Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Yas üzerine
Kaybettiklerimiz, içimizdeki varoluşlarını, bizim için anlamlarını yitirmiyorlar. Bir insan öldüğünde dışarıda olanla iç dünyamız arasında bir uyumsuzluk baş gösteriyor. Yas sürecini bu uyumun tekrar aranması olarak düşünelim. O zaman sadece ölümün değil, bir ayrılığın, bir hayalin, bir idealin, hayatımızda kapanan bir sürecin, yitirilen bir ülkenin de tutulacak yasları olduğunu, her yitimin insanı aynı kavşağa sürüklediğini farkederiz, içsel olanla dışarda olan uyumsuzsa ne yaparız, daha doğrusu nasıl bir yas tutarız? Köyünün veya büyüdüğü yoksul ailenin giyim kuşam, yeme içme alışkanlıklarını imkanı olsa da değiştirmeyen nice insan vardır. Bırakmaz, bırakamaz. Nasıl bir ölümün reddi süre uzadıkça bir sorunun belirtisiyse, gurbete çıkan için de aynı risk mevcuttur. Geride kalan ülkenin idealize edilmiş bir karikatürü, o geleneksel değerler ve Avrupa'yı titreten kudretle yüklü imge vasıtasıyla gittiği yerde ve geri döndüğü ülkede yadırganmak. Kaybettiğiniz bir insan yaşıyor gibi davrandığınızda olabilecekleri, diğer insanlarla ilişkinizin nasıl etkileneceğini düşünün. Kişi kendisi ne durumda olur peki? Yas tutma kapasitemizi belirleyen kabaca iki değişken var; biri içsel, kendilik ve nesne tasarımlarının bütünleşmiş olması, yani kendine ve ebeveynine dair fantezi denebilecek beklentilerden vazgeçmenin yasını ne kadar tuttuğumuz. İkincisi ise dışsal, yaşanan kaybın travmatik niteliği. Zihin anlam olarak hazmedemediği travmatik bir deneyimle baş etmek için bütünleşmek yerine çözülme ve bölünmeye sığınabilir. Anavatan bizi besliyemiyor + geldiğim ülkede adam yerine konmuyorum gerçeği işlenemez halde ise, kişi bunu Türkiye çok iyi, nerede Osmanlı gibisi yok diyip, bir yandan Avrupa'da yaşamaya devam ederek ortaya koyar. Aldığı bu pozisyon bulunduğu ülke, anavatanı ve kendisi için problemlidir. Anne tarafından ne kadar ihmal edilmişse, kişinin bunla yüzleşme kapasitesinin o ölçüde düşük olacağını hatırlayın. Yeni verdiğimiz göç dalgası ise geride kalanı parlatmak yerine değersizleştirerek yas tutma eğiliminde. Ne yası, kurtulduk derken tam da tutulamayan yasın örneğini veriyorlar. Genelde bu süreç 3-4 kuşak alıyor. Kuşak süresi uzadıkça bireyler sosyo ekonomik olarak alt basamaklara sıkışıp kalıyor, genelleme tabi bu. Kişisel olarak Osmanlı'nın çöküşüne verdiğimiz yas reaksiyonu Türkiye'de siyasete bakışımızı ne kadar çok etkiliyor, değil mi? Ülkemize gelen mülteciler ise ne durumda tam olarak bilmek mümkün değil. Göçün travmatik niteliği arttıkça gelenlerin adaptasyon kapasitesi düşecektir. Mesela Kafkasya'dan Rus harbiyle gelen aileleri dinleyin, hep geride bırakılan konaklar, kasa kasa altınlar, muteber dedeler. Kırım'da, Kafkasya'da yoksul köylü yokmuş meğerse:) Eleştirmiyorum, insanların travmayla baş etmek için bu kadarına hakkı vardır diye düşünüyorum. Yani yaşanan sıkıntıyı sırtlanabilmek için bazen hastalanmak zorunda kalırız. Zaten mültecilik ve çocuk yaşta ebeveyn kaybı, bu iki başlık psikiyatrik hastalıklar açısından kesinleşmiş denebilecek iki risk faktörüdür. Bugün bunların büyük kayıplar olarak aynı kefeye konabileceğini anlatmaya gayret ediyorum. İçsel gerçeklikle dışsal gerçeklik arasında gerilim artarsa, ne yaparız? Buradan başlamıştık, devam edelim. Dışarda ölçüp biçilecek kadar istikrarlı, farklı gözlemcilerle tekrar tekrar onaylayabildiğim bir gerçeklik var ve bu gerçeklik benim şahsi tutum ve fikirlerimden bağımsız dediğimde, yani dışarda benden ayrı bir gerçek var, içersi ise nesnel değil öznel dediğimde, pozitivizm ve modernizmden bahsederim. Dikkat edin bu durumun, modern dünya diyelim, insanlığa armağanı bir yastır. İçsel olanla dışsal olan arasında bir fark olduğu ve kendine buna göre çeki düzen vermelisin fikri bir yastır. Çünkü dış gerçeklikle pazarlık halinde olan insana hayallerinden vazgeç şeklinde bir uyarı vererek, aslında tüm dünyayı bu fikir bir yasa sokmuştur. Bu yas süreci; siyasi, toplumsal, bilimsel olarak yasını tutabilen toplumları tarihte ileri fırlatmış, dünyanın çoğunlukla batılı olmayan kısmını adeta felce uğratmıştır. Batı, düşünce dünyasında bir yas işletirken, doğu veya güney siyasi, dini, aidiyete dair yaslarla bir yere varamamıştır. Bu yas sürecinin sonraki aşaması, bu dış gerçeklik denen şeyin de bir çeşit gerçeklik olduğu, bunun hakikat değil, şekil değiştirmiş bir içsel gerçeklik olduğu eleştirisi gelir, buyrun postmodernizme. Modernizmin önerdiği yastan sıvışmak gayretinde bazı doğulu, güneyli kültürler postmodernizmden ümitlenmiş ancak gördüğümüz avuçlarını yalamışlardır. Nietzsche'nin Tanrı öldü sözü gene bir yas önermesidir, hatta sonra eklediği o zaman şimdi bizler Tanrı olmalıyız önermesi de yastan çıkışı fazlasıyla çağrıştırmıyor mu? Babam öldü, yasını tutarım, sonra ben de onun olumlu bulduğum yanlarının bir devamına dönüşmeye çalışırım. Modern zamanın haberini veren Nietzsche'nin bu önermesi, 20. yy.ın gelişini, modern dönemle beraber psikiyatrinin de gelişini haber veriyor. Dışarda, özneden bağımsız, ölçülen biçilen bir gerçek var, içersi ise kestirilemez ve öznel dediğin anda psikiyatrinin de ilk haberi duyulur. Modern dünya bu fikirle geri kalan dünyayı hallaç pamuğu gibi atmıştır, çünkü kalan dünya temennilerin, fantezilerin yasını tutmaktan uzaktır. Postmodernizm yahut günümüzdeki post truth çağı, belki uydurulmuş hakikat demeli, yasın pazarlık aşamasına denk gelebilir mi? Belki. Modern önerme Tanrı öldü iken, gittikçe Nietzsche öldü, hatta Nietzsche 'nin katilleri kimler biliyoruz, katil devlet Tanrı'yı öldüremezsin, Nietzsche'yi kimlerin fonladığı belli diye giden önermelerin ortak özelliği yas duygusunun yokluğu, içsel gerçekliğe dış dünyanın bir şekilde boyun eğmesi beklentisidir.
·
138 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.