Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Babam Bekir Berk Ertuğrul Hakan Berk BEKİR BERK’İN ilk eşinden oğlu, Ertuğrul Hakan Berk’tir. O da babası gibi bir avukat. Balıkesir Barosunda görev yapıyor. Hakan Berk, babasıyla ilgili hatıra, bilgi ve belgeler konusunda bize yardımlarda bulundu. Bize gönderdiği hatıralarda, ilk kez duyacağınız ilginç anekdotlar da var. Oğlunun kaleminden Bekir Berk’i tanıyalım: * * * Yeni Asya Yayınları’nın kuruluşunun 25. yılında bastırılan bir tebrik kartında “Berk soyadıyla uzun bir aradan sonra aldığım bu ilk tebrik, bilsen beni ne kadar heyecanlandırdı! O büyük ruhun aramızdan ayrılışının yıldönümüne rastlayan şu günlerde onu rahmetle anıyor ve arıyoruz. Hizmet hatıralarını derlemeyi düşünüyorum. Sizin de yardımlarınızı beklerim. Selâmlar! İhsan Atasoy” yazıyordu. Bu tebrik kartı herhâlde 10 yıl kadar ajandamın arasında durdu! Muhakkak her tebrik, dostça ve insanca değerler yüklü bir iletişimi ifade etmekle değer taşır. Ancak bu kartta genel anlamdaki bir tebrikin dışında içtenlik, dostluk taşıyan özel bir anlam hissetmiş olmalıyım ki bu kartı bu kadar süre muhafaza etmişim. 2003 yılı Ağustos ayında adlî tatil içinde Balıkesir’den ve dolayısıyla elimdeki donelerden uzak kaldığım bir sırada İhsan Atasoy’dan aldığım sürpriz bir telefon bana “Hayatını Davasına Adayan Adam” kitabının yazılmaya başlandığını ve bu kitaba benim de katkılarım olabileceğini bir kez daha belirtiyordu. Berk’in Düsturu: “Hemen, Derhal, Şimdi!” Eski fotoğrafların çoğaltılmasında karşılaştığım tatsız bir kaybolma olayını yine olumlu bir rastlantıyla aştıktan sonra, arşivimdeki eski mektuplara ulaşma çabaları, ama en önemlisi de vefasız insan belleğindeki geçmiş yıllara uzanan sisler arasındaki hatıraları araştırmak, onları netleştirmek, oldukça uzayan bir zaman aldı. Ve Av. Bekir Berk tavrının ilk ve en belirgin simgelerinden biri olan “Bir vazife var; o hâlde hemen, derhal, şimdi!” ilkesini biraz da tersine çevirerek, ancak yalnızca hatıralarda net resimlere ulaşabilmek gayretiyle geçen bir zaman dilimi sonunda aşağıdaki notları çıkarabildik. Hafıza Kayıtlarından Küçük Notlar 1950’lerin son yılları ya da 1960 yılı olabilir. Babamdan bana intikal eden ilk ve sisler arasında ancak hafızamda da yer etmiş kalıcı bir hatıra, o yıllarda, Abdülbaki Gölpınarlı ile yakın teşrik-i mesaisi olan ve Balıkesir’deki verem savaş, kanser savaş gibi dispanserlerin tesislerini yaptıran, bu nedenle hayırseverliğiyle ünlü Vecihi Ersun ve ablası, anneannemin yeğenleriydi. Babam ve annem ile birlikte ailece gece ziyaretlerine gittiğimiz bu ailenin evindeki salonda, Fatih Sultan Mehmed’in Bellini tarafından yapılmış olan tablosunun bir sureti büyük bir çerçeve içinde asılıydı. Ben babamın sürekli olarak bana Fatih Sultan Mehmed’i tanıttığını ve “Bu kimdir?” sorusuna “Fatih Sultan Mehmed Han!” cevabını verdiğimde nasıl sevindiğini hatırlıyorum! Ancak aynı gecelerde eve dönüşümüzde, o yıllarda Balıkesir’in en görkemli binası olarak yapılmış olan Sümerbank’ın önünde asılı bulunan dev Türk bayrağını, 1.90’ın üzerindeki boyu ile beni omuzlarına alarak bayrağı öperek alnıma koyduğum anlar, bu sisli hatıraların anımsadığım son görüntüleri. Burada tarihsel var oluşumuzdan yola çıkan—ki bu, Fatih Sultan Mehmed Hanla simgelenmekte idi—bir şuurun, rengini şüheda kanından alan Türk bayrağıyla simgelenerek bir çocuğa, onun bilinç altına nasıl yerleştirilmiş olduğunun bir hatırası. Babamla Trenden Atladık 1962 veya 1963 yılı olabilir. Adlî tatil içinde tutuklu bir müvekkilinin duruşmasına gitmek üzere geldiği Balıkesir’de o yılların bütün yaz aylarında olduğu gibi beni de yanına almıştı. O yıllarda Dursunbey’e kara yoluyla düzenli bir ulaşım olmadığından ve yolun ulaşıma olağanüstü derecede elverişsiz olması nedeniyle Dursunbey’e motorlu trenle gitmek üzere yola çıktık. Mototren o yıllarda oldukça lüks bir ulaşım aracı olarak halkın pek kullanma imkânı bulamadığı ve bu nedenle ara istasyonlarda durmayan, sadece bazı yerlerde çok kısıtlı sürelerde bir-iki dakikalık posta teslim işlemi için duraklayıp yola devam eden bir ulaşım aracıydı. Trene bindikten sonra babam, kondüktöre, Dursunbey’de bu bir-iki dakikalık duraklama anında trenden inmemiz gerektiğini, ertesi sabah duruşması olduğunu ve mazlumların tutuklu bulunduğunu, defalarca belirtti ve ricada bulundu. Ancak tren, Dursunbey’de durmadı. Duraklar gibi yaparak posta torbasını atıp hızlanarak yola devam etti. Babam bunu anladığında âdeta kükreyen bir aslan gibi coşarak, trenin derhal durdurulması gerektiğini sesinin olanca gürlüğüyle haykırdı. Başlangıçta gayet umursuz ve sakin bir şekilde “İleride Tavşanlı’da inersiniz.” diye konuşan yetkililer ve makinist, onun bu kararlı tavrı karşısında gerilemeye başladılar. Ancak yine de treni durdurmalarının imkânsız olduğunu, ama biraz yavaşlatabileceklerini söylediler. Bu arada Dursunbey’den oldukça uzaklaşılmıştı. Tavşanlı’ya gidildiği takdirde o yılların ulaşım imkânları içinde ertesi sabah tutuklu sanıkların duruşmasına yetişebilmek imkânsızdı. Ben henüz altı-yedi yaşlarında ufak bir çocuk olduğum için ağlamaya başlamıştım. Çünkü babam trenden atladığı takdirde yalnız başıma ne yapacaktım? Ve sonunda çözüm bulundu: Demir yolları yetkililerinin anlamsız ve umursamaz bakışları arasında önce biraz yavaşlayan trenden daktilo ve çantası atıldı, daha sonra beni boynuna sararak kavrayan babamla birlikte en azından 40-50 km hızla giden trenden biz de atladık. Allah’tan, atladığımız güzergâh âdeta plâj kumuna benzer bir yapıda olduğu için bir yerimizi kırmadan kurtulmuştuk! Demir yolu güzergâhı boyunca geriye, Dursunbey istikametinde yürüdüğümüzde 15-20 dakika sonra çanta ve daktiloyu bulduk. Bana yıllar süren bir zaman dilimi gibi gelen bir sürede Dursunbey’in ilçe sınırları dışında bulunan tren istasyonuna ulaştığımızda bizi bekleyen, ancak tren durmadan geçip gidince büyük bir hayal kırıklığı içinde kalan mazlumların yakınlarından birkaç kişi, beni üstü başı toz toprak içinde, babamı da ellerinde çanta ve daktilosu ile görünce, hayret ve sevinç içinde kaldılar. Bu manzarayı aradan 45 yıl geçmesine rağmen unutamam! Burada, yıllar sonra düşündüğümde anlamlı bulduğum bir husus da tren Dursunbey istasyonundan uzaklaşmasına ve bekledikleri avukat trenden inmemesine rağmen saatlerce istasyonda kalıp Bekir Berk’in mutlaka geleceğine, yetişeceğine inanmaları ve beklemeye devam etmeleriydi! Ertesi gün sanık Nur talebelerinin uzun bir savunmadan sonra tahliye olduklarını ve bu maceralı yolculuktan sonra Dursunbey’in o yıllarda çok yaygın olan elma bahçelerinde baba dostlarıyla birkaç gün sakin ve huzurlu bir tatil geçirdiğimizi hatırlıyorum! Dedem Mustafa Berk’in Babama Etkisi Burada yeniden geçmişe bir dönüş yaparak, babamın kişiliğinin oluşmasında etkili olan ailevî kökleri üzerinde durmak, biraz daha gölgede kalan dedem Mustafa Berk’ten söz etmek isterim. Babaannem muhterem Fatma Berk, çok küçüklüğünden itibaren özellikle sürekli vaazlarına götürdüğü Gönenli Mehmet Efendiyi dinlemesini sağlayarak küçük Bekir’in inanç alt yapısının oturmasına ve kişiliğinde kök salmasına neden olmuştur. Ancak baba Mustafa Berk konusunda bilinenler oldukça azdır. Ordu’nun Uzunisa beldesine bağlı Delikkaya köyüne yerleşen Berk ailesinin soyadı, Mustafa Berk’in atalarının Kırım’da Rus mezalimine uğrayan ve bu savaşlar sonrasında Türk beyi olan ataları Berk Beyin önderliğinde Karadeniz’i küçük bir tekneyle geçerek Ordu ili sahillerine çıkarak göçmen olan atalarından gelmektedir. Herhâlde tarihî bir mirastır ki Kafkas ve Karadeniz kökenli bu insanların ve ailenin önemli özelliklerinden birisi, keskin nişancı olmaları ve her türlü silâhı ustalıkla kullanmalarıydı. Mustafa Berk, gençliğe adım attığı yıllarda bu özelliğini bıçak atmada dikkati çekecek ölçüde belirginleştirmişti. Amcam, yani Av. Bekir Berk’in küçük kardeşi Fethi Berk’in anlatımlarına göre, dedem Mustafa Berk, okuma ve yazmayı öğrendikten sonra, eline verilen çok sayıda bıçakla, bu bıçakları atarak, nişancılığıyla, eski yazıyla bir duvara hiç hata yapmadan “Allah” yazabiliyormuş. İşte genç Mustafa’nın bu özelliği etrafında önemli bir şöhret yapmasına neden olmuş. Bu sayede Osman Ağanın (bazı tarihî belgelerde “Topal Osman Ağa deyimi kullanılmaktadır) müfrezesine katıldığı söylenilmektedir. Kâzım Karabekir Paşanın komuta alanındaki bu müfrezeler, o yıllarda çevredeki Pontus çeteleriyle çatışmaktadır. Kazım Karabekir Paşa, bu çetelerden seçtiği özel yetenekli ve çok cesur gençlerden bir özel kuvvet kurar. Bu birliğin içinde Mustafa Berk de vardır. Böylece havzada başlayan bu hayat çizgisi, onu Sivas ve Erzurum üzerinden Ankara’ya ve daha sonra da Dolmabahçe Sarayında görev yapması nedeniyle İstanbul Beşiktaş’a taşımıştır. Kanımca Türk hukuk ve savunma tarihinde çok farklı ve seçkin bir yere sahip olan Av. Bekir Berk’in gerektiğinde Zülfikâr kadar keskin olan ifade tarzının, yargılamada stratejik hedefine şahin gibi yönelmesinin, çantasında kefeniyle duruşmaya girmesiyle simgeleşen cesaretinin ardında, annesinden aldığı iman gücünün yanı sıra cesur ve keskin nişancı babasından aldığı kişilik özelliklerinin de önemli yer aldığını kabul etmek gerekir diye düşünüyorum. Babamın Lise Yılları Bilindiği gibi ortaokulda parasız yatılı sınavını kazanan babam, liseyi Balıkesir Lisesinde okumuştur. Balıkesir Lisesinde o yıllarda Nihal Atsız Beyin kardeşi olan Necdet Sancar ve bir grup arkadaşı, öğretmenlik yapmaktadır. Annem Saliha Ovacık (Berk), aynı sınıfta okumaktadır. Bu öğretmen grubu, her iki gencin de o yıllardaki düşünce dünyalarının bir dönem de olsa belirlenmesine etkili olmuştur. Genç Bekir Berk’in bir gençlik önderi olarak kişiliğinin belirginleşmesi ve arkadaşlarından farklılaşarak Türkiye’de o yıllarda yükselmeye başlayan milliyetçi muhafazakâr gençliğin önderi hâline gelmesi, Balıkesir Lisesindeki bu çevrede fark edilecektir. Balıkesir tren garının yanında bulunan demir yolları personelinin devam ettiği salona “Demir Spor Lokali” tabelâsının asılması sonrasında bu tabelâdaki “lokal” sözcüğüne isyan eden liseli milliyetçi gençler, başlarında bulunan babamın yaptığı bir konuşmayla protesto gösterisi yaparlar ve “lokal” yazısı taşıyan camı kırarlar. Bu olay üzerine öğretmen Necdet Sancar ve bir grup arkadaşı, İnönü hükûmetinin açtırdığı soruşturma sonrasında başka okullara sürgün gönderilirler. Liseli Bekir Berk de disiplin kuruluna sevk edilerek Balıkesir Lisesinden atılır ve bir yıl uzaklaştırma cezası alır. Daha sonra da İstanbul’a dönerek Kabataş Lisesinden mezun olur. Annem, Babamın Yerine Aday Oldu İlk eşi olan annem Saliha Ovacık’la tanışmaları, lisede aynı sınıfta ve aynı arkadaş grubu içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolan Bekir Berk ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine kaydolan, Prof Dr. Mehmet Kaplan ve asistanı Muharrem Ergin’in talebesi olan (o dönemde milliyetçi muhafazakâr öğretim üyelerinin önde gelenleridir) ilk eşinin arkadaşlıkları burada devam etmiş, okul sonrasında da evlenmişlerdir. Ancak okuldan uzaklaştırma cezası olayı, Av. Bekir Berk’in sistemle ilk ciddî çatışması, onun hayatına yön veren olaylardan biridir. Bu arada annem, ortak arkadaşları ve profesörlerin ricasıyla, o dönemde yedek subay olan babamın yerine 1954 seçimlerinde Millet Partisinden Balıkesir milletvekili adayı oldu. Kentin en büyük meydanında iskeletini babamın hazırladığı bir konuşmayla binlerce Balıkesirliye hitap etti. Babamla Hayatı Paylaşmak 1960’lı yıllarda inancı ve davası yolunda çok sınırlı sayıda arkadaşıyla birlikte davasını sürdüren, bu yolda büyük bir kararlılıkla yürüyen babamın yanında, çevresinde ya da ailesi içinde bulunmak, sistemin Av. Bekir Berk’le çatışması nedeniyle herkesi etkileyen zorluklar yaşatıyordu. Bunlardan sınırlı sayıda bazı olayları aktarmak isterim. Bunlar ilk bakışta bana ilişkin olaylar gibi gözükse de aslında Av. Bekir Berk’in oğlu olmanın bana yansımalarından başka bir şey değildir. Yanılmıyorsam 1962 veya 1963 yılıydı. İlkokul ikinci sınıf öğrencisi olduğum Balıkesir Ali Şuuri Bey İlkokulunda sınıfın kapısı açıldı ve bir hademe, öğretmene, okul müdürünün beni istediğini söyledi. Okul müdürünün yanına götürüldüğümde, bürokrat oldukları anlaşılan iki kişinin daha müdürün yanında oturduklarını gördüm. Müdür, çok da tatlı bir dille bana, bu yıllarda annemden ayrı olan babamın kitaplarını okuyup okumadığımı, babamın kendisinin veya savunmasını yaptığı risaleleri ve kitapları bana gönderip göndermediğini ve evde bulunup bulunmadığını, bunlardan örnek getirip getiremeyeceğimi sordu. Okul Müdürü, Beni Tuzağa Düşürdü! Annem, resmî boşanmaları 1969 yılında gerçekleşen, ancak 1962 yılında da ayrı oldukları babamın bana gönderdiği gerek kendi yazdığı kitapları ve gerekse savunmasını yazdığı tüm risaleleri, evimizdeki tarihî kütüphanede özenle saklardı. Bu eserleri o yıllarda yaşım itibarıyla (7-8) anlamam elbette mümkün değildi. Ancak annem, kısmen veya tamamen içerdiği görüşlere katılmasa da her kitabın çok önemli bir değer taşıdığını ve saygı gösterilmesi gerektiğini ve benim ileride kavrayabilecek yaşa geldiğimde, babamın bana gönderdiği bu kitapları muhakkak okumam ve benimseyip benimsememeye kendimin karar vermesi gerektiğini ısrarla belirtir ve kitapları özenle muhafaza ederdi. Ben de o çocuk aklımla, okul müdürünün ve sonradan Milli Eğitim müfettişi olduğunu öğrendiğim iki zatın, kitaplara bizim baktığımız gözle baktıklarını düşünerek büyük bir heyecanla eve koştum. Annem evde yoktu. Bana kapıyı açan anneanneme bu durumu belirterek hemen evin kütüphanesine koştum. Anneannem, annemi beklemeden böyle bir şey yapmamın doğru olmadığını söylese de anlamadığım, ama benim olduğunu bildiğim kitaplardan üç-dört tanesini rastgele seçerek koşar adımlarla okula götürdüm. Müdür ve müfettişlerin kendilerini belki de terfi ettirecek bu avı yakalamış olmalarından kaynaklanan gözlerindeki parıltının, o çocuk safiyetiyle, kitaba olan sevgilerinden kaynaklandığını sanmıştım. Bir-iki saat sonra okula gelerek yapılanın hukuksuzluğunu müdür ve müfettişlerle tartışan annemin ses tonu ve bir ifade tutanağına sekiz yaşındaki benim imzamı alarak “hukuk yapan” bu idarecilerin gerçek yaklaşımlarını anladığımda artık çok geçti! İlkokul ikinci sınıfın ikinci yarı yılını şubem ve öğretmenim değiştirilerek okuduktan sonra, beni izleyen ve rahat bırakmayan dosyam, beni kovalamaya devam etti. İlkokul üçüncü sınıfı Mithatpaşa ve burada da rahat bırakılmayarak dört ve beşinci sınıfları da Gazi İlkokulunda okumak ve böylece Av. Bekir Berk’in oğlu olmanın faturasının, en azından ilkokulu ancak aynı şehirde üç okulda bitirebilmek olduğunu öğrenmiştim. Bu ayrıntılı olay belki doğrudan bana ait gibi gözükebilir, böylece okuyucunun zamanını almış olabilirim. Ancak Bekir Berk’le ortak aidiyetler içinde olmanın yalnızca bana değil, çevresindeki tüm dostları, akrabaları ve kalıcı ya da geçici yol arkadaşlarına taşınması ve paylaşılması gereken yükler getirdiğini; önemli olanın bu yüklerin hamallık mı, yoksa bir onur vesilesi mi olduğuna karar vermektir. Ben çok fazlasını yaşadığım bu tür olayları her zaman sabır ve tevekkülle karşıladım. Ve bir sıkıntı duymadım. Sanırım okuyucu beni anlayacaktır! Demir Parmaklıklar Arasında 1960-1967 yılları arasında, annemle babamın ayrı oldukları yıllarda, babam Balıkesir’e bir duruşma için geldiğinde genellikle çok yakın dostu ve dava arkadaşı olan Enver Tezer Ağabey beni evden alır ve yanına götürürdü. Genellikle duruşma için geldiğinden önce adliyede buluşurduk. Ve ben de arkadaşlarıyla birlikte duruşmasını izledikten sonra akşamları onun Balıkesir’deki arkadaşlarından birinin evinde beraber kalırdık. (Ben 1976 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirip 1977’de de stajımı tamamlamıştım. Fakat gerek bu şekilde Türkiye’nin dört bir yanında izlediğim duruşmalar, gerek babamın avukatlık bürosunda gözlediğim meslekî çalışmalar ve gerek sabahlara kadar yazılan kısmen altı kırmızıyla çizgili, vurgulamalı yönleri büyük ya da italik harflerle dizili lâyihaların içinde geçirdiğim çocukluk günlerim nedeniyle arkadaşlarıma: “Ben avukatlık stajımı, hukuk fakültesini bitirmeden yapan az sayıda avukatlardan biriyim!” derdim.) 1963 yılında aynı şekilde Balıkesir’deki kadim dostlarından olan Orhanlar ailesinin evinde yemekten sonra oturulmakta ve Bekir Ağabeylerini sevgi, saygı ve özlemle karşılamak ve dinlemek için gelmiş olan arkadaşlarıyla birlikte sohbet edilip çay içilmekte idi. Gece 10 sıralarında birden, oturma odasının camı kırıldı. Ardından bahçe kapısının kırıldığını duyduk. Tabiî bu, benim yaşımda bir çocuk için gerçekten çok korkunç ve insanın âdeta kanını donduran bir olaydı! Evin etrafı askerî araçlarla ve polislerle çevrilmişti. Sohbete katılanlar ile evin kitaplığındaki bütün eserler, askerî araçlara dolduruldu. Kelepçelenerek bir cemsenin arkasına oturtulan babama ulaşmak istiyordum, ancak polisler buna izin vermiyordu. Sonunda polisler beni de bir cibe bindirerek konvoy hâlinde yola çıkardılar. Balıkesir’in o yıllardaki iki karakolunun da nezarethaneleri tamamen dolmuştu. Şansım yaver gitti herhâlde; babamla aynı karakola düştük! Ancak onu nezarete almış, demir parmaklıkların arkasına koymuşlardı. Ben de babamla beraber olmak istediğim için aynı parmaklıkların arkasına geçmek istiyordum. Fakat herhâlde yaşım çok küçük olduğu için beni nezaret bölümüne almayıp ısrarla karakolun ortasında bir sandalyede oturtuyorlardı. 27 Mayıs 1960 sonrasının uzun süre devam eden sıkıyönetim idaresi ortamında gerçekleşen bu gecede, polislerin vardiyasının değişiminde nöbeti devralan ekibin amiri olan yaşlı komiserin, annemin babasının arkadaşı olması ve sabaha karşı hâlime acıyarak beni tarif edemediğim dedemin annemin evine teslim etmesi; beraber sohbet etmek ve çay içmekten “suçlu” olan babamın ve arkadaşlarının da ertesi gün sorgu hâkimi tarafından serbest bırakıldığını öğrenmemle bir paylaşım serüveni daha sona ermişti. Kefen ve Cübbe Ben, Av. Bekir Berk’in oğluyum. Bu, bizim takdir edilen bir ortak yönümüz. Ama bunu, yanında bence çok, ama çok önemli olan bir ortak çizgimiz de meslektaş olmamızdır. Bu kitap, “dava adamı” Bekir Berk’i anlatmak için, bugünkü kuşaklara bir mirası taşımak için yazıldı. Ben, oğul ve meslektaş olarak yaşadığım ve kavrayabildiğim bazı olguları, bu iki yönden aktarabildim. Bu kitabın amacına yönelik olarak onu kişiliğinde ve avukatlığında yücelten anlamı, dava arkadaşları anlayabilir, Dava adamı yönüne giden bu bileşkeleri yerli yerine oturtabilir. Kitabın bütününde bu gerçeğin kavranabileceğini düşünüyorum. Kefen giymek, insanın ona bu dünyanın sunabileceği bazı dünya nimetlerinden vazgeçebilmeyi içselleştirmiş olma, küçük beklentilerden bu beklentilerin dünyası ile köprüleri atabilmiş olma kabiliyetidir. Bunu yapabilenler büyük davalara uzanabilir. Av. Bekir Berk’in deyişiyle “büyük davaları savunmaya girişmek, insanları büyütür.” Horasan ellerini, Anadolu’yu, Rumeli’yi fethedenler, Alpaslan’lar, alperenler, gaziler, büyük savaşlara kefenlerini giyerek başladılar. Birçok dava arkadaşı ve müvekkili gibi ben de 1960’lı yıllarda üzeri ondüleli presli alüminyumdan yapılmış ve normal bir avukat çantasından biraz daha kalın olan çantasında dosyalarının ve avukat cübbesinin altında zemzem suyuyla yıkanmış kefenini gördüm ve biliyorum. Yanılmıyorsam muhterem arkadaşı Rahmi Erdem’in “Davam” isimli kitabında da anlattığı savcının önüne cübbesini çıkarıp koyması anekdotunu, dostlarından dinledim. Benzeri birçok duruşmayı ise hukuk mezuniyeti öncesi yanında yaptığım stajımda gözledim ve yaşadım. Doğru olduğuna inandığı davayı savunan her avukat, bundan ders almalı ve cübbesini kefeni gibi giyebilmelidir! Bir Gün Dahi Dinlenmiyordu Birlikte geçirdiğimiz yaz aylarında, adlî tatil olmasına rağmen tutuklu sanıkların davalarını bağlı olarak ajandasında yaptığı program, hiçbir zaman ona bir gün dahi dinlenme imkânı vermezdi. Bugün ayrıntılarını hatırlayamadığım bazı küçük rahatsızlıkları vardı. Bu nedenle ilâçlarını yanında bir küçük torba içinde taşır ve büyük bir disiplinle onları kullanma talimatlarına dikkat ederdi. İlkokulda adlî tatil döneminde kısaca hatırladığım bir görev ve dava takip güzergâhını hatırlıyorum. Gece yolculuğuyla İstanbul’dan Ankara’ya gidip Yargıtay’da duruşmaya katılma, öğleden sonra Adalet Bakanlığında işlem takibi, gece Samsun yolculuğu, gündüz sabahtan duruşma, öğleden sonra sevgili ve çok kıymetli dostu Hamdi Ağabeyle görüşme ve yine gece yolculuğuyla Ankara’ya dönüş, Ankara’dan Adana’ya gece yolculuğu, Adana’da öğleden sonra duruşma... 1960’lı yılların yol koşullarında, üzerinde keçilerin bağlı olduğu ve sabaha kadar melediği eski bir otobüste toprak yollardan Nur Dağını aşarak sabah saatlerinde Kahramanmaraş’ta askerî mahkemeye giriş, askerî savcı ile babamın söz düellosu ve aynı gün acele Adana’ya dönerek oradan İstanbul’a dönüşümüz... Ve bu yolculuk güzergâhında bir gece bile tüm ısrarlara rağmen, zaman darlığından bir evde konaklamadan, her geceyi otobüslerde geçirerek ve gereğinde namazını otobüste kılarak yoluna devam eden Av. Bekir Berk... Herhâlde biyonik bir adam bile bu hayat şartlarına ayak uyduramazdı! İstanbul’a dönüşte bu defa bir minibüsle, değerli dava arkadaşları Fırıncı ve Birinci Ağabeylerle birlikte Afyon, Bolvadin ve Çay ilçelerindeki art arda duruşmalara katılmak üzere yola çıkışımız... O yıllarda inşa hâlindeki toprak yollarda, minibüsün içinde dizlerinde daktilosu, daktilosunun kırmızı siyah şeridiyle lâyihasını vurgulamalarıyla renklendiren ve bir yandan da uyuma eğilimi hissettiği şoför arkadaşını uyandırmak için minibüstekilere “Haydi keçeliler!” diyerek mehter marşı söyleten ve bu arada yine savunmasını hoplayıp zıplayan araçta hatasız olarak yazmayı sürdüren Av. Bekir Berk... Bunlar, benim yaz aylarında defalarca yaşadığım manzaralardı. Rakipleri de Onu Takdir Ediyordu Onun bir meslektaşı olarak ben de aynı adliye koridorlarında 25 yıl adliye havasını teneffüs ettim. 1950’li, 1960’lı yılları yaşayan birçok avukat ve hâkim meslektaşımla karşılaştım. Avukatlarla bekleme odalarındaki sohbetlerde ve hâkimlerle duruşma sonrasında ya da keşif aralarında aramızda geçen diyaloglarda, “Berk” soyadı belirtilerek, öncelikle bir yakınlığım olup olmadığı sorulur ve oğlu olduğumu öğrendiklerinde ise “Biz stajyerliğimizde ya da avukatlığımızın ilk yıllarında, ilimizde ya da ilçemizde bir duruşmaya Av. Bekir Berk’in geldiğini duyduğumuzda toplanıp gider, duruşmada onu dinlerdik. O zaman, bir rüzgâr gibi yayılan bu meslekî şöhretin nedenini daha iyi anlardık!” şeklinde konuşurlardı. Buna benzer birçok ayrıntı içeren hatıraların defalarca bana tekrarlandığını ve böyle bir babanın meslektaşı olan oğlu olmanın, bunu bilen meslektaşlar arasında bana büyük bir saygınlıkla bakılmasına yol açtığını hissetmemek mümkün değildi. Özellikle belirtmek isterim ki ortak dünya görüşlerine sahip insanlar, davada ve meslekte üstad saydıkları kişiler için elbette övgü dolu düşünceleri dile getirebilirler.Ancak benim karşılaştığım şahıslar, belirtilen yıllarda Av. Bekir Berk’in savunduğu davanın karşısında yer almış kişilerdi! Bunlar içinde partilerinin il ya da ilçe başkanlığı yapmış yahut Çağdaş Hukukçular gibi bir dernekte yöneticilik görevlerinde bulunmuş meslektaşlardı. Davasına gerçekten inanan ve onu gereği gibi savunan insanların, karşılarındaki çevrelerde de saygı ve hayranlık uyandırdığını belirtmek isterim! Kadife Eldiven İçinde Çelik Yumruk Hukukta esas olan, davanın haklı zeminini vurgulamak ve karşısında bulunanları temerrüde düşürerek haksız isnat ve suçlamaların boşlukta kalmasını sağlamaktır. Bu savunma kültürünü âdeta hiçbir yerden öğrenmeden ve öğretilmeden kendi iç tabiatının, fıtratının tamamlayıcı bir parçası olarak özümsemiş olan Av. Bekir Berk, duruşmaların ve savunmasının başında, hukukun ve aklın insanları birleştirebileceği ortak fikir zeminlerinde açıklamalar yapar, gönülden gelen insanî bir sesin haykırışını, kürsünün gerisindekilere iletme çabası içine girerdi. Fakat bu sesin gerekli yankıyı bulmadığını hissettiği an, artık hedefine, yani haksız ve dayanaksız isnatlara karşı savunma kürsüsünde bir aslan gibi hedefine yönelen; bakışları, ses tonu, yüz şekli, el ve kol hareketleri ile artık karşısında durmanın imkânsız olduğu bir avukatı görmeniz mümkündü! Bunu erken yapılmış stajımda birkaç kez gözlediğimde, yıllar sonra bana, babamı izlemek amacıyla duruşma salonunda yer kapmak için yarıştıklarını anlatan meslektaş ağabeylerimin bu çabalarının nedenini daha iyi anlıyorum. Berk, Fırıncı ve Birinci, Üç Kardeş Gibiydi Av. Bekir Berk’in çok kısa zamana, 20-25 yıla sığmış, ama 200 yıl avukatlık yapılsa yaşanması imkânsız olan mücadeleleri içeren hayatında, çok zorlu, çok ağır koşullarda bir hayat yolculuğu yaptı. Böyle bir yolculukta âdeta en büyük fırtınaları yaşayan bir okyanusu aşarken, ona güç veren dayanaklarından elbette birincisi, sonsuz bir imanla bağlı olduğu davasıydı. Bu davanın uzun yürüyüşünde, onunla beraber en dar zamanlarını hiçbir zaaf göstermeden yürüyen arkadaşları, bence çok önemli bir yer tutar. Bunlar, fırtınayla, borayla sınanmış denenmiş dostluklar, arkadaşlıklar ve dayanışma kardeşlik destanlarıdır. Bu kitapta birçok hatıra ve anekdotlarıyla yer aldığını bildiğim ve bu nedenle ayrıca ayrıntılara girmediğim iki ismi özellikle belirtmek isterim: Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci... Bu ağabeyler ile Av. Bekir Berk’in hayat hikâyelerini ayırmak âdeta imkânsızdır. Bu üç “kardeş”in hiçbirisinin bu dünyadaki hayat hikâyesini birbirinden ayrı yazabilme ve anlatabilmenin imkânsız olduğu düşüncesindeyim! Anadolu’nun bitmek tükenmek bilmeyen yollarında, kardan buzdan, çığdan kapanan yollardan; çöl sıcaklarında şose boylarında saatlerce yürüyen, Van Gölünü kayıkla geçip medrese-i Yusufiyede kader birliğiyle devam eden bu dostluk ve arkadaşlık, kanaatimce bu günde kıymet ve muhtevasından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. Gençken Spiker Olmak İstermiş 1950 yılında İstanbul Barosuna kayıtla başlayan ve 1973 yılındaki zamanın şartları tahlil edilerek verilen İstanbul Barosundan ayrılış kararıyla şeklen sona eren, ama ruhen hiçbir zaman sona ermeyecek olan avukatlık mesleğinden ayrılış, Cidde Radyosunda programcılık ve sözün üstadı olmanın gereği olarak spikerlikle devam etti. Ancak avukatlıktan şeklî ayrılıştan bahsederken tarafımdan tespit edilen bir hususu kayıtlara şerh düşmeyi gerekli buluyorum. Av. Bekir Berk, lise öğreniminin bir bölümünün yanı sıra yedek subaylık görevini dönemin Balıkesir Tümen Komutanlığında levazım subayı olarak yapmıştır. Bu arada İstanbul Barosunda olan kaydını Balıkesir Barosuna almış ve 184 sicil numarasıyla Balıkesir Barosunda görev yaptıktan sonra, İstanbul Barosuna yeniden nakletmiştir. Böylece baba-oğul aynı baroda değişik tarihlerde kayıtlı olarak görev yapmış olmamız, okuyucu için kayda değer bir bilgi midir bilemiyorum, ancak paylaşmak isterim! Spikerlik konusuna gelince... Onunla ilgili ilk eşi annem Saliha Ovacık’tan öğrendiğim öğrencilik yıllarına ilişkin bir hatırayı aktarmak isterim. Okulun yanılmıyorsam son sınıfında iken İstanbul Radyosunun açtığı spikerlik sınavına katılan onlarca katılımcıdan birisi de babamdır. Yazılı ve sözlü sınavlardan sonra son elemeye yalnızca iki kişi kalır. Bunlardan birisi ünlü spiker ve programcı Nedret Gürcan, diğeri de hukuk öğrencisi Bekir Berk’tir! Son elemeyi Nedret Gürcan kazanır. Sınavı kazanamamasının nedeni, birkaç yıl önce Mareşal Fevzi Çakmak hadisesi sırasında radyonun millî maneviyata aykırı yayınına karşı gençlere önderlik ederek İstanbul Radyosunun önündeki gösteriye öncülük edenlerden birisi olması mıdır? Bilinmez! Ancak bu sınavı kazanamaması ya da kazandırılmaması, “Dava Adamı Bekir Berk” olarak hayat çizgisini belirleyecek, onu yola çıkaracaktır. Yıllar sonra avukatlığı şeklen bıraktığında meslek olarak kaderin onu yeniden programcılık ve spikerlik ile birleştirmesi bence çok anlamlıdır! Mekke’de Gördüğü Rüya 1973 yılı sonrasındaki ülkemiz koşulları ve o yıllardaki iletişim imkânsızlıkları ile günün telekomünikasyon şartlarının da etkisiyle olsa gerek, onu radyodan dinlemek dışında iletişim imkânı olmayan çevresi içinde bulunanlardan birisi de bendim. Yanılmıyorsam 1983 yılında Cidde’de kendisini ziyaret eden Mehmet Fırıncı Ağabey, bir mektup ve bir kutu şeklindeki emanet ile Balıkesir’e gelmiş. Benim duruşmalar nedeniyle Balıkesir’de bulunmamam sonucu bir-iki gün bekledikten sonra, Balıkesir’deki ortak dostumuz ve meslektaşım Av. Sedat Marmaralı’ya bu emanetleri ve bir mesajı bırakmıştı. Kutuda kendisine ait olan ve üzerinde “Sevgili oğlum Ertuğrul Hakan Berk’e” ibaresi taşıyan Rolex marka bir kol saati ve bir mektup vardı. Bu kitabın hazırlık çalışması sırasında birçok mektubunun fotokopilerini muhterem İhsan Atasoy Beye takdim etmiştim. Ancak bu mektubun bazı çok özel konular nedeniyle yayınlanmasının daha ileriki yıllarda anlam taşıyacağı düşüncesiyle saklı tutmuştum. Ancak bugün bu mektupta yer alan bir hususu, değerli dostlar ve okuyucu ile paylaşmak isterim ve hatta bunun bir gereklilik de olduğunu düşünüyorum.Mektupta, “Mekke-i Mükerreme’ye gittiği bir gün etkileyici bir rüya gördüğünü, kan ter içinde uyandığını, rüyasında kendisini—benzetmek gibi olmasın, ama—Hz. İbrahim’in (a.s.) makamında, beni de Hz. İsmail’in (a.s.) makamında gördüğünü, rüyayı yorumladığını belirterek, hediyesini özellikle kabul etmem gerektiğini” belirtiyordu. Ben saatimi takmaya devam ediyorum, sizlerle ve okuyucuyla bu özel anımı artık paylaşmamda bir sakınca bulunmadığını düşünüyorum. Annemin Mektuplarını Bana Verdi Cidde’de tespit edilen rahatsızlığı ve Londra’da gördüğü tedavi sonrasında uzun bir konvoyla karşılandığı dönüş olayından sonra ilk kez İstanbul’da Vatan Hastahanesinde görüştük. Bundan sonraki dönemi, dostları ve okuyucu sanıyorum hatırlayacaktır. Özellikle Nesil Yayınlarının yaptığı “Mazlumların Avukatı Bekir Berk” video-CD’si, kamuoyunu ve sevenlerini bilgilendirdi ve bizlere aziz bir hatıra bıraktı. 1989 ve 1992 yıllarında büyük sevdaları arasında yer alan İstanbul’a ve kardeşlerine kavuşmasının da verdiği manevî güçle kendisini büyük ölçüde topladığı dönemlerde Balıkesir’e de gelmiş ve ilk kez torununu da görerek, “Yahu, bu çocuk çok farklı; ona bunu da fark ederek iyi bakın!” dediğinde gözlerinde mutluluk pırıltılarını görmüştüm. Eski eşi annem Saliha Ovacık kendisinden dört ay önce 1992 yılının Ocak ayı sonunda bir Kadir Gecesi ruhunu teslim ettiğinde, rahatsızlığını düşünerek ve eski hassasiyetleri açmamak için kendisine bu durumu bildirmemiştim. Daha sonra Cemal Uşşak Beyin kendisine haber vermesi üzerine beni aradı ve çok uzun bir konuşmayla ve birçok hayır duasıyla, haber aldığı gecede sabaha kadar kendisi için dualar ettiğini belirtti. Babam, vefatından önce Fatih Akça Kliniğinde yatmaktaydı. Durumunun ciddiyet taşıdığını bildiğimiz için kendisini oldukça sık ziyaret etmekteydik. Eşim ve kızım ile birlikte son ziyaretimizde, vefatından 15 gün kadar önce bana, içinde çok sayıda mektubun olduğu bir zarf verdi ve “Bunları artık senin saklaman lâzım.” dedi. Bu konuda başka bir şey konuşmadık. Hastahaneden çıktığımızda zarfa baktım: Annemle 1950’li yıllardan kalan karşılıklı mektupları! İstanbul’dan Cidde’ye kadar 40 yılda saklanan bu emanetleri hiçbir zaman okumadım. İstanbul Sevdası ve Yarım Kalan Bir Girişim Sanırım 1995 yılında vefatının yıldönümünde Moral FM’de canlı yapılan bir anma yayınında, yayını Cemal Uşşak ve Mustafa Çalışan yönetmekteydi. Ben ve kadim dostu Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş yayına telefonla katkıda bulunmaktaydık. Bu sırada ben, bu yazının ilk bölümünde yer alan çocukluk hatıralarından da çok iyi bildiğim, onun Sultan Fatih’ten kaynaklanan İstanbul sevdasından bahisle bu bağ ve hatıranın yaşatılması ve Av. Bekir Berk ile 19 yıl ayrı kaldığı ve çektiği hasreti uçaktan indiğinde toprağını öperek ifade ettiği İstanbul’la kalıcı hâle getirilmesi için belediyenin İstanbul’da bir park, tesis ya da caddeye Türk hukuk camiasının ünlü bir ismi olarak adının verilmesi gerektiğini önermiştim. Nevzat Yalçıntaş Hoca da bunu desteklediğini belirtti. Bu sırada, dönemin büyükşehir belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yayını dinlediğini ve bir tören nedeniyle kürsüye çıkmak üzere olduğu için kendisinin aradığını belirterek canlı yayına katılan danışmanı, bu hususun İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirileceğini belirtmişti. Eyüp Belediyesinin bazı girişimleri olmakla beraber 1997 sonrasında sanırım bu husus gerçekleşemedi. Dilerim ki bu kitapta yer alan bu hatıra gerçeğe dönüşür ve İstanbul ile sevdalısını bir araya getirebiliriz! Yılların Hukukçusu Ödülü 1995 yılında İstanbul’da Hukukçular Derneğinin “yılın hukukçusu” plâketi töreni düzenlenmişti. Bu törende, yılın hukukçusu seçilen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden medenî hukuk hocam olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’yle birlikte babama verilen “yılların hukukçusu” ödülünü, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Mehmet Fırıncı Ağabeyle birlikte almıştık. Vefatının sonrasında yaşadığımız bu hatırayı da burada belirtmek isterim. Belki kısa süren satırlarda ancak uzun bir ömrün ve serüvenin içinden süzülen ve bir kuyumcunun kendi elmasını yontması ya da bir doktorun kendi canını ameliyat etmesi kadar zor olan bu yazıyı burada bitirirken, arşivci bir perspektife sahip olamadığımı, çünkü arşivlerin kuru sayfalarının yürekten gelen hatıraları süzen birikimleri yansıtamayacağını düşünüyorum. * * * Bekir Berk’ten Oğluna Mektuplar Hakan Berk’in manevî hayatı üzerinde babasının etkisi büyüktür. Cidde’den yazdığı tebrik ve mektupları, baba hatırası yanında, bir avukat titizliğiyle saklayan Hakan Berk, bazılarının fotokopilerini bize gönderdi. Bu mektuplarda beyefendi ve sevgi dolu bir baba kimliği yanında, evlâdının ebedî kurtuluşu için beş vakit namazında Allah’a yalvaran, şefkat dolu bir kalbin atışlarını hissetmemek mümkün değil. Çileli bir dava adamının bilinmeyen yönlerine ışık tutan bu mektuplardan bazılarını buraya alıyorum. Bu mektuplar, Bekir Berk’in hicret yıllarına ait merak edilen pek çok konuyu aydınlığa kavuşturuyor. * * * 23 Nisan 1989, 18 Ramazan 1409 Sevgili yavrum Ertuğrul Hakan Berk, Mektubunu, kartlarını zamanında aldımsa da içinde bulunduğum şartlar ve geçirdiğim bazı rahatsızlıklar sebebiyle maalesef zamanında cevap yazmak imkânını bulamadım. Hatta bundan birkaç ay önce sana gönderdiğim bir çekin alınması için gereken bir parçasını dahi yollayamadım.Bu sebeple müteessirim. Evvelâ senin geçirdiğin rahatsızlıklar için “Geçmiş olsun.” der, senin ve yavrunun gözlerinden öper, daima sıhhat ve afiyet içinde olmanızı Cenab-ı Haktan niyaz ederim. Yavrum, evlâdım, Ertuğrul Hakan’ım, Sana biraz da kendimden bahsedeyim. Bildiğin gibi ben, Cidde Radyosunda spiker ve programcı olarak çalışmaktayım. Yaşımın 63’e girmesi sebebiyle kanunen 18.3.1989 tarihinde tekaüt oldum. Bu hâlde Türkiye’ye dönebilirdim. Fakat radyoda yapacağım programlarla burada hizmet edeceğime kani olduğum için buranın tanıtma bakanına müracaat ederek, radyoda çalışmaya devam etmek istediğimi, eğer kendileri de çalışmamı münasip görürlerse bakanlığın üzerimdeki kefaletini, yani Suudî Arabistan’da oturma müsaadesini bir şirkete nakline müsaade etmelerini istirham ettim. Burada kanunen akitle çalışan herhangi bir kimse, akdinin sonunda Suudî Arabistan’ı terk etmekle mükelleftir ve kanunen de oturma izninin bir başka şirkete veya şahsa nakli mecburdur. Yalnız çok istisnaî hâllerde hususî izinle müsaade edilebilir. Tanıtma bakanının talebimi kabulle içişleri bakanlığından kefaletimin bir başka şahsa nakline müsaade edilmesi talebi içişleri bakanı tarafından kabul edildi. Bunun üzerine içişleri bakanlığının müsaade kararı Cidde Pasaport Dairesi Müdürlüğüne bildirildi. Onlar da yaptıkları araştırma sonunda talebimi kabulle bir şirket üzerine kefaletim nakledildi. Ayrıca radyo müdürlüğü de müteavin, yani yardımcı programcı spiker olarak çalışmak talebimi kabulle eski maaşımın yarısına yakın bir ücretle tekaüt olduğum gün müteavin olarak çalışmama karar verdi. Ve o günden beri radyoda programcı spiker olarak çalışmaktayım. Şahsî ahvalime gelince... Bilirsin; Dr. Hümeyra Öktem Hanımın tavsiyesi üzerine evlendiğim Bursalı bir kadınla evliliğim maalesef uzun zaman devam edemedi. Uzun bir ayrılıktan ve muhakemeden sonra sözü geçen kadını boşadım ve çocukları “Muhammed Said Berk” ve “Nurefşan Berk”i yanıma aldım. Çocukları haftanın altı günü sabahları arabamla Türk konsolosluğu ilkokuluna götürüyor, öğleden sonra da gidip okuldan alıp eve getiriyorum. Çocukların da gelmesiyle artan yüküm karşısında arkadaşlarımın tavassutuyla yeni bir evlilik yaptım. Sözü geçen hanım ve çocuklar uyum içinde yaşıyoruz. Günlerimiz böyle geçiyor. Radyoda programlarım şöyle: Cumartesi, Sual-Cevap. 12 dakikalık dinî bir konuşma. Pazartesi, İlim ve İman. 12 dakikalık dinî bir konuşma. Çarşamba: Yeni Buluşlar. Yeni keşiflerden bahseden 12 dakikalık konuşma. Perşembe: Edebiyat Dünyası. Çeşitli edebî mecmua ve gazetelerden naklen şiirler, fıkralardan müteşekkil 20 dakikalık program. Cuma: Tarihten Sayfalar. Hz. Peygamberin ashabının, yani dostlarının hayatından başlayıp yakın tarihe kadar gelen tarihî bir konuşma. Müddeti 12 dakika. Akitli memurken her sabah 7.30’da radyoya gider, orada programlarımı yazar, tescil eder ve 14.30’da ayrılıp eve gelirdim. Şimdi ise programlarımı evde hazırlayıp, radyoya gidip tescil ediyor ve eve dönüyorum. Yani devam mecburiyetim yok. Şu anda şeker hastalığıyla uğraşıyorum. On beş sene bütün Ramazanlarda Cidde’den çıkıp arabamla Mekke-i Mükerreme’ye gider, iftarımı Harem’de yapar, akşam namazımı orada kılar ve dışarda yemeğimi yedikten sonra, yatsı, teravih ve vitrimi yine Harem’de kıldıktan sonra, Cidde’ye arabamla dönerdim. Bu sene şeker sebebiyle gidemiyorum. Orucumu evde açıyor, yatsı ve teravihi mahallemizin camiinde hatimle kıldıktan sonra eve dönüyorum. Sevgili yavrum, Bu kadarla son veriyorum. Seni çok özledim. Umarım, Cenab-ı Hak dünya gözüyle görmeyi, seni kucaklamayı nasip eder! Senin ve torunum Benginur’un gözlerinden öper, gelinime de sıhhat ve afiyet diler, sizden beş vakit namazlarınızda bana dua etmeyi unutmamanızı rica ederim. Sizi “Bizim Aile,” “Can Kardeş” ve “Köprü” dergilerine abone yaptırmıştım. Acaba geliyorlar mı? Bilmek isterdim. Yavrum, son olarak Ramazan-ı Şerifinizi, Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı şimdiden tebrik eder, sıhhat ve afiyet, dünya ve ahiret saadeti dilerim. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Bekir Berk * * * Sevgili yavrularım, aziz Ertuğrul, 18 Nisan’da yazılıp 26 Nisan’da postaya verilen mübarek Miraç Kandili tebriklerinizi aldım. Ne kadar sevindiğimizi tahmin edemezsiniz; dünyalar benim oldu! Siz beni sevindirdiniz, Allah da sizi sevindirsin. Bütün fitne, şer ve musibetlerden korusun. Dünya ve ahiret saadeti ihsan buyursun, hüsn-ü hatime bahşeylesin. Yıllardır Beytullaha gittiğimde, hususan her Cuma günü ve hacda ve sair günlerde, daima Cenab-ı Hakkın seni, benim maruz kaldığım sıkıntılardan, dertlerden, musibetlerden korumasını, bütün hayırlara nail eylemesini, bütün şerlerden korumasını niyaz etmekte idim. İnşaallah bundan sonra da her ikinize dua etmeye devam ederim. Bu vesileyle ben de hayır dualarınızı bekler, rıza-yı İlâhîye, hüsn-ü hatimeye nail olmanızı niyaz ederim. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Bekir Berk Not: Ramazan-ı Şerifinizi, gelecek bayramınızı şimdiden tebrik eder, şen ve esen kalmanızı dilerim. Muhtelif poz fotoğraflarınızı yollarsanız müteşekkir olurum. * * * Sevgili Oğlum, Hastalığından dolayı çok üzüldüm! Cenab-ı Hak inşaallah şifa ihsan eder. Ayrıca tebriklerinize pek çok teşekkür ederim. Günnur Hanımefendiye de sonsuz selâmlar. Bengi’nin, daha doğrusu Benginur’un gözlerinden öperim. Sağlık haberlerinizi beklemekteyim. Allah sizi her türlü şer ve musibet ve hastalıklardan korusun, bütün hayırlara nail eylesin, dünya ve ahiret saadeti ihsan buyursun.
·
2.987 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.