Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Türk Ocakları Ankara Şube Başkanı TÜRKÂN HACALOĞLU’nun toplantıyı açış konuşması “20 yıl önce ebediyete gönderdiğimiz Türk milliyetçilerinin Galip Abisi için bugün burada toplanmış bulunuyoruz. Siz Galip Abi dostları, hepinize ‘Hoş geldiniz.’ diyorum. Bugünün anlamı benim için çok önemli. Çünkü çok değer verdiğim üç önemli şahsiyet şu anda aramızda bulunuyor. Birincisi Sayın Sadi Somuncuoğlu. Eski Devlet Bakanımız ve şu anda Millî Düşünce Merkezi’nin Genel Başkanı. İkincisi Sayın Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun. Üçüncüsü Sayın Prof. Dr. İskender Öksüz. Niçin çok önemli? Ben Galip Abi’mi 1971 yılında tanıdım. Ondan önce hem rahmetli ağabeyimin hem de eşimin çok yakın arkadaşı idi. Öğrencilik yıllarımda tanıyamadım ama abimden hep onun ismini duyardım. Ne zaman ki evlenip Ankara’ya geldim 1971 yılında onu tanıdım. O da beni ilk defa gördü. İlk evimize geldiği zaman ‘Oh be bundan sonra çok rahatlıkla evine gelebileceğim bir arkadaşım oldu.’ dedi. Herhalde benim misafirperverliğimden hoşlanmış olacak ki Galip Abi, ondan sonra bizi hiç bırakmadı. Teklifsiz ne zaman isterse evimizin baş köşesinde misafirimizdi. Çocuklarımın Galip Amcası idi. O’nu bütün dostlarının küçük çocukları hep çikolatası ile anar. Çünkü her gittiği eve çikolatasız gitmezdi. Ülker dışında da çikolata almazdı. 15 günde bir bize gelirdi. Ara sıra gittiği yerlerden birisi ile biraz kırılmış olacak ki, ‘Abla bundan sonra size her hafta geleceğim.’ dedi. Galip Abi ne zaman müsaitse o günü biz ona göre program hazırlarız. Her hafta Cuma günleri Galip Abi evimizin konuğu idi. Oturduğu koltukta dirseğini koyduğu yer aşınmıştı. Bir de bizim çok önem verdiğimiz ayda bir toplantılarımız olurdu. Keşke şu anda aramızda rahmetli Nevzat Kösoğlu da olsaydı. Şu anda burada bulunan kıymetli şahsiyetler ve Nevzat Kösoğlu’nun da olduğu o toplantılarda vatan kurtarılırdı. Galip Abi yine baş köşede bulunur ve hep birlikte vatan kurtarırdık. Elinden sigarası hiç düşmezdi. Galip Abi siz bir günümüz olmazdı. Her an evimizde idi. Şimdi bu gençleri ve bu topluluğu keşke Galip Abi görebilseydi. Şu anda o bizim aramızda anlatacak olan en güzel insanlar aramızda. Hoş geldiniz. Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Şimdi kürsüyü değerli konuşmacılarımıza bırakıyorum. SADİ SOMUNCUOĞLU: “Evet, başkanımızı dinledik. Biz de kendilerine teşekkür ediyoruz. Galip Abi, milliyetçi dünya görüşünün kendi dönemindeki yeni nesillere günümüze kadar fikirlerinin filizlenmesinde, şekillenmesinde, muhteva kazanmasında yanlışlardan arındırılarak sapa sağlam olarak yerli yerine oturtulmasında belki de en önde gelen sayılı isimlerden birisidir. Ama onun tevazu çerçevesinde yaptığı bu hizmetler gününde belki de tam anlamıyla anlaşılamadı. Büyüklerimizi kaybettikten sonra ‘ah vah’ ettiğimiz gerçek değerini hep birlikte daha sonra gördük. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Şimdi kendisiyle birlikte olmuş, değerli arkadaşlarımız fikir adamları düşüncelerini ifade etmeye çalışacaklar, biz de onları idare etmeye çalışacağız. İSKENDER ÖKSÜZ: “Türkan Hanım’ın söylediklerinden sonra benim aklıma gelen, misafir olduğu evin odasına çayın tepsi içerisinde girerken ki davranışı. Ayağa kalkar ve önünü iliklerdi. Böylece çaya hürmet gösterirdi. Çayı çok severdi. Yatılı kaldığı yerler vardı. Bir tanesi de bizim evdi. Bu anlatacağımın milliyetçilikle ilgisi yoktur. Galip Abi’nin protezi kayıp arıyoruz ve bulamıyoruz. Meğer benim köpek almış kemiriyor. Neyse ki bir şey olmadı. İnternette ‘Galip Erdem’ diye aradım. ‘Ülkü Net’te, yani bizim sitede en üstte Ankara Türk Ocağı’nın yayımladığı kitapçık çıktı. Üzerinde ‘10. Yıldönümünde.’ diye yazıyor. Demek ki 10 yıl olmuş o kitap çıkalı. Şimdi 20 yıl oldu Galip Abi’yi kaybedeli. 1963’de İzmir’de İhsan Koloğlu’nun yazıhanesinde avukatlık stajı yapıyordu. Yıllar sonra Galip Abi’nin çevresine girdikten sonra kendisini incelemeye ve sorgulamaya başladım. ‘Böyle bir adam var, sağda solda yazılar da yazıyor ama acaba Türkçü mü?’ diye. İzmir o zaman taşra idi. Bir toplantı olsa ve solcular bir hareket yapsa karşılarına çıkaracak konuşmacı bulamazdık. Tabii Galip Abi İzmir’deki fikir kapasitesini ikiye katlamıştır oraya gelmekle. Yanılmıyorsam bizim varisi olduğumuz 1944 neslinden Zeki Sofuoğlu da hukuka çok meraklıydı. Onu da kendi otelinde Ahmet Bican Ercilasun’la birlikte ziyaret etmiştik. Galip Abi ne yapardı? Galip Abi devamlı olarak kafasında Türk milliyetçiliği konusunda problem bulur ve çözerdi. ‘Bilimin metodu problem çözmektir. Bilim problem çöze çöze yürür.’ mantığına sahipti. Problemlere takılırdı ve onları çözerdi. Olağanüstü bir hafıza ve olağanüstü bir muhakeme kabiliyeti vardı. Problem çöze çöze yürüdüğü için de fikir muhtevası bakımından hepimizden ileride idi. Mesela çözdüğü problemlerden biri şuydu: ‘Milletin tarifi nedir?’ Bunun çözümünü bugün hâlâ bilmeyenler var. Problem çözmek için önce, o güne kadarki çözümleri incelemek lazım. Milletin her millet kendi menfaatine göre tarif etmiş. Önde gelen misal, Fransızlarla Almanların millet tarifindeki farklılıktır. Almanlar, milleti soya bağlı olarak tarif ediyorlar. Alman Anayasası vatandaşlığı tarif ederken soy esasına göre tarif eder. Fransızlar kültüre dayanıyorlar. Yusuf Akçura’da da bu münakaşa vardır. Galip Abi, devamlı bu problemlerle uğraşıp çözdüğü için bizim kafamıza bir problem takıldığı zaman da Hafta Sokağı’nda otururdu gider kendisini tavaf ederdik. Sene 1968-69-70’li yıllar. Sadi Somuncuoğlu ile yeni tanışmışız o zamanlar. Sadi’nin çok hoşuna gitmişti ‘Galip Abi’yi tavaf edeceğiz.’ lafı. Galip Abi’nin milletin tarifi için bulduğu ve hâlâ bugün de anlaşılamayan çözümü şuydu: Yani ‘Türk milleti nasıl tarif edilmelidir?’ Yoksa şu tarif var. ‘Millet; müşterek dil, coğrafya, tarih, ülkü vs. birliğidir.’ Bunların hepsinin birlikte olması gerekmez. Milliyetçinin yapacağı, bunların mümkün olduğu kadar bir olmasına gayret etmektir. Türk milleti için ne diyeceğiz? Bir soya mensubiyeti öngördü. ‘Bir milleti en geniş şekilde tarif eden budur.’ dedi. Bu, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’nin herhalde bir ifadesidir. 1985’den sonraki millet konusundaki gelişmelere bakıyorum bu işaret ediliyor. Çünkü milliyetçilik duygusu insanın genetiğinde var. Toplu halde yaşamak genetikte var. O, milyonlara geçtiği zaman milletten başka çaremiz yok. Daha önce aşiret, kavim vs. alt kademeler söz konusu. Ama bugünkü dünyada milyonlara hükmettiği zaman, içinde mensubiyet hissedeceği birliğin milyonlara taşması durumunda milliyetten başka çözüm yok. Genlerde kodlanmış bir his milliyetçilik. Bu sürekli problem çözmenin tabii etrafı da iyi gözetlemesi sonucu, mesela seçimleri çok iyi tahmin ederdi. Hepimiz ona sorardık ‘Ne olacak abi?’ diye. Şimdi olsaydı referandumun sonucunu size söylerdi, ama yok maalesef. Hatta o zaman MHP’nin yeni zamanları. ‘10 çıkaracak, 20 çıkaracak.’ tartışması sürerken, onun sloganı, ‘Allah Bir, Parti Bir, Milletvekili Bir’ derdi. Gerçekten de 1 milletvekili çıkardı. Bir sonraki seçimde 3 milletvekili çıkardı galiba. Kanunları vardı. Bunlara ‘Erdem Kanunları.’ diye ismini ben koyayım. En sık söylediği kanun şudur: ‘Hakikatin idraki kazığın girdiği noktada başlar ve şiddeti ile doğru orantılıdır.’ Mesela biz FETÖ’nün kötü olduğunu ne zaman anladık? 17-25 Aralık’ta. Bu Erdem Kanunu’nun net bir uygulamasıdır. Başka problemler de çözerdi. Mesela, devamlı olarak ‘Benim bu yaptığım doğru mu ve acaba kendi menfaatime yeniliyor muyum?’ Bunlar zor problemler. Diğer problemleri herkes çözer. İşin içinde kendiniz ve kendi menfaatiniz de varsa problemi çözmeniz çok zorlaşır. Bazı insanlar için bu problemler kolaydır. Ne kadar menfaat, o kadar doğru. Ama öyle değil. ‘Vicdan ve adalet.’ diye bir şey var. Son zamanlarda 1978-79’da filan pek mutlu değildi. İç çekişmeler vardı o zaman. Onlardan da mutlu değildi ve depresyondaydı. Diyazem ilacı kullanırdı. Ama 12 Eylül’de öyle bir uyandı ki, bir daha da uyumadı. Mamak Askeri Cezaevi’nde yatan tutukluların yazdığı mektupları toplar ailelerine verirdi. SADİ SOMUNCUOĞLU “Teşekkür ediyoruz. Hocamız hem fikir dünyası hem kişiliği ile ilgili öz bilgiler verdi, sağ olsun.” AHMET BİCAN ERCİLASUN “Türk milliyetçilerinin daima mahfilleri olmuştur. Şu anda da Millî Düşünce Merkezi’nde, Ankara Türk Ocağı’nda mahfiller var görüyorum. İnsanlar eğitimlerini sadece örgün eğitim kurumlarından almıyorlar. Hepimiz vaktiyle çeşitli mahfillerden, bir takım şeyler alır ve kendi kendimizi yetiştirirdik. Galip Abi’nin kendisini hangi mahvilde yetiştirdiğini bilmiyorum ama onun yetiştirmeye başladığı mahvil 1957, 58, 59’lu yıllarda Türk Ocağı Ankara’da Sadi Somuncuoğlu, İbrahim Metin, rahmetli Halil Bey. Yani Ankara Türk Ocağı o zaman fevkalade güzel bir dergi çıkarıyordu. ‘Türk Yurdu’ dergisinin belki Meşrutiyet yıllarındaki sayılarını yani 31. sayıya kadarki kısmını bir kenara bırakırsak Türk Yurdu dergisinin belki de en güzel ve en muhtevalı dönemi. O dönem Osman Turan’ın başkanlığında ama dergiyi idare eden Genel Yayın Yönetmeni Galip Erdem’di. Genellikle yazıları toplayan, onları yayına hazırlayan Galip Abi idi. Bunun yanında gelen liseli gençler için tarihi Türk Ocağı mahvil vazifesi görüyordu. Hem kendisi yetişiyor hem de yetiştiriyor. Ben o zaman Ankara’da değildim İzmir’de idim. Biz İzmir’de 1960’ların başında onun adını duyduk. Ya Millî Yol dergisinde ya da o sırada Ankara’da çıkan Orkun dergisinde bu söylediklerim Türkçülüğün tarihi ile ilgilidir. Türkçülüğün tarihinde bu dergileri, bu dernekleri ve bu mahfilleri tek tek bilmek lazım. Eğer bir Türkçü isek, Türk milliyetçisi isek bunları bilmemiz lazım. Ankara’da aylık Orkun dergisi, İstanbul’da da haftalık Millî Yol dergisi çıkıyordu. Onlardan birisinde galiba Necdet Sançar, ‘Peyami Safa öldü ama şimdi onun yerini tutacak Galip Erdem var.’ diye bir yazı kaleme almıştı. Bu yazıyı okuduktan sonra uyandığımı hatırlıyorum. Galip Erdem ismi ilk olarak bende o zaman yerine oturdu. Daha sonra tanıdım ama Galip Erdem’i o zamandan beri takip etmeye başladık yani Tercüman gazetesindeki köşesinden itibaren. Tercüman gazetesi o zaman Türk milliyetçilerinin takip ettiği 1960’ların başında en önemli gazetelerden biriydi. Peyami Safa yeni vefat etmişti ve ondan sonra Galip Erdem’in yazılarını orada berrak, akıcı bir Türkçe ile okuduğunuz zaman ‘Acaba ne diyor?’ diye başka bir kaynağa bakmaya gerek duymazdınız. Bu kadar açık ve net olarak problemleri çözdükten sonra bir de onun anlatımı ve ifadesi var. Meselelerin bu kadar açık ve net olarak ifade edildiğini onun yazılarında gördük. Şimdi görüyorum ‘Galip Erdem Mektuplar’ isimli kitabı önümde duruyor. O’nun köşesinin adı da ‘Mektuplar’ idi. Gazetedeki yazılarından itibaren O’nu ısrarla takip etmeye başladık. Gazetelerde yazıyor ama devamlı da yazmıyor. Sık sık yazıları kesiliyor. Bir gazetede yazmaya başlıyor seviniyoruz ve bir süre sonra bakıyoruz ki yazıları kesilmiş. Bir ilan ve duyuru da yapılmıyor. ‘Acaba niye kesilmiş? Herhalde patronun hoşuna gitmemiş onun için yazıları kesilmiştir.’ diye düşünüyoruz. Çünkü onun herhangi bir gazetede ilk defa yazmaya başladığı zaman onun bir ilkesi vardı. Daha ilk yazısında ‘Belki inandığım her şeyi yazamayacağım ama inanmadığım hiçbir şeyi yazmayacağım.’ Yani içinde bulunulan durum ve şartlardan dolayı insan inandığı her şeyi yazmayabilir. Gerçi bunu aştı. İnandığım her şeyi yazamayacağım diyordu ama inandığı bazı şeyleri yazıyordu. O zaman da gazete ile ilişiği kesiliyordu. Pek çok meziyeti var. Pek çok büyük insanın bazen de kusurları oluyor. O kusurları olmasa deha olacak ama azim yok. Galip Erdem’de hırs, azim, ihtiras yok. Yazarsa yazar, yazmazsa yazmaz. Yani biraz tembel tarafı da vardı. Kendisinden yazı almak son derece güçtü. Oturur rahat yazardı. Hatta bir defasında ‘Kemancının hikâyesini niye yazmıyorsun?’ diye sormuştuk Galip Abi’ye. Kemancının hikâyesini anlatmıştı. Bu O’nun dilinde çok anlatılan bir şeydi. Bir orkestrada kemancı fevkalade güzel çalıyor ama devamlı olarak yüzü asık. ‘Niçin yüzün asık?’ diye soruyorlar. Parasını artırmışlar, baş kemancı yapmışlar yine yüzü asık. Sonunda sormuşlar ‘Bu kadar güzel çalıyorsun niye hep yüzün asık?’ ‘Ben keman çalmayı sevmiyorum.’ diye cevap vermiş kemancı. Şuradan gelirken bir ayakkabı boyacısı var. Ayakkabımı boyattım. 86 yaşında imiş Mengenli. Adam yaptığı işi beğenmeli, sevmeli ve yaptığı işten mutlu olmalı.’ diyerek sarıldı ayakkabılarıma. O da öyle. Yaptığı işi seviyor ayakkabı boyacısı. Galip Abi’de kültür var, muhakeme yeteneği var ama belki daha çok okumayı seviyor. Bazen böyle okumaya daldığınız zaman yazı yazmayı unutursunuz. Yani biriktire biriktire yazı yazmayı unutursunuz. Öyle sanıyorum ki hep mecbur kalmış da yazı yazmıştır. İyi ki de kalmıştır, iyi ki onu zorlayanlar olmuştur, iyi ki mecbur bırakanlar olmuştur. Böylece çok gazete değiştirmiştir. Tercüman’dan sonra çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmış ama bir defa küsmüş galiba. 6 sayı yazmamış. Neye küsmüşse orada bir kırılganlığı var. Kitaplarından iki tanesini Ötüken Yayınevi basmış. Eğitim ve kültürle ilgili özellikle 12 Eylül İhtilali’nden sonra yazdığı yazılar. Diğerleri daha genel. ‘Galip Erdem ve Mektuplar.’ Bu kitap Milli Eğitim ve Kültür Yayınlarından çıkmış. Ötüken’den çıkanlar 1975’te. Bunlar Ülkücünün Çilesi, Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar. Demek ki o zaman biz kitap okuyormuşuz ve alıyormuşuz. Eğer sabır ve azim olsaydı doğrudan doğruya oturup belli bir konuda kitap yazardı. Bunu yapmadı. Bu makaleleri, fıkraları ve sohbetleri ile bizleri yetiştirdi. Benden önceki nesil, bizim nesil ve bizden sonraki bir kaç nesli sohbetleri ile yetiştirdi. Sohbet adamıydı. ‘1980’den sonra birden bire uyandı.’ diyor İskender Hoca. O mektup faslı ile. Tabii burada güvenilir olması çok önemli. Yani makbuz yok, senet yok, sepet yok herkesten belli bir yardım için para topluyor. Yani 12 Eylül İhtilali’nden sonra tutuklu bulunan kimselere ve onların ailelerine yardım için hepimizden para topluyordu. Asla kimse sormazdı ‘Bunun senedi filan var mı?’ diye. Misafirlik için evlere giderken çikolatalarını Ülker’den alıyordu. Çünkü rahmetli Sabri Ülker’di kurucusu Ülker’in. Belki en fazlasını ondan alıyordu. Onun için bizim eve de üç çikolata ile geliyordu. İki çocuğa bir de bizim hanıma. Geldiği belli evler vardı. 12 Eylül’den sonra genellikle eşi içeride olup da dışarıda kalan, mesela Şenol Bal’ın evi çünkü eşi Sami Bal içeride. 12 Eylül öncesi Ülkü Ocakları Başkanlarından. Onlara giderdi ve bize de gelirdi haftada bir. Kanepede Galip Abi’ye ait bir sigara deliği var. Özellikle onu yıllarca onarmadık, çünkü o bir izdi Galip Erdem’den kalan. Bizde tabii ki günün meselelerini ve dertlerini konuşurduk. Ben en çok da Türk milliyetçiliğinin tarihini sorardım ona. En azından kendi dâhil olduğu dönemden itibaren. 1950’lerin başından itibaren Türk milliyetçiliğinin tarihini ve içinde yaşadığı olayları anlatmasını isterdim ve anlatırdı. Not etmezdim keşke etseydim. Şimdi telefonlarla hemen kaydediyorsunuz. Ama zihnimize yerleştirebildiğimiz kadarını yerleştirebiliyorduk. Tabii ki Türk kültürü ve musikisi onun için vazgeçilmezdi. Güzel de olsa Batıya bakmazdı. Bazen tartışırdım çünkü güzel dünyanın neresinde olursa olsun güzeldir. Avrupa’da ve Amerika’da da müzik güzelse güzeldir. Bu konuda biraz tartışıyorduk. Kitabına da baktığınız zaman bunları net olarak görüyorsunuz. Millî kültür savaşı kaybedildiği zaman o millet bir daha ayağa kalkamayabilir. Ama silahlarla yapılan savaşta kaybetseniz bile, millî kültürünüz yaşıyorsa tekrar dirilebilir, ayağa kalkabilir ve ortaya çıkabilirsiniz. Şimdi Galip Erdem vesilesiyle bizim çok iyi bilmemiz gereken Türk milliyetçiliği ve Türkçülük, belli bir birikime ve kültüre sahip olmadan olmuyor. Oluyor belki ama o heyecandır. Tabii ki geniş halk kitlelerinde bir Türklük heyecanı var. Adına ‘Türklük ve millî’ demese de milletin başına bir felaket geldiği zaman bu duygu ve heyecan var. Bu millî bir duygudur. Ama ‘Türk milliyetçiliği ve fikir sistemi.’ dediğimiz zaman onun belli bir kültüre dayanması gerekir. Yani duygunun üstünde şuur var. Onun için de belli bir kültür seviyesi gerekiyor. O sebeple sözlerimin başında bahsettiğim mahfiller de bize bunu kazandırmaya çalışırlardı. Biz de bunu kazanmaya çalışırdık. Bize ödevler verilirdi. ‘Şu kitabı okuyacaksın ve anlatacaksın.’ diye. İzmir Türk Ocağı’nda da yapardık onu. Üniversiteliler Kültür Kulübünde küçük küçük kitaplar halinde yayımlanmıştı 1960’ların başında. Maksat büyüklerimizden bir şeyler öğrenelim. Bir kitabı anlamanın en iyi yolu, o kitabı okuduktan sonra birilerine anlatmak mecburiyetinde kalmaktır. Eğer onu birilerine anlatmak mecburiyetinde kalırsanız, o kitabı daha iyi anlayabilirsiniz. Onun için de buna benzer kitapları okur ve küçük çaptaki seminerlerde anlatırdık. Galip Erdem’in gerek Türk Ocağı’nda gerekse bulunduğu evlerdeki toplantılar adeta birer seminer havasında geçerdi. Ondan çok istifade ettik. Onu şimdi hepimiz arıyoruz. Onun mantığı, tasnifi, sınıflandırması ve kategorileştirmesi mükemmeldi. Bu mantık için çok önemli idi. Bu konulardaki üstün başarısını hatırlıyoruz. Bu kitapları İnşallah genç arkadaşlarımız edinir, okurlar ve çeşitli konuları nasıl sınıflandırdığını görürler. Galip Abi derdi ki ‘Ben Müslümanlara rağmen Müslümanım. Dış Türklere rağmen Turancıyım.’ Dış Türkler de bugün hep birbirlerine girmiştir. Çeşitli dış Türk dernekleri kurulur ve hep birbirleriyle çatışırlar. ‘Onlara rağmen Turancıyım ve milliyetçilere rağmen milliyetçiyim.’ derdi. Bu tasnifler içinde Ülkücülükle milliyetçilik arasındaki çizgiyi çok net şekilde ortaya koyardı. Herkes milliyetçi olabilir. Bulunduğu topluluğa ve millete herkes kendisini mensup hissedebilir. O hissetmenin ötesinde, kendi milletinin altındaki kademeler kabile, grup, klan, aile, fert milletin altında bütün bunların menfaatlerinin üstünde, onlara rağmen adanmışlık ve kendini feda edebilmek Ülkücülüktür. Bunları yazılarında net olarak ortaya koymuştur. Sohbetlerinde bunları hep anlatırdı. Nihayet bir toplantısı çok meşhurdur. Galip Abi kürsüye çıkmış, ‘Türk milliyetçilerinin baş meselesi milliyetçilerin kendisidir. Birbirlerini yeterince sevmemeleridir.’ demiş ve inmiş. İSKENDER ÖKSÜZ: “Dergilerle ilgili olarak 1960’dan 1968’e kadar tabii ihtilal olmuş, her şey CHP’nin yönetiminde yürüyor. İhtilalin içindeki milliyetçi subaylar sürülmüş yurt dışına. Fakat Son Havadis ve Yeni İstanbul gibi gazeteler hâlâ çıkıyor. Son Havadis’ten bizim Ülkücüler atıldılar. Kontrolü kaybedince sonra bir darbe ile bir sayı daha çıkardılar. Galip Erdem bunlarda da yazardı. Ben o sırada İzmir’de idim. İlk defa yıldız falı köşesi okumaya başladım ve hoşuma giderdi Yeni İstanbul’un. Meğerse Galip Abi yazarmış onu. Boğa Burcu ile ilgili de şöyle yazarmış. ‘Bugün evinize bir misafir gelecek hazırlıklı olun.’ Meğer bu bir mesajmış gideceği eve, çünkü kendisi gidiyormuş. Tüm burçları yazıyordu. SADİ SOMUNCUOĞLU: “Ben size biraz da hayatından bahsedeyim. Rize’de doğmuş. Liseye kadar orada okumuş. Çok okuyan, çok düşünen kendi kendini yetiştiren bir insan. Biz hepimiz büyüklerimizden, çevremizden fikir aldık. Okuduğumuz kitaplardan fikir aldık. Ama Galip Abi biraz farklı. Kendisi, milliyetçi, Türkçü ve Turancı. Babası da okuyan bir adam. Evlerinde büyük bir kütüphane var. O dönemde her evde olmayacak kadar zengin bir kütüphanesi var babasının. Ama babası ile arası hiç iyi değil. Çünkü çok disiplinli bir adam. Çocuğu ile arasında mesafe var. Kendisi babasına çok sonra bir mektup yazıyor. ‘Senin yüzün bana karşı bir kere dahi gülmedi.’ diyor. Babasına tenkit ve sitem dolu, çok duygulu bir mektubu var. Okursanız çok etkilenirsiniz. Ev askeri kışla gibi çok resmî bir ev. Şefkat görmemiş fakat kendisi bir arkadaşı ile birlikte Turan’a gitmeye karar veriyorlar. Lise yıllarında. Para biriktiriyorlar iki arkadaş. Erzurum’dan otobüse binip Van’ı gidiyorlar. Van’dan da İran’a oradan da Orta Asya’ya Turan’a yani Afganistan’a geçecekler. Afganistan sefirimiz o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’dır ve o da milliyetçidir. Van’a gitmişler böyle dolaşıyorlar. O zaman şehirler bugünkü gibi değil. Sokaklardaki insanlar hep aynı. Bir yabancı gelse herkes fark ediyor. Neyin nesi acaba garip birisi mi veya şüphe ile bakıyorlar. Bunlar iki arkadaş otobüs arıyorlar. ‘İran’a nasıl geçilir?’ diye soruyorlar filan derken bu durum polislerin dikkatini çekiyor. Yakalamış polis bunları götürmüş. Polise bir şeyler anlatmışlar. Valinin önüne kadar çıkarmışlar bunları. Polis hiç anlamıyor ‘Turan’a gitmek ne demek?’ diye. Vali de milliyetçi bir adammış. Valiye anlatınca anlamış durumu. ‘Çok memnun oldum, teşekkür ederim ama sizi biz tekrar Erzurum’a ailelerinize gönderilim bu şekilde olmaz.’ demiş vali. Böylece evlerine dönmüşler. Erzurum’daki hayatı çok enteresan ama anlatmak çok uzun zaman alır. Hayatının birinci bölümünü ‘Erzurum’da Lise bitinceye kadar.’ iye sayıyor. Ama hocaları var. Orada tanınmış bazı zatlar var. Alvarlı Mehmet Efendi diye bir Nakşi Şeyhi var ve çok meşhur bir adam. Erzurum’un Alvar köyünden. Herkes ona karşı büyük hürmet gösteriyor. Onun oğlu da Seyfettin Efe. Ben onu tanıdım Erzurum’da Efe diyorlar şeyhe. 75 yaşlarında idi. Rahmetli Nevzat Kösoğlu ile birlikte bir miting dolayısıyla Erzurum’a gitmiştik. ‘Seni Seyfettin Efe ile tanıştırayım.’ dedi. Gittik onunla da bir sohbetimiz oldu. Onun babası rahmetli Mehmet Efendi’ye bir gün Galip Abi gidiyor. Kafasında bir konu var. Neyse huzuruna alıyor. ‘Buyur delikanlı ne diyorsun?’ diyor. ‘Efendim bu ibadetler suyun öbür tarafına geçmek için bir köprü müdür?’ diyor. Yani hedefe varmak, kâmil insan olmak için, halis Müslüman olmak için. ‘Evet, evladım.’ diyor. Şeyh anlıyor durumu. ‘Yani sen diyorsun ki bu köprüden geçmeden de oralara gidilemez mi? demek istiyorsun. Onu sormak istiyorsun bana. Böyle kahramanlar çok çıkmıştır ama sen bu köprüyü terk etme. Sen bu köprüden geç. ‘ Galip Erdem, ‘Ama ben Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in Maarifname’sini okudum. Orada böyle yazıyor.’ diyor. Mehmet fendi de, ‘Öyle yiğitler belki vardır ama onlar biz böyleyiz demezler. Sen onları kafandan çıkar.’ diyor ve Galip Abi dersini alarak dönüyor. İstanbul’a geliyor Hukuk Fakültesi’nde okumaya. Orada Ülkücü ve milliyetçi çevrelere giriyor. Uzun süre hayatı oralarda geçiyor. ‘Kara Kedi’ diye bir mizah mecmuası çıkarıyorlar İstanbul’da. Gırgır gibi vs. Kendileri yazıyorlar, kendileri çiziyorlar, kendileri satıyorlar. Ömer Öztürkmen gibi çok değerli arkadaşları var. İstanbul’da fikir hayatı böyle devam ediyor. Sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne devam ediyor ve oradan mezun oluyor. Yalnız çok memuriyetlere giriyor çünkü geçinmesi lazım ve işe ihtiyacı var. Arkadaşları da o gencecik Galip Abi’nin bir değer olduğunu anladıkları için itiraz etse de bir işe sokuyorlar devletin herhangi bir kurumunda. Ancak üç-beş ay çalıştıktan sonra ayrılıyor. Çok yere girip çıkmış ama hiçbir yerde devam etmemiş. Çünkü devlet dairesinde sıkılıyor. Bir devlet dairesinde bir odada üç-beş kişiyle beraber ömrünü geçirecek. Oysa o bir dava adamı. Her istifa ettiğinde de parasız kalıyor. Bütün arkadaşları Galip Abi’nin durumunu biliyorlar. Mümkün olana ne ise yapmaya çalışıyorlar ama umurunda değil. Dünya nimetleri denilen şeylerle alakası yok. Hepsini çiğnemiş geçmiş bir adam. Son bu gazetelerde yazı hayatı başlıyor. O dönemde 1960’lı yıllarda çıkan gazetelerde yazıları var. Bu yazılarla da tatmin olmuyor. Çok da özlü ve kısa yazardı. Bu çok büyük ustalıktır. Peyami Safa da en kısa yazanlardan birisidir. Muharrirlik ayrı bir iştir. Şimdi muhabirler köşe yazarı oldular. Muhabirler haber yazarlar. O zaman muharrirlik diye bir meslek vardı. Bir muharrir, yazar o gazeteden ayrıldığı zaman binlerce okuyucusu onun gittiği yeni gazeteyi okumaya başlardı. Çok iyi hatırlıyorum rahmetli Peyami Safa’yı Milliyet gazetesinden ayırdılar sonra Son Havadis’e geçince 30 bin okuyucusu da oraya geçti. Galip Abi de çok özlü, cümleler sağlam, açık, net anlaşılır yazardı. Yazılarının bir bütünlüğü ve sağlam bir örgüsü vardı. Ama ‘Bu küçük küçük yazıları yazıyorum ama ne faydası var? Bunlarla ne olacak?’ derdi. Tatmin olmaz ve yazmazdı. Tembelliği de vurdu kendisini. 1961-62 yıllarında Yeni İstanbul gazetesinde yazıyor. Ben de o zaman İşçi Bulma Kurumunda memurum 1958’de girmiştim memuriyet. Bir gün bana geldi. 1961’de seçim vardı. Ömer Öztürkmen CKMP’den Rize Milletvekili aday adayı olmuş ve Galip Abi’yi de yanında müşavir olarak götürmek istiyor. Galip Abi bana dedi ki ‘Yeni İstanbul gazetesinin Ankara Temsilcisi var Muzaffer Yılbar evimde beni uyutmuyor. ‘Sen yazmazsan bu gazete yürümez, sen yazmazsan şu olur bu olur diye devamlı olarak beni baskı altında tutuyor. Ben yazı yazmayacağım. Yarın seyahate çıkıyorum. Beni adıma sen bir yazı yaz bir zarfa koy, Galip Abi bu yazıyı bıraktı de bakalım farkına varıyorlar mı?’ dedi. Ben de 1960’da bir yazım çıkmıştı Orkun dergisinde. Başka bir yazı hayatımız yok. Gençler arasında zaman zaman kendi kendimize yazıyoruz. Ben yazdım ve götürüp Muzaffer Yılbar’a verdim. ‘Galip Abi seyahate çıktı selamı var.’ dedim. Galip Abi seyahatten sonra dönünce ‘Görüyor musun bak beni aldatıyorlarmış, yazıyı bastılar.’ Yalnız sana bir haber vereyim.’ dedi. O zamanda başörtüsü tartışması vardı. ‘Senin yazı çok iktibas edildi haberin olsun.’ Hayatında böyle hayal kırıklıkları ve tatminsizliklerin verdiği sıkıntılar hiç eksik olmadı. 1969’da Devlet gazetesini çıkarıyoruz. Baş yazılarını Galip Abi yazardı. Çok müthiş yazılardı. İsim yoktu yazılarında. Devlet imzası ile çıkıyordu. Gazi Osman Paşa’daki Hafta Sokak’ta bahçe katında kiralık bir evi var orada oturuyordu. Galip Abi’yi arıyoruz ediyoruz evinin telefonu cevap vermiyor. Halil Özyıldız, İbrahim Metin ve ben üçümüz gittik. Kapıyı kıracak gibi çalıyoruz açılmıyor. Biliyoruz ki içeride. Hiç ses yok. Bahçe kısmındaki pencereler de demirli güvenlik açısından girmek mümkün değil. Oradan da cama vuruyoruz nihayet kapı açıldı. Galip Abi pijama ile çıktı ama ayakta duramıyor. Diyazem hapı tüpü ile içmiş meğerse. Hemen bizim Prof. Dr. Ferhan Özmen’i telefonla aradık. Hacettepe’de bizim Ülkücü hareketin önemli liderlerindendir adı pek bilinmez. ‘Galip Abi bir tüp diyazem hapı içmiş ayakta duramıyor ne yapalım?’ diye sorduk. ‘Coca-cola ve su verin vücuttan atılması için hemen.’ dedi. Galip Abi de Coca-cola’yı çok severdi. Bakkaldan hemen bir litrelik alıp içirdik hiç itiraz etmedi. Kendine geldi ama bir iki saat sürdü bu durum. İbrahim Metin, ‘Galip Abi yazı yaz.’ dedi. ‘Kendimde değilim nasıl yazayım?’ İbrahim de ‘Sen söyle ben yazarım.’ dedi. Galip Abi’nin bizimle olan münasebetlerini, davaya olan bağlılığını her olayda görmek mümkündür. İbrahim bir kolundan çekiyor ‘Kalk abi.’ diyor. ’İbrahim öteki kolumdan azrail çekiyor bu kolumdan sen çekiyorsun insaf yav.’ dedi. Bir şeyler söyledi Galip Abi, İbrahim de yazdı ama yazı olmadı çünkü tam kendinde değildi. Fakat Devlet gazetesinde 1960-1979 yılına kadar devam etti Galip Abi’nin baş yazıları. Devlet gazetesinde otururdu. Rahmetli Dündar Taşer de Devlet gazetesinden çıkmazdı. ‘Kültür Bilim ve Teknik Merkezi’ diye bizim bir kuruluşumuz vardı. Meşrutiyet Caddesi’nde ilk defa doğru dürüst bir yer tuttuk. Gazeteyi oraya taşıdık. Töre orada çıkmaya başladı. Ama Galip Abi ve Dündar Abi oranın fikir sütunu gibiydiler. Sohbete gelenler orada devamlı olarak meseleler konuşulurdu. Hepimizin düşüncelerinin düzeltilmesinde, yetişme çağımızda çok büyük katkıları oldu. Biz o zaman genç nesillerdendik. 1958’de bir Türk Ocakları’nda biz ders çalışırdık İbrahim Metin, Halim Özyıldız filan. Karşımızda Ticaret Lisesi vardı. Biz orada öğrenci idik ve Türk Ocağı’nın kütüphanesinde ders çalışırdık 1955’lerden itibaren. Üst katta pek faaliyet olmazdı. Sonra bir takım faaliyetler başlayınca İbrahim Metin bir gün oraya çıkmış ve seminer filan görmüş. Gelip bize haber verince oraya çıktık. 1958 idi galiba. Orada Galip Abi ile karşılaştık. Bizi görünce ayakta karşıladı. Çok sevindi. Takım elbiseli, kravatlı ve kılık kıyafeti çok düzgündü. O zaman sakalı da yoktu. Bendeki intiba şuydu: ‘Herhalde zengin bir ailenin çocuğu herhangi bir işte de çalışmıyor, bütün vaktini buraya ayırıyor.’ diye içimden geçirdim. Sonra baktım ki onun zenginliği kafasının içinde ve gönlünde imiş. Ondan sonra o haliyle pek karşılaşmadık. Evlendiğinde Türk Ocakları şeref salonundaki nikâhı kıyıldığında bile o kadar yakışıklı değildi. Gençlere karşı sonsuz şefkat sahibi idi. Gençleri kanatları arasında korur ve kusurlarını görmezdi. Ama büyüklere karşı acımasızdı, affetmezdi. Hatalarını affetmezdi derhal yerinde onu düzeltirdi. Bu konuda sert tavırlar takındığı da olur, nezaketi bozmadığı da olurdu. Dümdüz söylerdi. Bakan, başbakan dinlemezdi. Osman Turan Hoca Allah rahmet eylesin. 1959’da Türk Ocakları Genel Merkezi İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. İlk kongrede kendisi genel başkanı oldu. Osman Turan Hoca Tarihte Türk Milliyetçiliği diye bir konferans verdi. Şeref salonunda. Konferans bitti Galip Abi el kaldırdı. ‘Hocam Türk milliyetçilerini sayarken Yahya Kemal’den bahsetmediniz. Bu olmadı.’ dedi. Hoca da, ‘Galip tamam da Yahya Kemal hiçbir yazısında Türk milliyetçiliği diye bir ibare kullanmamış.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine, ‘Evet, doğru ama saçından tırnağına kadar bütün satırları Türk kültürü ve milliyetçiliği ile doludur yazmak şart mı o ismi Hocam.’ dedi Galip Abi. Hoca durakladı. ‘Haklısın Galip.’ dedi. O da fazilet sahibi bir insandı. Biz yakın zamanlarda 1980’den sonra Diyanet’in konferans salonunda yine bir konuda konferans düzenledik. Orada bir gündem maddesi var. ‘Protokol konuşmaları’ diye. Bizim geleceğini düşündüğümüz devlet adamları gelmedi ama eskiler geldi. Mesela eski Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli, Sadettin Bilgiç vs. Biz onları hiç olmazsa konuşsunlar dedik. Galip Abi küplere bindi. Belki hayatında en çok kızdığı bu olaydı. ‘Niçin.’ derseniz. ‘Türk milliyetçilerinin protokolü Türk milliyetçiliğine hizmetleri ile ölçülür. Bunların ne hizmeti var Türk milliyetçiliğine?’ dedi. Galip Abi ‘Türk milliyetçiliği ve ülküsüne hizmetine göre protokol olur.’ derdi ve hayatında da buna çok dikkat ederdi. Hiç affetmezdi ve doğrusu biz orada iyi bir ders aldık. Gerçi bunu her arkadaşımız söyler ama buna hayatta uymak o kadar kolay olmuyor. Ama Galip Abi öyleydi. 1980 İhtilali’nden sonra bütün dernek ve sendikaların faaliyetleri durdurulmuştu. Partiler kapatıldı fakat dernek ve sendikaların faaliyetleri durduruldu. 1986’da serbest bırakıldı. Bir gün Türk Ocakları’nın kurultayı var. Turgut Özal da Başbakan. Orada bizim Mustafa Taşar gibi rahmetli milletvekilleri var. Özal’ı ikna etmişler. ‘Burası çok önemli bir yerdir siz mutlaka gelin ve bir kaç şey söyleyin.’ diye. Galip Abi de Divan Başkanı. Özal konuştu bir şeyler söyledi. Sonra ‘Benim işim var.’ diyerek çıkacağını söylemiş. Bu durumu Galip Abi’ye bildirdiler o da anons ediyor. Öyle bir anons etti ki içinde mesajlar dolu. Davet eden arkadaşlar ‘Galip Abi koskoca Başbakan’ı getirdik buraya sen onun ayrılışını öyle bir ifade ettin ki adama gelmesem daha iyi olurdu dedirttin.’ diye sitem etti. Galip Abi, Özal’ı da sevmezdi. Onun hedef ve fikirlerini Türk milleti için zararlı görürdü. Belki onun da tesiriyle öyle bir tavır sergiledi kurultayda. Galip Abi’nin ilkeleri vardı. Bazı arkadaşlarımız küçük kitapçıklar yayımladılar vefatından sonra. ‘Galip Abi’den Seçme Sözler’ diye. Türk Ordusu konusunda şöyle bir özlü sözü vardı: ‘Türk Ordusu ile görüşlerimiz uyuşmasa da, görüşler bakımından bir takım sıkıntılarımız olsa da, Türk milliyetçilerinin Türk Ordusu’nun sevmeleri görev değil emirdir. Çünkü ordu olmazsa devlet olmaz, devlet olmazsa vatan, millet olmaz.’ Böyle ustura gibi keskin prensipleri vardı. Ülkücülük ve milliyetçiliğin ayrımı ile ilgili görüşlerini Ahmet Bican Hocam söyledi. ‘Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin hedeflerine ulaşması için inanmış insanların hayatını da ortaya koyarak yaptıkları mücadeledir.’ der ve onun için bu kavramlara çok önem verirdi. 1980’den sonra Galip Abi yardım topluyor. Rahmetli Süleyman Demirel’i de Zincirbozan’a uzaklaştırdılar ama cezaevine koymadılar. Biz cezaevindeyiz, sıkıntılarımız çok tabii. Demirel ile de ‘Onun tanıdığı zenginler var yardım yapabilirler mi acaba?’ diye görüşecek. Demirel randevu vermiş. Galip Abi de o randevu gereği telefon ediyor ‘Gelmek istiyoruz.’ diye. Demirel de, telefona çıkmayarak yanındakilere ‘Bizim kâtip var onunla görüşüp konuşsunlar.’ diye cevap vermiş. Sonra Demirel’in etrafındakiler Galip Abi’yi iyi tanıyanlar Demirel’e diyorlar ki, ‘Bu Galip Erdem çok önemli adam, bu biraz olmamış.’ Bunun üzerine Demirel telefonla kendi arıyor. Akıl dükkânı dediği avukatlık bürosuna. Bürosunu arayıp ‘Süleyman Demirel seni arıyor.’ diyorlar. Galip Abi de diyor ki ‘Benim kâtip var şimdi ben meşgulüm, kâtiple konuşsun.’ diye cevap veriyor. Hiç affetmezdi. ‘İntikamını aldı.’ diyebiliriz. İhtilal oldu. Galip Abi, büyük bir savunma yaptı. Kitap gibi bir savunma yaptı. 65 sayfalık bir savunma metnini mahkemeye verdi. Sözcü diye haftalık Devlet gazetesi boyunda bizim dışarıdaki arkadaşlarımızın çıkardığı bir gazete vardı. Gazeteci Avni Özgürel de orada yazıyor. Taha Akyol çıkınca o da yazmaya başladı. Bican ve Öksüz de orada yazıyordu. Orada ‘Beşiktaş Nasıl Kurtulur?’ diye yazısı çıktı Galip Abi’nin. Beşiktaş’ın sitesinde var hâlâ tutuyorlar. Beşiktaş Kulübü küme düşmekle karşı karşıya. Beşiktaş’ın şahsında Türk milliyetçiliğinin nasıl kurtulacağını anlatıyor. Askerî idare var. Sadece Beşiktaş Kulübü yanlış anlamadı. Bizim değerli Türk milliyetçi kardeşlerimiz de yanlış anladı. Onlar da Galip Abi hakkında ileri geri konuştular. Müthiş bir yazıdır. Yani bu yazı Galip Abi’nin hayatı boyunca kaleme aldığı yazılar içerisinde iz bırakan belki de birinci yazıdır. Herkese okumayı tavsiye ediyorum. Bugün biz de ‘Türk milliyetçiliği nasıl kurtulur?’ diye yazabiliriz.” İSKENDER ÖKSÜZ: “Galip Abi, sihirli ve kuvvetli kalemlerden biri. Nerede karşılaşacağınız belli olmaz. Birçok devlet büyüğünün konuşmasında Galip Abi’den paragraflar vardır. Mesela dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın konuşmasını Galip Abi yazdı. Türkeş Bey’in konuşmalarında da Galip Abi’den alıntılar vardır. ‘Çay hikâyesi’ enteresandır. Söylediğim gibi çaya ayağa kalkıp hürmet ediyor, fakat kendisi çay demleyemezdi. Mutlaka birinin gidip çay demlemesi lazım. ‘Tren gitmek için ray ister, abla benim canım çay ister.’ derdi. Şimdiki gençlerle o zamanın gençleri yani bizler arasında benim en çarpıcı bulduğum şey şu: Biz şimdi gençlere konuşuyoruz. Erkeklerin yarısının ismi Kürşat, öbür yarısının ismi Alperen. Kızlar da ‘şu bilge, bu bilge’ filan. Bizim annelerimiz ve babalarımız Türk milliyetçisi idi ama şuurlu olarak Türk milliyetçisi değildi. Bu hem iyi bir şey hem pek iyi bir şey değil aslında. Bunu ben nereden öğrendim? Gençlerden birinin ‘Neler hayal ediyoruz?’ diye bir notu var. Bunların arasında birisi ‘Annesi ve babası Türk milliyetçisi olmayan arkadaşlarımız da olsa aramızda.’ diye yazmış. Bu vahim bir durum, iyi bir durum değil. Türk milliyetçiliğinin protokolü şu anda yok. Türkçüler Derneği kurulduğunda protokole göre numara alıyordu, yani mensupları kıdeme göre. Ananemizde kıdem önemli bir şeydir. Hatta karşı tarafın bir dergisinde Atsız Bey’den ‘01 numaralı faşist.’ diye bahseden bir yazı çıkmıştı. Milliyetçiliğin tarihi üzerinde bu kadar çok düşünen kafa ve kalemdir Ahmet Bican Ercilasun. Bazen de ‘İzmir’deki Türkçüler’ diye yazıları var. Acaba Bican’dan bu toplantıdan başlayarak rica etsek bir ‘Milliyetçiler Tarihi’ yazsa. Bunu da şu formatta yazsa: Kendi hatıraları ve ara ara da Gökalp zamanına, Türk Ocağı’nın kurulduğu zamana, Namık Kemal’e filan gitse. Bölüm bölüm gezinti yapsa ne kadar güzel olur.” AHMET BİCAN ERCİLASUN: “Şu anda Nihal Atsız’ı yazıyorum. Bir bakıma Türk milliyetçiliğinin tarihi. 12 Eylül’den sonra devamlı olarak bir araya geliyoruz. Bir kaç yıl önce ölümü yaklaşmış adamı muhakeme etmek kolay. Galip Erdem’de ve o zamanki Türkçülerde iktidardaki adamlara çatmak var. Güçlü ve kuvvetli olan adamlara çatmak var. Kuvvetten düştükten sonra bu bizim mertlik ve yiğitliğimize sığmaz. Kalkıp iki-üç yıl önce adamlar güç ve kuvvetten düşmüş, intikam diye girdik. o zaman Galip Erdem, hiç kimsenin sesinin çıkmadığı dönemlerde bir şekilde mutlaka yazısını yazardı. Bununla yetinmedi 65 sayfalık mektup yazdı Kenan Evren’e. Bu mektup yayımlandı. Kahramanlık o zaman yazmaktır. 65 sayfalık doğrudan doğruya Kenan Evren’e hitaben yenilir yutulur şeyler değildi. Bunu kitap haline getirelim ve o mektubu da tekrar yayımlayalım. Aramızda konuşurduk ve yapamayacağımız şeyleri de konuşurduk. Sözcü gazetesinden sonra İstanbul’da Yeni Düşünce yayımlanmaya başladı. O sırada referandum filan geliyor 1982 Anayasası ile ilgili. Üç defa telefon ettim Akkan Suver’e çünkü o çıkarıyordu. ‘Yeni Düşünce’nin kapağı mavi çıksın.’ diye. Çünkü mavi ‘Ret.’ demekti. Yeni Düşünce üç sayı Mavi renkte çıktı kapağı. Akkan Suver’i de bu sebeple sorguya çekmişler. Ben de orada ‘Mavi’ başlıklı bir yazı yazdım ‘Ankara’nın havaları ne kadar kötü.’ diye. Neticede Galip Abi bunu yapardı. Mektuplar kitabında o yazılar var. Mutlaka söyleyeceğini bir punduna getirip söyleyeceğini 12 Eylül’de de söylemiştir. Bugün de kendilerine Ülkücü ve Türk milliyetçisi diyenlerden bunu beklemek herhalde hakkımızdır. Ama galiba bugün başka şeyler oluyor. Baskınlar maskınlar vs.” SADİ SOMUNCUOĞLU: “Son olarak ‘Hapishaneler Dönemi’ dediğimiz 12 Eylül Darbesi ile beraber Ankara’da “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar’ diye ‘Ana Dava’ açıldı. 950 sayfalık iddianamesi vardı. 220 idam istiyorlardı parti yönetimi dâhil gençlerimiz hakkında. 567 sanığı vardı. Bu davanın avukatlığını üstlenen Galip Abi sabahın 06.00’sında kalkar gece 01.00’de yatardı. Ağır bir işçi bile o kadar çok mesai yapmamıştır. O zayıf bünyesi ile kış demedi, yaz demedi koştururdu. O hapishanede yatan arkadaşlarımızdan İstanbul sanıkları vardı, Adana sanıkları vardı. Bunların aileleri Ankara’ya geleceği zaman trenle, otobüsle Galip Abi erken saatlerde o arkadaşların ailelerini garajlarda karşılardı. İnsan üstü bir mesai yaptı. Mamak’taki duruşmalara geliyor hukukçu, hiç avukatlık yapmadı. Bu dava sebebiyle daha önce yaptığı avukatlık stajını baroya kayıt yaptırarak avukatlığa dönüştürüp mahkemelere girdi. Davalar bitti ve bilhassa gençlerimiz ağır cezalar aldılar. Parti yönetiminden sadece rahmetli Türkeş Bey ceza aldı. Uydurma bir şeyden dolayı. Parti yönetimi ve gençlerimizin de önemli bir kısmı tahliye oldu. Galip Abi’nin aileler için topladığı yardımlar bitmemişti vakıf filan da kurmuştu yürüsün diye. Fakat o tarihlerden sonra Galip Abi büyük bir hüsran içerisine girdi. Konuşmayı, konferansı hatta dava sohbetlerini bitirdi. Konuşması için çok ricada bulunmamıza rağmen ‘Söz orucuna başladım.’ derdi. Kimse konuşturamadı. Bir hayal kırıklığına düştü. Bunun ne olduğunu kendisi söylemedi ama yakından tanıyanlar bunu farklı da olsa yorumladılar. Umduğunu ve beklediğini görememenin bir hayal kırıklığını yaşadı. Fakat dostları ile olan ilişkilerini bilhassa tanıdığı ailelerle temasını hiç kesmedi. Pek çok eve giderdi. Akşam yemeğine evlere giderdi. O söz orucu döneminde bunun sayısını 4’e indirdi. Bu 4 evden başkasına yemeğe bile gitmemeye başladı. O kısmını da söylememiz lazım. Ömrünü milletine, fikriyatına, davasına adamış bir serdengeçti, dünya nimetlerini hiç hesaba katmayan bu büyük insanın son dönemi maalesef böyle geçti. Allah rahmet eylesin. Bütün hizmet edenler, o fedakâr insanlar ağır şartlarda, çileler içerisinde hiçbir itiraz yapmadan büyük bir yük taşıyan insanlar bizim örneğimizdir. Galip Abi sadece fikri açıdan bizim düşüncemizin sapasağlam bir yapıya kavuşmasında değil, kişi olarak da, yüksek ahlak sahibi olarak da hepimize örnek oldu. Bu hakkını da teslim etmemiz lazım. Hepinize teşekkür ediyorum. Ruhuna da bir Fatiha okuyalım. “ TÜRKAN HACALOĞLU: “Öncelikle Galip Abi’nin ölümünün 20. yılında Millî Düşünce Merkezi ile anmak için yönetim kurulumuzda karar aldık. Sağ olsun Sadi Bey’i aradım. Bizi kırmadılar bu teklifimizi kabul ettiler. Bugün de Millî Düşünce Merkezi ile birlikte düzenlediğimiz bu toplantımız sona ermiştir. Ben Sadi Bey’e, Sayın Ahmet Bican Ercilasun Hocamıza ve Sayın İskender Öksüz Hocamıza çok teşekkür ediyorum bu katılımlarından dolayı. Sizlere de katılımınız için teşekkür ediyorum. Galip Abi, sen ölmedin ve kalbimizde yaşıyorsun. İşte örneği burada. Ayrıca Galip Abi Türk Ocakları Ankara Şubesi’nde Başkanlık yapmıştır. Bugün Türkün ocağında tekrar bir arada olmaktan çok büyük mutluluk duydum.” SADİ SOMUNCUOĞLU: “Bir küçük ilave yapayım. İskender Hoca ile Ahmet Bican Hoca, Millî Düşünce Merkezi Yönetim Kurulu Üyeleridir.”
·
3.081 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.