Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Uriel Da Costa
Uriel Da Costa 1585 yılında Porto'da Aristokratik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Bento Da Costa, Uriel'in ifadeleriyle ''has bir hıristiyan' idi; öte yandan annesi bir yaduhi sempatizanı olarak tanınıyordu. Uriel, temel hıristiyan eğitimini aldıktan sonra coimbra üniversitesi'nde hıristiyan hukuku çalıştı. Sonra da kilise haznedarı olarak hayatını kazanmayı seçti. Tüm işaretler onun dindar bir hayat sürdürdüğünü göstermektedir. Düzenli günah çıkarır ve edebi cezaya çarptırılmaktan korkardı. Yine de bazı şüpheler mevcuttu kafasında. ''Bu meseleler hakkında düşündükçe daha fazla kurt düşüyordu içime. Sonunda kaçışı olmayan bir kafa karışıklığı, bıkkınlık ve sıkıntı girdabına düştüm. Günahlarımı roman ritüellerine göre itiraf edemez ve benden beklenenleri yapamaz oldum. Ruhumun selamete eremeyeceğinden korkmaya başladım. Beşikten beri içli dışlı olduğum ve inanç yolu ile içime işlemiş olan dini, bir anda reddetmek imkansız olduğundan kuşkularımı sesli dile getirmeye başladım (yirmi iki yaşında vardım yoktum) Öbür dünya için söylenenler uydurma olabilir miydi? Bu söylenenlere duyulan inanç, akılla bağdaşıyor muydu? Çünkü aklım pek çok şeyi gözüme sokar gibi tekrar tekrar hatırlatıyordu bana ve kulağıma (inanca) taban tabana zıt şeyler fısıldıyordu.'' İddasına göre, insan aklının hıristiyan inancıyla olan uyuşmazlıkları hakkındaki kuşkularını en azından kendine mantıklı gelecek kadar ifade ettikten sonra huzur buldu ve dindar yaşamını sürdürmeye devam etti. Musa yasalarının gerçekten tanrı tarafından indirildiğine kanaat getirdiğini ve bundan sonra bu kanunları takip ettiğini ifade edecekti. Tabii ki o tarihlerde Portekiz'de açık ya da gizli şekilde yahudi olmak imkansızdı. İşinden istifa etti, babasının şehrin en iyi mahallerinden birinde inşa ettiği evden ayrıldı ve iki kardeşi ve annesini de yanına alarak Portekiz'i terk etti. Kuzeye yolculuk ettiler ve 1612 yılında ''yahudilerin korkmadan yahudi gibi yaşadığını gördükleri'' Amsterdam'a yerleştiler. Uriel ve kardeşleri sünnet oldular, yahudi yaşamının ritüel ve pratiklerine kendilerini alıştırmaya başladılar. Hayal kırıklığı gecikmedi. Uriel, İncil'de anlatılan saf dinin, Musa yasalarına tereddütsüz adanan bir yaşamın peşinde olduğunu, ama hahamların elinde anlamsız ve lüzumsuz kurallara dönüşen bir din ile karşılaştığını iddia edecekti: ''Gün geçmiyordu ki yahudilerin mizaç ve göreneklerinin, Musa yasalarına tamamen aykırı olduğunu fark etmeyeyim.'' Gözlem süresinin yeterli olmadığı düşünülebilir ama hissettiği uçurum dikkat çekicidir: bir tarafta ''mutlak yasa'' dediği şey, diğer yanda ise yahudi bilgelerinin ''yasaya tamamen dışarıdan ekledikleri''. Geklentileri ne olursa olsun amsterdam'da bulduğu yahudilik Uriel'i yılgınlığa itti. Ona kalırsa yeni ferisilerin başını çektiği bir tarikattan farkı yoktu gördüklerinin. Hamburg'a taşındı ve 1616 yılında Propostar Contra a Tradicao'yu yayımladı. Bu eser, sözlü kanun'un (Talmud) gerçekliliğine karşı çıkan on tezi içeriyordu ve ferisilerin gelenek ve buyuklarının kibir ve beyhudeliğini ortaya koyuyordu. ''Eğer birisi çıkıp torah buyruklarını sözlü kıssalara göre yorumlamak ve kıssalara Musa'nın torah'ına inandığımız gibi inanmamız gerektiğini söylüyorsa bu torah'ın dibine dinamit koymaya yeterlidir. Bu kıssaların gerçek olduklarına inanarak torah'ı değiştiriyoruz ve dahası aslına zıt yeni bir torah yaratıyoruz. Ne var ki sözel bir torah'ın var olması imkansızdır... Nasıl Musa'nın torah'ına harfiyen uyuyorsak Talmud'un bütün buyruklarına da uyayacağız demek, insanoğlunun kelamını tanrı kelamıyla eş tutmak anlamına gelir.'' Görünüşe göre Uriel, ruhun ölümsüzlüğünü ve ahrette sonsuz yaşam gibi öğretiler hakkında kuşkularıyla hala boğuşmaktadır. Sonraki yıllarda bu öğretilere karşı çıkan uzun yazılar yazacaktır. Venedik, Da Costa'nın kitabına 14 ağustos 1618 tarihli ve haham leon modena tarafından açıklanan afaroz ile karşılık verdi. Modena ''bilge atalarımızın sözlerine karşı gelen ve israil'in gazabını hiçe sayarak torah'ı çevreleyen tüm çitleri yıkan, bilge atalarımızın söylediklerini kaos diye niteleyen ve bu sözlere inananları aptal yerine koyanları'' lanetledi. Venedik cemaatiyle Hamburg ve Amsterdam cemaatleri arasında danışma köprüsünün önemi düşünüldüğünde modena'nın bu hükmünün Hamburg ve Amsterdam'da ne denli etkili olduğu anlaşılabilir. Haham Modena, Da Costa'nın görüşlerini çürütme ve ''sözlü kanun''u savunma görevini de bizatihi üzerine aldı. The Shild And The Buckle adlı bu kitap (''bana karşı gelenin karşısına dikil; benimle savaşanla savaş. Topunuzu ve kalkanı kaptığın gibi yardımıma koş'') kendini akıllı sanan ama yoldan çıkmış ve aptal bir adama karşı ''bilge atalarımızı'' savunmak üzere yazılmıştı. Da costa Hamburg'da istenmeyen adam ilan edildi. Uriel, kısa bir süre sonra Amsterdam'a döndü. Görüşlerini burada savunmaya devam etti. Amsterdam cemaati tarafından Da Costa'nın fikirlerini çürütmesi için hamburglu hekim Samuel Da Silva'ya başvuruldu, Da Costa'nın iddiasına göre: ''Sözlü kanun yalan ve yanlışlarla dolu ve yazılı yasalar, onun ya da onun gibilerin hiçbir açıklama teşebbüsüne ihtiyaç duymayacak kadar açık. İsrailoğullarının iradesinde daha önce başvurulan ve şimdi de başvurulmakta olan kanunlar, hırslı ve kötü niyetli adamların bir icadı... Tüm israiloğulları, onun yerle bir etmeye uğraştığı garip bir tapınma biçimine tutsak olmuşlar.'' Da costa ayrıca sünnet töreni adetini reddediyor, tipik yahudi ritüelleri olan yahudi duası, dua sırasında takılan atkı ve evlerin girişine asılan dua yazılı parşömen, ( bir tür muska) ile dalga geçiyordu. Fakat da silva'ya göre en mühim mesele da costa'nın ruhun ölümsüzlüğünü inkar etmesiydi. Da costa, insan ruhunun fani olduğunu ve ölüm sonrasına kalamayacağını iddia ediyordu. İnsan ruhu ebeveynlerin canlılık verdiği bir varlıktı doğal olarak. Tanrı tarafından önce hayat verilip sonra da insan bedenine yerleştirilen bir varlık olamazdı. İnsan bedeniyle birlikte gelir çünkü gerçekten de bedeninin bir bileşenidir. insan kanında dolaşan hayati özdür. Bu bakımdan insan ruhunun hayvanlarının ruhlarından bir farkı yoktur. Ayırt edici tek özelliği insan ruhunun rasyonel olmasıdır. Bu yüzden insan bedeni (ya da herhangi bir beden) fani ve gelip geçicidir. Sonuçta öteki dünya diye bir şey söz konusu olamaz; edebi ödül ve ceza da. ''insan bir kez bu dünyadan göç etti mi geriye hiçbir şey kalmaz, bir daha da asla canlanmaz.'' Bu yaşamı sürdürebiliyor olma, Tanrı'ya ve onun buyruklarına boyun eğmenin yeğane sebebidir, insanın kazandığı ödüller bu dünuyadaki emeklerinin sonuçlarıdır. Kanun, Da Casto ısrarla vurguluyordu, ruh ölümsüzdür, öteki dünya gerçekten vardır veya edebi ceza ve ödül bizi bekliyor demez. Tam aksine torah bize, insan bedeni değil, insanoğlu ''topraktan geldi ve toprağa dönecek'' demektedir. Da costa, kaynağını ruhun ölümsüzlüğünü inancından alan, akıldışı umut ve korkularımızın yeşerttiği sayısız yanlış, kötü ve batıl davranış olduğu sonucuna varıyordu. Hamburg ve Venedik cemaatlerince Da Costa adına konulan yasağı 15 Mayıs 1623 tarihinde Amsterdam cemaati de yürürlüğe koydu. Efendiler, milletin vekilleri, Uriel Da Costa adlı şahsın şehrimize vardığını haber almış olunuz. yanında bizim kutsal kanunumuza karşı çok sayıda yanlış, hatalı ve sapkın görüşler getirmektedir. Dahası, kendisi zaten Hamburg ve Venedik cemaatlerinde sapkın ilan edilip afaroz edilmiştir. Kendisini doğru yola getirmek adına pek çok kez tüm nezaket ve zarafetleriyle, bilge adam ve diğer cemaat ileri gelenlerinin yol göstermelerine binaen sayın vekillerinde haberdar olduğu gibi çeşitli adımlar atılmıştır. Tüm küstahlık ve inatçılığıyla yoldan çıkmış fikirlerinde ısrar ettiğini öğrendiğimiz bu şahıs için cemaatlerimizin Talmud ve bilge adamlarımız şu fermanı çıkartılar: "Tanrı Yasa'sınca lanetlenen bir zavallı olarak dışlansın; erkek, kadın, ailesine mensup ya da yabancı her kim olursa olsun, hangi statüye sahip olursa olsun kimse onunla bir tek kelime dahi konuşmasın; ne evine kimse gitsin ne de ona herhangi bir iyilikte bulunsun, bu buyruğa karşı gelenlerin cezası afaroz ve cemaatten kovulmaktır. Kardeşlerine zaman vermek amacıyla, onlara kendilerini bu şahıstan tamamen ayırmaları için sekiz gün tanıyoruz." Amsterdam, omer 5583 (1623) on üçüncü gün. Samuel Abarbanel, Binhamin İsrael, Abraham Curiel, Joseph Abenicar, Raphael Jesurun, Jacop Franco. Da costa'nın yanıtı meydan okurcasına cüretkardı. ''Sorun öyle bir reddeye geldi ki" diye yazmaktadır, ''davamın haklılığını kanıtlamak, ferisilerin adet ve törenlerinin lüzumsuzluğunu, bu gelenek ve kurumların musa yasalarından ne denli farklı olduğunu açıkça göstermek üzere bir kitap yazmaya karar verdim.'' Da costa'nın kitabı ruhun ölümsüzlüğü öğretisine ve sözlü kanuna karşı giriştiği polemiğin genişletilmiş bir versiyonuydu. Sapkın görüşlerinden dolayı sadece yahudileri değil, hıristiyanlarıda kızdırmıştı. Amsterdam şehri yetkililerince tutuklandı, hapiste on gün geçirdi ve bin beş yüz gulden para cezasına çarptırıldı. Kitabın kopyaları yakıldı, günümüze sadece bir kopya erişebildi. Her şeye rağmen annesi desteğini esirgemedi. Bu da Amsterdam'ın yahudi ileri gelenleri ile hassas bir mesele haline geldi. Sarah Da Costa sadece sapkın Uriel'in annesi değil, topluluğun önde gelen ve nufuslu üyelerinden biriydi. Uriel'in kardeşlerinin elleri kolları afaroz ile bağlanmıştı. Kardeşleri, tüm bağlantılarını kesip onu ayıplamışlardı. Fakat yaşlı anneleri üriel aile aynı evde yaşamaya, elini tutmata, onun kestiği etten yemeye ve hatta (rivayetlere bakılırsa) onun savunduğu görüşlere uymaya devam ediyordu. Öte yandan Da Costa'nın fikirleri gittikçe daha da sivrileşiyordu: ''Yasa'nın Musa'dan gelmediği, dünyadaki sayısız sayısız icat gibi insan elinden çıkma olduğu sonucuna vardım. Doğa kanunlarıyla pek çok kez çelişmektedir; doğa kanunlarının yaratıcı olan tanrı, insanoğluna biat etmeleri için bu yasaları gönderip kendisyle asla çelişemez'' Bu noktada Da Costa özellikle mali durumu açısından, münzevi bir hayat sürmenin pek akla yatkın olmadığının farkına vardı. Gururunu bir kenara bırakıp yahudi cemaatiyle barış yapmaya çalıştı. Kendi deyişiyle ''onlara katılmak, saflarında yürümek, nasıl derler sürüden biri olmak'' istedi. (evlenme arzusu da onu bu yöne teşvik etmiş olabilir. Bunu kısa süre içinde karşılaşacağı ikinci afaroz cezasında, nişanlısından ayrılması yolundaki hükümden çıkarıyoruz.) Alenen görüşlerinden vazgeçtiğini açıkladı ve ortodoks standartlarına göre yaşamaya başladı. Bu, omuzlarına büyük bir yük bindirmiş olmalı ki, işler planladığı gibi gitmedi. Yeğeni, yetkililere beslenme ile ilgili buyruklarını hiçe saydığını bildirdi, bu durum, ''bakın ben aslında yahudi değilim'' mesajı veriyordu. Daha da mühimi, biri italyan diğeri ispanyol iki hıristiyan'ı yahudiliğe geçmekten vazgeçirmeye çalışırken yakalandı. Onun sözleriyle ''başlarına geçirecekleri boyundurluktan haberdar değillerdi''. Derhal cemaat ileri gelenlerinin ve hahamların huzuruna çıkarıldı. 1633 yılında adına, daha önceki tüm afarozlardan daha sert ikinci afaroz buyruldu. Kırbaçlanıp af dileme şansı tanınsa da o, bu seçeneği göz ardı etti. Ne varki yedi yıl sonra tek başına ve yoksulluktan bezmişken kararını değiştirdi. Sinagoga girdim; gösteri için gelmiş yığınla erkek ve kadın vardı. Sinagogun ortasındaki tahta platforma çıkma zamanı gelmişti. Genelde bu platform toplu okunan dualar ve diğer bazı işler için kullanılırdı. Onların yazdığı itirafnamemi sesim titremeden okudum: yaptıklarıma karşılık bin kere ölsem yeriydi, şabatı hiçe saydım, inancımı korumadım ve dahası daha da ileri gidip başkalarını yahudi olmaktan vazgeçirdim. Onları tatmin etmek adına, verdikleri cezaya ve bundan sonraki buyruklarına uyacağımı bildirdim. Sonuçta, bir daha asla bu aşağılık ve suçlu duruma düşmeyeceğim diye söz verdim. Okumam bittiğinde platformdan indim. Başhamam yaklaştı ve kısık bir sesle sinagogun bir köşesine çekilmemi istedi. Yüzüm örtülü, belime kadar çıplak ve yalınayaktım. Kollarım bir sütuna sarılmıştı. Gardiyanım yaklaşıp ellerimi sütunun etrafında bağladı. Tüm bu hazırlıklar bitince, cantor geldi, kırbacı eline aldı ve törelerin öngördüğü gibi sırtıma otuz dokuz kırbaç indirdi... Kırbaçlanırken bir yandan da bir ilahi söyleniyordu. Bu da bitince, yere çöktüm ve bir cantor ya da bilge adam yanıma gelerek bütün afarozların kalktığını söyledi... Elbiselerimi giyip sinagogun eşiğine doğru yürüdüm. Eşiğe uzandım, muhafızım başımı koruyordu. Sinagogdan çıkan herkes üzerimden yürüyüp geçti, bedenimin bir parçasına basarak. Yaşlı ya da genç herkes bu törene katıldı. Maymunlar dahil dünya üzerinde bu kadar aşağılayıcı ve aptalca davranış sergileyemezdi. Herkes gözden kaybolup tören bittiğinde ayağa kalktım. Etrafımdakiler üzerimdeki tozu toprağı silkelediler ve eve gittim. Bu, üriel'in kaldırabileceği bir şey değildi. Otobiyografisini, (insan yaşamı modeli) tamamladıktan bir kaç gün sonra intihar etti. (Nisan 1640 - Amsterdam) Otobiyografisinde ferisilerin adaletsizliklerine karşı onu korumadıkları için amsterdam adli görevlilerini suçluyordu.
Sayfa 110 - İletişimKitabı okudu
·
416 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.