Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Onda Üç Şahsiyet Vardı Kenan Demirtaş SUUDÎ ARABİSTAN’DAKİ hatıralarının bir şahidi de Kenan Demirtaş’tır. Kenan Demirtaş, o yıllarda Medine İslam Üniversitesi Şeriat Fakültesinde okuyordu. * * * “Bekir Ağabeyi anlamak için, Üstadın tarif ettiği üç şahsiyeti bilmek lâzım. Onda bu üç şahsiyet vardı. Bunlardan biri, zaman zaman öne çıkardı. Birincisi: Dergâh-ı İlâhîde acz ve fakrını ilân eden bir kul olarak Bekir Berk. Cidde’den Kâbe’ye her gece teravihe mutlaka giderdi. Her cuma ya Kâbe’de ya da Ravza’da namaz kılardı. Sünnet üzerinde çok durur, sünnetle ilgili hadisleri, Sünnette ve Kur’an’da duaları bir araya getirir, okurdu. İkincisi: En zorlu bir dönemde sıkı takibat altında bulunmasının ruhuna verdiği büyük bir hassasiyet vardı. Bekir Berk âdeta esen yelde bile hile sezerdi! Üçüncüsü: Risalet sancağını taşıyan Halid bin Velid gibi İslâm kahramanı Bekir Berk. Halid bin Velid’e benzetmemin sebebi şu: Halid bin Velid’in bir özelliği, savaşa gitmeden önce düşmanın tüm noksan ve zayıf taraflarını araştırmasıdır. Bundan sonra cepheye en önde şehit olmak ruhuyla giderdi. Bekir Ağabey de aynen öyle. Her mahkemeyi bir meydan savaşı gibi kabul eder, karşı tarafın zayıf taraflarını tespit ederek ona göre bir savunma stratejisi geliştirirdi. En önemli tarafı, kefeni çantasında, şehit olmaya hazır bir ruh hâliyle yola çıkmasıydı. Çocukla çocuk olan yönüyle arkadaşlığına doyum olmazdı. Davayla ilgili ciddî bir konu gündeme gelince, birden ciddîleşir, başka bir şahsiyete bürünürdü. Âdeta o zaman sizi terk ederek yükseliverir, sizden ayrılır, kendinizi onun yanında çok aşağılarda bir yerde hissederdiniz. On altı yıl kaldığı Suudî Arabistan’da her yıl kesintisiz hac ve sayısız umre yapmakla manen çok terakki ettiğine şahidim! Bir defasında şöyle bir kerametine şahit olmuştuk: Bir Keramet Hamittin Aşan’la beraber Cidde’ye gitmek üzere Medine’den yola çıkmıştık. Yolda bir meyve kamyonu devrilmişti. Kasalar ve portakallar öteye beriye serpilmişti. Anlaşılan, adam kazadan sonra alacağını almış, diğerlerini bırakıp gitmişti. Çölde portakalları görünce durduk. Baktık, portakallar taze ve olgun. Bir kasa bulup düzgünlerinden doldurduk, arabamıza atıp yola devam ettik. Cidde’ye vardığımızda, arabamızı biraz uzakta park etmek zorunda kalmıştık. Mustafa Nurdoğan’ın çalıştığı şantiyeye doğru ilerliyorduk. Baktık, Bekir Ağabey de bürodan çıkmış, uzaktan bize işaret ediyordu. Yanına vardık. Hoşbeşten sonra, kendine has bir ciddiyetle doğruldu ve arabamızın olduğu tarafı işaretleyerek, bizi şaşırtan bir cümle söyledi. Aynen şöyle: “Orada, nefsimin istediği, ama ruhumun istemediği bir şeyler var.” Biz hayretle birbirimizin yüzüne baktık! O, eliyle “Neyse, haydi.” diyerek konuyu değiştirdi. Çok Hassastı Ne hikmetse büyük insanların dostları da hasımları da çok oluyor! Medine-i Münevvere’de bir zat, onun aleyhinde konuşur, kendisine hasımlık ederdi. Fakat kendisinin bundan haberi yoktu. Çünkü karşılaştıklarında o zat, Bekir Ağabeyin yüzüne güler, iltifat ederdi. Ben de menfî şeyleri yaymak uygun olmadığından kendisine söylemezdim. Bir gün o kişi, evinde tertip ettiği ziyafete beni ve Bekir Ağabeyi de davet etti. Bekir Ağabey bana: “Ne dersin, gidelim mi?” dedi. Ben, “davete icabetin sünnet olduğu” düşüncesiyle “Gidelim.” dedim. Gittik. Yerde boylu boyunca uzun bir sofra serilmişti. Tanıdık simalar da vardı. Yemek başladığında Bekir Abi bir lokma aldı. Fakat lokma âdeta boğazında tıkandı kaldı! Zor yutkundu. İki üç derken: “Bana fenalık geliyor! Şöyle bir dışarı çıkıp hava alalım.” dedi. “Aman efendim, ne oldu?” demelerine kalmadan, “Bir şey yok, siz devam edin, biraz hava alsam geçer.” dedi. Çıktık, doğruca bizim eve geldik. Hâlâ midesi bulanmaya devam ediyordu. Şiddetli bir istifra ile midesinde ne var ne yok hepsini geri çıkardı. Derin bir nefes aldı: “Oh, elhamdülillâh, rahatladım!” dedi. Enteresandır, aleyhinde konuşan adamın yemeğini, midesi kabul etmemişti! Resulullah’a Âşıktı Resulullah’a âşıktı; bu yüzden Medine’yi ve Medinelileri çok sever, sık sık Medine’ye gelip, Ravza-i Mutahharada ibadet eder, gözyaşı dökerdi. “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir.” denilir ya... Bir defasında Medine’den Cidde’ye ziyaretine gitmiştim. Çok sevinmiş ve evin bütün lambâlarını yakmıştı! “Abi, israf olmaz mı?” diyecek oldum. Kelimelerin üstüne basa basa: “Medine’den kardeşim gelmiş!” diye karşılık verdi. Sonra sohbet devam etti. Yine bir ara: “Ağabey, sizi çok meşgul ettim, önemli işlerinizden alıkoydum.” dedim. Yine aynı gür sesiyle: “Şimdi en büyük işim, Medineli kardeşimle meşgul olmaktır!” dedi. Onun “Medine”yi nasıl bir sevgiyle söylediğini anlayabilmek için, o kelime üzerindeki vurgusunu duymak gerekirdi. İltifatkârdı İltifat ve teveccühleri, muhatabını çok etkilerdi. Bir gün bir arkadaşla ziyaretine gitmiştik. O arkadaşta, hizmetlerini takdir etmekle beraber, Bekir Ağabeye karşı siyasî yönden eskiden kalma bir burukluk vardı. Ona kendisini tanıttım: “Bu, benim arkadaşım filân.” dedim. O da büyük bir içtenlikle ve kelimelerin üzerine basa basa şöyle karşılık verdi: “Arkadaşımın arkadaşı, benim de arkadaşımdır!” Bunun üzerine o arkadaşın içindeki burukluk silindi gitti ve ondan sonra Bekir Ağabeyi çok seven yakın bir dostu hâline geldi. Kendisine mektup yazan birine hemen cevap verir, o kişi karşılığını verdiğinde yine cevap yazardı. Tâ ki o kişi karşılık vermeyinceye kadar bu böyle devam ederdi. Bunun örneklerinden biri de Düzceli Necdet Pehlivan’dır. İkram Etmeyi Çok Severdi Dostlarına ikram etmeyi çok severdi. Medine’ye döneceğimiz zaman içecek ve yiyeceklerden oluşan büyük bir koli yapar, elimize tutuştururdu: “Abi, ne zahmet ettin, bunlara ne gerek var?” dediğimizde: “Medine’ye kadar 450 km yolunuz var. Yolda acıkır, susarsınız.” derdi. Sık sık hediye gönderirdi. Türkiye’ye gelenlerle dostlarına hediyeler göndermeyi ihmal etmezdi. Büyük bir mağazaya girer, el arabasını alır, sonra raftan aldığı hediyeler üzerine keçe kalemle göndereceği kişinin ismini yazıp içine atardı. Bazen isimleri hatırlamakta benden yardım isterdi. Meselâ bir gün Nesil’deki kardeşlerin isimlerini bir bir hatırlattığımı hatırlıyorum! O da isimlerini yazıp arabaya doldururdu. Maaşının çoğunu bu hediyelere sarf ederdi. Hediye göndermeye bu derece dikkat eden birini görmedim, desem yeri var! Kızması da Dava Adına İdi Kızması ve küsmesi hep dava adına olurdu. Şahsî kırgınlıklarını hemen unuturdu. Ama davası adına olanları unutmaz ve affetmezdi. Medine-i Münevvere’ye geleceği zaman mutlaka bana haber verirdi. Geldiğinde önce bana uğrar, beraber bir şeyler yer içer, sonra Mescid-i Nebevîye giderdik. Bu, her defasında böyle olurdu. Bir gün üst kattaki komşumdan, Bekir Ağabeyi Mescidde gördüğünü duydum. “Olmaz, olamaz, yanlışın var!” dedim. O “Gördüm.” diye ısrar etti. Ben de: “Gelse mutlaka haberim olurdu.” dedim. Komşum: “Ben Bekir Ağabeyi tanırım. Kaldı ki o kadar da yaşlanmadım. Gördüm diyorum!” deyince hemen arabaya atlayıp Mescid-i Nebevîye gittim. Baktım, her zaman olduğu yerde, tam Ravza’yı karşıdan gören noktada Said Özadalı’yla beraber oturuyor! “Ağabey, hoş geldiniz!” dedim. Yüzü ciddî, sert bir ses tonuyla: “Hoş bulduk.” dedi. “Ağabey, çorba hazır, buyurun, eve gidelim.” dedim. “Hayır, ben Resulullah’a misafirim, burada kalacağım.” dedi. Ben ısrar ettimse de: “Hayır, ben Babüsselâm’da kalacağım.” dedi. “Ağabey, sen her zaman Resulullah’a gelirdin, ama bana da uğrardın; şimdi ne oldu?” dedim. “Bana muhalif ve hizmete zarar veren birisini, evine davet ettiğini duydum!” dedi. O zaman meseleyi anlamıştım! Ama bir yanlış anlama vardı. Gerçekten o günlerde Türkiye’deki bazı ihtilâf konularını gündeme getirerek, ders yaptığımız yeni talebelerin zihinlerini bulandıran birisi vardı. Sırf onun tahribatını engellemek ve ders yapılan yerden uzaklaştırmak için evime davet etmiştim. O zata da demiştim ki: “Kardeşim, bizim ihtilâfî konulara gözlerimiz kapalı, kulaklarımız tıkalı ve dilimiz de lâlüebkemdir. Eğer hizmet konuları konuşacaksan gözümüz, kulağımız, dilimiz ancak onlara açıktır. Lütfen bu gibi konuları gençlere taşıyarak zihinlerini bulandırma! Bu, hizmete zarar veriyor!” demiş, zararını önlemeye çalışmıştım. Bunu Bekir Ağabeye naklettikten sonra dedim ki: “Ağabey, ben Risale-i Nur’u sevdim ve ondan sonra sizi de onu müdafaa ettiğiniz için sevdim. Yoksa Risale-i Nur’u tanımadan Bekir Berk’i de tanımıyordum. O kişiyi de Risale-i Nur hatırına ikaz etmek için eve götürdüm. Benim başka bir maksadım yoktur ve olamaz. Eğer çorbaya gelirseniz, Risale-i Nur’un müdafii çorbamızı içti diye sevinirim!” Bunun üzerine Said Özadalı’ya dönerek: “Ne diyorsun?” dedi. O da: “Allah diyorum!” deyince, “Ben de yallah diyorum!” dedi. Kalktık, hep birlikte şen şakrak bir şekilde eve gittik. Sadakati Eşsizdi Üstada ve Risale-i Nur’a sadakati eşsizdi. Bir gün beni çağırdı ve Suudîlere, Risale-i Nur’u anlatmak için bir çalışma yapmamız gerektiğini söyledi. “Ne yapalım?” diye düşünürken, “Risale-i Nur’u tanıtan bir şey olsun.” fikri ortaya çıktı. Ben “Risale-i Nur hakkında söylenenlerden derlenmiş bir şey olsun.” dedim. O, “Risale-i Nur’da Üstadın Risale-i Nur’u bizzat anlatan ifadelerinden seçme bir çalışma olmalı.” dedi. Ben: “Ağabeylerin beyanlarına da yer versek.” dediğimde: “Hayır. Bana, kılıç gibi keskin Üstadın ifadeleri lâzım. Onun dışındakiler kör bıçak gibi kalır!” dedi. Bir hafta çalışıp tüm külliyatı taradık ve Risale-i Nur’u Risale-i Nur’la anlatan bir derleme yaptık. Kızdığı Zaman Bir şeyden dolayı bana kızdığı ve beni uyarmak istediği zaman tok bir sesle “Hocaa!...” diye söze başlardı. Diğer zamanlarda çok nazikçe, “Aziz kardeşim.” diye hitap ederdi. Bir gün yine söz, “Üstada sadakat”ten açılmıştı. “Hocaa!...” diye söze başladı ve Zübeyir Ağabeyden. şunu nakletti: “Ben bir konuda karar vereceğim zaman iki türlü davranırım: Birincisi, o konuda Üstad, Risale-i Nur’da ne diyor, ona bakar, ona göre hareket ederim. Diğeri de kendi bilgi ve görüşüme göre davranırım. Kıyamet günü mahşer meydanına vardığımızda ‘Şunu neden şöyle yaptın?’ diye hesap sorulduğunda rahatlıkla ‘Asrın İmamına uydum da onun için öyle yaptım.’ der, sorumluluktan kurtulurum. Ama kendi fikrimle yaptığım iş için kırk dereden su getirmek zorunda kalırım!” Kendisi de bu yolu hassasiyetle takip ediyordu. Gecikmeye Tahammül Etmezdi Şahsî işleri için üç ay beklerdi, ama hizmet söz konusu olunca üç dakika tahammül edemezdi. Yine Suudî Arabistan’dayken bir gün, “cilbab” denilen, boydan boya giyilen tek parça elbisesindeki söküğü diktirmek için bizim eve bırakmıştı. Biz unuttuğumuz gibi o da sormamıştı. Aradan belki üç ay geçmişti. Neden sonra yumuşak bir üslûpla “Benim bir tarihte bir elbisem olacaktı; n’oldu?” dedi. Oysa cemaate haber verip hizmet için Kâbe’de toplanmamızı istediğinde az bir gecikme için, “Nerdesiniz?” diye bizi azarladığını biliyorum!
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.