Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

104 syf.
9/10 puan verdi
ALBERT CAMUS_DÜŞÜŞ
‘’Ah! Size bunu anlatmaktan hiç zevk almıyorum. Kendim hiçbir şey ödemeden her şeyi istediğim, onca insanı hizmetime koşturduğum, onları bir gün elimin altında bulunduracak biçimde buzdolabına kaldırdığım o dönemi düşündüğüm zaman, içimde uyanan tuhaf duyguyu nasıl adlandıracağımı bilemiyorum. Acaba utanç değil miydi bu? Utanç, söyleyin bana, aziz hemşerilerim, yakmaz mı biraz?’’ Bizi anlatıyor Düşüş. Biz insanları. Yükselmeye çalışırken düşüşümüzü anlatıyor. Arayışımızı belki. Ne aradığını bilmeden aradığımız için, bulamayışımızı… Öncelikle, bu alışılagelmiş bir roman değil. Klasik bir hikaye kurgusu karşılamıyor bizi. İki simit kapıp kapınıza dayanmış nobel ödüllü bir dost tadında. Tanıdık. Zeki, renkli ve dertli. Bir davası, anlatacakları var. Yanlış bildiğinizi kabul etmediğiniz, benimsediğiniz bir şeyi düzeltmeye gelmiş, türlü akıl oyunlarıyla ikna ediyor sizi. Kendini soylu davalara bakan, saygın bir avukat olarak tanıtıyor anlatıcı. Jean-Baptiste Clemence. Birinci ağızdan dinliyoruz davayı. Çok başarılı, adamı ipten çekip alan türden. Fakat burada mesleği ilgilendirmiyor bizi. Bir hırsızı kürsüden indirip sokağa döndürdükten ve işi bittikten sonra, mesaisi de bitiyor mu sanıyorsunuz? ‘’Şurası kesin ki, adalet kelimesi bile tuhaf öfkelere düşürüyordu beni. Savunmalarımda bu kelimeyi mecburen kullanıyordum yine. Ama insanlık anlayışını açıkça lanetleyerek bunun öcünü alıyordum, ezilenlerin namuslu insanları ezdiğini belirten bir manifesto yayımlayacağımı bildiriyordum.’’ Yine aynı adam hem yeriyor hem seviyor insanları. Hayırsever, yardımsever fakat bir lokantada yanına gelen dilenciyi aşağılayacak kadar kibirli. Dönüşen bir insanlık okuyoruz. Evrimini henüz tamamlamamış olan insanlık… Harikulade manevralarla bir yargıç, bir papa oluşuna götürüyor bizi. Buradaki yargıçlık ve papalığın altında başka anlamlar var tabi. Zaman kavramını kavramak da güç.En azından ilk okuyuşta tam olarak anlayamıyorsun. Üç gün beş gün gibi sözler ediyor ama kafanızda asılı kalıyor. ‘’Amaçlı cümleler’’ kurduğunu söylüyor zaten anlatıcı. Kasıtlı olarak havada bırakıyor ki dönüp bir daha bakalım. Yeniden davet ediyor bizi okumaya. Davet etmek değil bu aslında, düpedüz şartlıyor. Beyninizle ufaktan oynadığını hissediyorsunuz. Dahiyane. ‘’Gösterişsizce kabul etmek gerekir ki, aziz hemşerilerim, hep benlik gururuyla dolmuşumdur ben. Ben, ben, ben, aziz yaşamımda hüküm süren ve her söylediğim şeyde işitilen nakarat buydu işte.’’ Keskin olmayan basamaklar var tırmandığı. Mesela ‘’boğuntu hücresi.’’Bunun ayrıntısına girmek istemiyorum. Böyle böyle, bir yere vardığı belli. Henüz varması gereken yerde olmadığı ve hala bir yere gitmekte olduğu da belli. Ama nereye? Her vardığı durakta , sanki ‘’işte burası! Başardım!’’der gibi. Ne de olsa oldum olası ben oldumculardanızdır. ‘’Aldanıyorsunuz, azizim, gemi iyi yol alıyor. Ama Zuyderzee ölü bir denizdir ya da buna yakın. Sis içinde yitip gitmiş düz kıyılarıyla nerede başladığı, nerede bittiği bilinmez. Hiçbir işaret noktası olmadan gidiyoruz, hızımızı değerlendiremiyoruz. İlerliyoruz, hiçbir şey de değişmiyor. Bir gemi seferi değil bu, bir düş.’' Bir yere kadar Clemence ‘nin hikayesini okuyoruz saf saf. Uzaktan uzaktan yargılıyoruz yaptıklarını, söylemlerini. Cık cık diyoruz. Vah vah ediyoruz. Sonra bir aralar dank ediyor bizi bize anlattığı. Düşsek de kurtulsak dedirtiyor insana. Düşene kadar girdiğimiz haller, büründüğümüz tavırlar, aklımızdan geçenler, dilimize akanlar…Mide bulandırıyor. Sorgulatıyor; Nereye gidiyoruz? Onlar yanlış tarafta da biz doğru yolda ve doğru insanlarla mıyız? Savunduklarımız ve sustuklarımızda haklı mıyız? Sahip olduğumuz şeyler, yeteneklerimiz, mesleğimiz, mevkimiz, paramız, fiziğimiz. Bizim mi? Hem bencil, hem bizcil oluşumuzu fark ettiriyor kitabın her satırı, usul usul. Birbirimize bizim olmayanlarla caka satıyoruz. Büyük büyük laflar ediyoruz şimdiki gibi(!) ‘’Böyle olunca, mademki hepimiz yargıcız, o halde hepimiz birbirimize karşı suçluyuz, hepimiz kendi berbat tarzımıza göre İsa’yız, bir bir haça gerilmişiz, ama yine de bilmeden. Eğer ben Clamence, çıkar yolu, tek çözümü, doğruyu bulmasaydım…’’ Kendini sorguladığı, bir takım kusurlarını, bencilliklerini nihayet fark ettiğinden bahsetmesinin ertesinde, yargıçlıktan papalığa geçiş hikayesi özet geçiliyor. Yineliyorum, ilk okuyuşta doğru anlamadığımı düşündüğüm çok nokta var. Ama bir sonraki seferimde karşılaştırabileceğim bir incelemem olmalıydı bu kitap için. Papalığa geçişine ise bir tesadüf süsü verilmiş ya da tesadüf süsü verildiği düşünülsün, ama tesadüf olmadığı birileri tarafından çözülsün istenmiş sanki. Ben tesadüf diye bir şeyin varlığına inanmadığımdan ikinci seçeneğe koşuyorum. Belki de hiç olmamıştır. Hem zaten olayın sanıldığı gibi bir din adamlığını değil bizi temsil ettiğini düşündüğümü daha önce belirtmiştim. Yargıçlıktan bir nebze arınsa da tamamıyla yok edememişti henüz. Nefis ve ruhu, ikiliği bildiğini hissettiriyordu. Evet farkındalık önemliydi fakat yeterli değildi. ‘’Eskiden özgürlüğü dilimden düşürmezdim. Onu kahvaltıda ekmeklerime sürer, bütün gün ağzımda çiğner, dünyaya özgürlükle tatlı tatlı serinlemiş bir nefes salıverirdim. Bu heybetli sözcüğü bana karşı çıkan herkesin kafasına kafasına vururdum, arzularımın ve gücümün hizmetine koymuştum onu…Bu ihtiyatsızlıklarımı bağışlamak gerek; ne yaptığımı bilmiyordum. Özgürlüğün bir ödül ya da şampanyayla kutlanan bir nişan olmadığını bilmiyordum. Ve de bir armağan, insana dudak zevki verecek bir kutu şeker olmadığını.’’ İnsanın özgürlüğü ve beraberinde gelinen yer, ancak kazanıla bilinirdi. Bir armağan tabi ki olmamalıydı, herkese verilemezdi. Tek başına da olmazdı bu iş. Pusulan olmadan yürüdüğün yolu boşuna yürürdün. Her daim sisler ve şüphe içinde kalırdın. Anlatıcının da başlarda söylediği gibi. ‘’Ah! Azizim, yalnız, tanrısız ve efendisiz kimse için günlerin yükü korkunçtur. O halde insanın kendisine bir efendi seçmesi gerektir…’’ İnanmadığım o tesadüf bizi ancak geçici bir özgürlüğe götürürdü. Kolay olmayan vazgeçişlerden, düşüşlerden sonra gerçek özgürlüğün, o tepenin yolunda düşe kalka ilerlenebilirdi. Kitapta, bazı sözleri bulunduğu paragraftan cımbızla çekercesine ayırıveriyorum. Oradan bağımsız düşünüyorum nedense, yalnız başına düşünmeye itiyor bazı cümleleri beni. Mesela, ‘’Sonunda herkes bir yere gelir, ama dize gelmiş ve başı eğik olarak.’’ cümlesinde, herkesin o noktaya gelebileceğine inançsızlığımı düşündüm. Herkes bir yere gelirdi evet, ama herkesin eğilmeyi ve dize gelmeyi başaramayacağını düşünmekten kendimi alamadım. Örnekleri çoktu çünkü. Belki de burada başka bir şey söylemeye çalışıyor bilemiyorum. Ama bana hissettirdiği , her insanın yaş bir ağaca dönüşemeyeceği. Kendi kendimin garantisini veremezken tüm insanlığın dize geleceğine nasıl emin olabilirdim ki… Ve hemen üsteki soruma cevap niteliğinde bir alıntıyla son vermek isterim. ‘’Aynı türden olduğumuzu biliyordum. Hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak, önceden cevapları bilsek de aynı sorularla karşılaşarak? ‘’
Düşüş
DüşüşAlbert Camus · Can Yayınları · 201915,1bin okunma
·
66 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.