farsça yaparak Türkler'in Farslaşmasını istemişler ve yüzbinlerce münevver Farslaştığı halde, hamdolsun Farslardan çoğunluk olduklarından münevver olmayan Türk köylüleri dil ve geleneklerini tutarak Türklüklerini korumuşlardır. Bugün hâlâ bu durum devam edip gitmektedir. 1926 senesine kadar bin sene müddetle İrandaki sülalelerin hepsi Türk olduğu halde hiçbirisi Türklüğü savunmamış ve Türk'ün diline, gelenek göreneğine değer vermemiştir. 1698 senesinde Tuna Valisi, Küçük Mehmet Paşa'nın Saraya gönderdiği rapor ise kabul edilmediğinden yürekler acısı bir durum yaratmıştır. Küçük Mehmet Paşa'nın raporu şöyle idi: "- Ruslar Tuna'ya yaklaştığından Bulgaristan adlanan bölgedeki Bulgarlar Ruslara güvenerek şımardılar. Köyleri, karakolları basıyorlar. Dağa kaldırıyorlar, fidye alıyorlar. Bugün bu bölgedeki ikiyüz seksen bin Bulgar, üç milyon Türk ve müslüman vardır. Bana müsaade ediniz bu ikiyüz seksen bin Bulgarı, Mısır'a, Cezayir'e, Tunus'a, Suriye ve Hicaz'a iskan edeyim, böylece hem buradaki üç milyon Türk, hem de devlet huzura kavuşmuş olsun." Padişah bu raporu Şeyhül islam'a havale ediyor. Zira onun fetvası olmadan hiçbirşey yapılamıyordu. Şeyhülislam efendi ise saraya şunu yazarak bildirmişti. "- Bunlar kadın, çocuk ve devlete vergi veren insanlardan ibarettirler. Bunları yerlerinden yurtlarından etmek günahtır." İşte Küçük Mehmet Paşa'nın devlet ve millet için çok faydalı olan raporu bu şekilde reddedilmiş, ikiyüzseksen bin Bulgar yerlerinde kalırken ve yedi milyon olurken, yüz elli seneden beri Bulgaristan ve Balkanlar'dan akan Türk göçü ise durmak bilmiyor ve bugün altı yedi milyon olmuş, üçyüz sene öncenin 280 bin Bulgarı, içinde kalmış olan iki milyon Türkün dilini, dinini, yasak ederek Bulgarlaştırmak için mezalimini devam ettiriyor. Bizim Şeyhül islam'lara karşı bir kişi bile olsun Bulgar din adamlarından biri "Türklere bunları yapmak Allah karşısında büyük günaha girmektir" dememiştir. Zembilli Ali efendinin yaptığı ise başka bir aymazlık örneğidir. Mısır seferinden dönen Yavuz Sultan Selim, devletin çok dinli, çok dilli bir devlet olduğunu, zayıf padişahların zamanında devletin parçalanabileceğini düşünerek ve özel bir kanunname çıkararak devlet hududları içinde bulunan bütün vatandaşların tek dinde, yani Müslümanlıkta birleşmesini ve tek dil konuşmasını emrederken, Yavuz'a kendisi karşı gelemeyen Şeyhü'l İslam Zembilli Ali Efendi, Rum patriğini davet ederek "Bunun dedesi Fatih Sultan Mehmet, İstanbul fethi sırasında size dilinize, dininize, dokunmayacağına dair ahitname vermiştir. Ahitnameyi al çık padişahın huzuruna dinini ve milletini kurtar” tavsiyesinde bulunmuştur. Patrik; “Ahitnamenin yangında yandığını söylemiş, o zaman da, beni, Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerini şahid göster. Biz Fatih'in böyle bir ahidname verdiğine şehadet ederiz" demiş ve dediğini yaptırarak devlette din ve dil birliğiyle milli birlik sağlanmasını önlemiştir. İşte Cumhuriyet kuruluncaya kadar devletin bütün icraatı şeyh'ül İslâmların fetvalarına bağlı olduğundan, Türk'ün şeyhülislamları Türk'ü ve devleti savunacak fetvalar vermek yerine, Türk'e düşmanlık içinde bulunan, devleti bölüp parçalayıcı emel içinde olan Hristiyanları ve Türk olmayanları savunmuşlardı. İşte, Türkistan, Azerbaycan, Kırım, Kazan ve Kafkasya'dan gelen felaketzedeler bin seneden beri kökleşmiş olan bu zihniyetin sahibi, Türk olanla olmayan arasında fark gözetmeyen, hatta Türk'ü sefalet içinde bıraktığı ve kıtadan kıtaya savaşa taşıdığı halde, içindeki Türk ve Müslüman olmayanlara dokunmayan, sadece İttihat Terakki zamanında Türk'e değerini veren, daha sonra yeniden Osmanlı zihniyetine dönen, öz soyunun devletine sığınıyorlardı. Bin sene cepheden cepheye koşturulmuş devletin korucusu, Anadolu Türk’üne içindeki Türk olmayanlardan üstün hayat şartı sağlamayı düşünmeyen bir idari sistemin hakim olduğu bir devlete sığınmış olan Türk asıllı göçmenler, devletten bir şeyler beklemeden her şeylerini kendileri yapmalıydılar. Onlar, Devlete kendilerini bu mukaddes vatana kabul ederek vatandaşlığa aldığı için minnet duymalıydılar. Zira onlar Türklüklerini ancak burada koruyabileceklerdi. Polonya'da kalmış olan ve ikiyüz sene içinde dillerini, şarkılarını, türkülerini, gelenek göreneklerini kaybetmiş, sadece dinlerini tutmuş olan Türklerle birlikte Arnavutluk, Bosna-Hersek, Mısır, Hicaz ve Kuzey Afrika memleketlerinde kalmış olan fatihlerin Türklükten çıkmış çocukları, Türkiye'ye gelen felaketzedelere örnek olmalıydı. Bin seneden beri Türk devletinin himayesinde olan ve cumhuriyetten sonra Türkiye hudutları içinde kalan ve Türk’ün bütün imtiyazından Türk gibi faydalandıkları halde, dillerini korumakla milli varlıklarını koruyan Türkiye içindeki azınlıklar da gelen Türk göçmenlerinin milli duygusuna kamçılamalıydılar. Beşyüz seneye yakın Avrupa'nın büyük bir parçasında hakimiyet kurmuş olan Osmanlılar, Kırımlılar ve Altınordu Türk devletleri sadece haşmetlerini düşünmüşlerdi. Ne zaman Hristiyanlaştıkları bilinmeyen, hatta konuştukları şivenin bile Anadolu Türkçesi olan Gagavuzlar, Besarabya ve Odesa hududları içinde bulunan ve kendilerine Greko-Tatar diyen ve Türkçe'den başka bir dil konuşmayan Türkler bile, devlet adamlarımızı ilgilendirmemişti. Büyük Türkçü diplomatlarımızdan olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) beyin Romanya Büyük Elçiliği'ne kadar kimse bunların varlıklarından haberdar olmamıştı. İşte, Türk milletinin talihsizliği buradan geliyordu. İran yaylalarından keçi ve koyun sürülerini otlatmak için Doğu ve Güney doğu yaylalarımıza gelen ve askere alınmayan, vergi ödemeyen Kürtlere verilen büyük serbesti imtiyazı, cepheden cepheye koşturularak aileleri sefalet içinde kalmış olan Türkleri, Kürtleşmeye doğru çekmişti. Diyarbakır vilayeti içindeki Kayıhan'lılar (Kayı Boyu) bir kolu olan Karakeçililerin, 1472 senesine kadar Diyarbakır başkentleri olan Akkoyunlularin, Urfa'da isimlerini hala yaşatan (Karakoyun Deresi, Karakoyun mezarlığı, Karakoyun köprüsü) sahipleriyle, Gergerlerin, Avşarların izine bile rastlanılmamaktadır. Hatta, Türk tarihinde Türklüğün biricik sosyologu İttihad Terakki ile Cumhuriyetin fikir babası Türklüğü devlet felsefesi yaptıran Ziya Gökalp bile kendisinin Akkoyunlulardan geldiğini söylediği halde, bugün Diyarbakır'da kalan akrabalarının Türklüklerini koruyup korumadıklarını ve kimler olduğunu bilen bile yoktur. Tarihçilerimiz Alpaslan'ın Malazgirt savaşları sırasında karşısındaki Bizans ordusunun içinde elli binin üzerinde Hristiyanlaşmış fakat dillerini olan Peçenek Türkleri olduğunu yazarlar ve Peçenek ordusunun başındaki Han, ellerine geçen esirlerin kendi dillerini konuştuğunu gördüğü zaman hayretler içinde kaldığını ve "biz Balkanlara gelinceye kadar Hristiyan değildik. Fakat Türk'tük, karşımızdaki düşman diye bize gösterilen Müslüman olsalar bile bizdendirler, bizim milletimizdendirler. Ben öz dilimi konuşan ve benden olanlara silah çekmem," diyerek, Alpaslan'a iltica ettiklerini ve Bizans'ı yenerek Anadolu'nun Türkleşmesi için zafer kapıların açtıklarını, eserleştirdikleri halde, sekizyüz sene içinde dedeleri bize zafer kapısı açmış olan bu Türklerle ilgilenilmedi. Onları, bulundukları vilayetlerde Rum ve Ermeni kiliselerinin, papazlarının emrine teslim edildiler ve bunlar kilisenin telkiniyle kendilerini Ermeni ve Rum olarak bildiler. Tehcir sırasında biz bunları da Türk düşmanı diye tehcire tabi tuttuğumuz gibi, Kurtuluş savaşından sonra da mübadeleyle Yunanistan'a verdik. Cennet mekan Hamdullah Suphi, Dağ Yolu adlı eserinde şunu yazıyordu: "Antalya'da mübadele komisyonu başkanıyken, Yunanistan'a Rum diye verdiklerimiz içinde bir kelime Yunanca bilmeyenler dikkatimi çekti. Kadınlar çocuklarını uyutmak isterken "Uyu gül goncası yavrum" diyorlardı. Bunlar Peçeneklerin ahfadıydı. Hatta bugün Yunanistan'ın Cumhurbaşkanı olan Karamanlis'in babasının Türkçe öğretmeni olduğu ve Karamanlı lisanı diye kitap bile yazdığı bilinmektedir." Hamdullah Suphi rahmetli açıklamalarının sonunda şunu söylüyor: "Bu Hristiyan dinindeki Türkler ikinci nesilde tamamile Yunanlılaşacaklar. Acaba biz de Girit'ten, Yanya'dan gelmiş olan ve aile dilleri Rumca olanları Türkleştirebilecek miyiz?" Rahmetli çok haklıymış. Dedelerini bırakalım, babası bile Türk olan Türkçe öğretmenliği yapan ve Karaman lisanı diye Türkçe eser yazan Karamanlis veya Karamanlının ruhunda Türklükten eser var mı? Yunanistan'a gitmiş olan yakınlarından veya sülalesinden kimse Türkçeyi tutuyor mu? İşte bu Türk devlet adamları bunları nazarda tutarak üçyüz seneyi aşkın bir zamandan beri, Rusların sömürgesi yapılmış, Türk yurtlarından gelerek Türkiye'yi öz vatanları bilen bu Türk asıllı göçmenlere ilgisiz kalmamalıydı. Fakat bu milletin cephelerde kanını akıtan şehit ve gazetelerinin torunlarına bile gereken ilgiyi göstermeyen, onların yad ellere giderek Türklükten çıkmalarına aldırmayan devlet adamlarının ilgisizlikleri, Türklüklerini korumak için bu topraklara gelen felaketzedeleri hayal kırıklığına uğratmamalıydılar. Milli varlığı yaşatan vatan onlarındı. Komünist Sovyet rejiminin köle gibi gece ve gündüz çalıştırarak kazançlarını Moskova'ya taşıyan bu insanlar, Sovyetlerde çalıştıklarının veya çalışmaya mecbur tutulduklarının yarısı kadar çalıştıkları takdirde Türkiye'de en üstün hayat şartına ulaşmış olacaklardı. Nitekim Türkiye'de kalanlar çok kısa zaman içinde hem refaha kavuştular, hem de çocukları gururlu Türk olarak yetişerek devletlerine minnet duydular.
·
336 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.