Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

80 syf.
10/10 puan verdi
bartleby: otoritenin zayıf noktasının keşfi
bu muhteşem kitabın nika yayınevi'nden çıkan baskısına çağrı niteliğinde bir son söz yazmıştım. onu buraya bırakıyorum. bartleby: otoritenin zayıf noktasının keşfi “sayılmadan harcananlarla ilgili, açıklanması çok kolay ve herkesin bildiği bir gerçek vardır: geçmiş zorbalıklardan geriye her zaman denetlenemeyen unsurlar kalır ve ortalığı kasıp kavurmayı sürdürür.” emile ajar elbette, kâtip bartleby üzerine, herman melville’in edebi dehasını temel alan, eserin ustaca kurgulanma biçimi, başarılı üslubu, kurgudaki detayların çok ince işlenmesi gibi salt edebiyat sanatına odaklı bir yazı yazılabilir. ancak bu efsanevi karakteri, yani kâtip bartleby’yi gerçekten anlamak özellikle yaşamakta olduğumuz çağ açısından çok daha önemli ve gerekli. bu nedenle kitabın yazarını ve yüce edebi niteliğini parantez içerisine alıp yalnızca bartleby’nin duruşu ekseninde bir inceleme metni kaleme almak daha yerinde bir hamle gibi gözüküyor. öyleyse başlayalım. otorite mefhumunun ilk algılanma ânı ve o anda yaşanan küçültücü/onur kırıcı duygu her insan için travmatiktir (sonraki süreçlerdeki muhtemel bir travmanın, içselleştirilmiş alışkanlığa tahvilini unutmayalım); otoriteyle o ilk temasın yakıcılığı, alt olmanın ve ses çıkartamamanın ruhumuza indirdiği o büyük ilk darbe çok önemlidir. ilkokul yıllarınızı düşünelim; neden bizim değil de akranlarımızdan birinin istediği şekilde oynanıyordu oyun? neden sınıfın en iri çocuğuna tâbi olmak zorunda hissettik kendimizi? gücün, iktidara nasıl da doğal ve kendiliğinden evrildiğini okul bahçesinde deneyimlediğimiz o an, otorite algısını belki de bir daha hiç silinmeyecek şekilde kazıdı zihnimize. sonuçta o günden itibaren annemizin sözünü dinleyip büyümek için süt içmeye karar vermek bir çözüm değildi; çünkü sınıfın iri çocuğu da süt içmeye devam edecekti ve biz bir birim büyüdüğümüzde o da bir birim büyüyeceği için aradaki fark korunmuş olacaktı. öte yandan sabahtan akşama kadar süt içerek diğer çocukları sollamak gibi bir strateji, bu uğurda vazgeçmek zorunda kalacağımız cipsler ve ekmek arası patatesler düşünüldüğünde kulağa hiç de hoş gelmiyordu. baş edilmesi güç bu orman kanunu karşısında sindik, kaçtık ya da kimi hüzünlü mücadelelere giriştik. sonuç ne olursa olsun artık otorite denen mefhumu kelimelerle ifade edemesek de somutluk düzeyinde hissetmeye, bilmeye ve maalesef içselleştirmeye başladık. otorite algısının içselleştirilmesi, zamanla, otorite figürlerinin sanki verili bir koşulmuş gibi kabul edilmesini de beraberinde getirir; erk, hak edilmiş/hak edilerek kazanılmış bir nitelikmiş gibi gözükür. her şeyin sonunda, doğrunun, size bir şeyler yaptırmaya muktedir oldukları varsayılanların isteklerini yerine getirmek olduğu düşüncesine riayet edersiniz. işte birileri tarafından ustaca inşa edilen bu süreç; bir insanın ruhunun zapturapt altına alınması, o insanda rahatsız olduğu şeylerle savaşamayacak kadar küçük/etkisiz olduğu sanrısını derinleştirmesi ve insanın bu başarılı algı manipülasyonu sonucunda kendisinden tamamen olmasa da kısmen vazgeçmesiyle sonuçlanır. böylece, devletin ya da egemen sınıfın hanesine bir artı işareti daha yazılır; vazgeçmiş her insan zaferidir onların. yaşamın içerisindeki tek tek otorite aktörleri, denize dökülen ırmaklar misali, baskıyı her gün ve her gün yeniden üreterek besler denizi, deniz beslenmeye devam ettikçe her bir insan kendisini daha çaresiz hissetmeye, ruhunu törpülemez ise hayatta kalamayacağından korkmaya başlar. otoritenin korku ile filizlendiği varsayımı bu noktada büyük ölçüde bir yanılsamadan ibarettir aslında, onu yeşerten asıl şey çaresizlik algısıdır. insan kuma oturup da uçsuz bucaksız denizi seyre daldığında kendisini küçücük ve etkisiz bulur; o an için baktığı şeyin, üstesinden gelemeyeceği bir sonsuzluk olduğu duygusuna kapılır; türdeşleri, bakmakta olduğu ve belki de hiçbir zaman göremeyeceği bütün denizlerin altını üstüne getirmiş ve getiriyorken üstelik; tarihin belirsiz dönemlerinde ve şimdiki zamanda. sizlere kısaca tasvirini sunmaya çalıştığım o ehlileştirme süreci, zorbanın, zorbalığı su yüzüne çıkmasın diye gerçekleştirilen mecburi bir budama eylemidir aslında. çünkü yapılan devrimler, insan haklarının genişletilmesi ve kabul edilip yaygınlaşması gibi gelişmeler, zorbalığın kılık değiştirmiş biçiminin üretilmesini zorunlu kılmıştır. hırsız, cebinizdeki parayı sizden kaba kuvvete başvurarak alma lüksünü kaybetmiştir. medeni dünyada böyle şeyler artık hoş karşılanmamakta, bir meşruiyet sorununa yol açmaktadır. öyleyse hırsız, ihtiyacınız olan miktarı size mümkün olan en yüksek fiyattan satıp ihtiyacınızdan fazlasını sürekli promosyonda tutarak alır paranızı. bunu zor kullanarak yapmadığı gibi, tüketiciye kurnazlık payesini de vermiş olur. biraz daha çok para vererek, ihtiyacınız olandan fazlasını almışsınız, bunu da fazla ürün alınca birim fiyatın düşmesini öne sürerek rasyonalize etmişsinizdir. böylece dünya üzerindeki bütün şapkaları kendinize çıkarttıracak kadar kurnaz olduğunuzu kanıtlamışsınızdır. oysa gerçeklikte yaşanan aynı şeydir, cebinizden alınan para miktarında değişiklik yoktur; tek fark, birisinde zorbalık hissedilirken diğerinde hissedilmemesidir. hırsızın, sizden zor kullanarak alamadığını sizi manipüle ederek almasıdır bu. kadir cangızbay’ın da dediği gibi: egemenlik ilişkisinin varlık bulduğu her yerde kaçınılmaz bir hayat gaspı/yaşam hırsızlığı da söz konusu olduğuna göre, otorite dediğimiz aktörlerin de hırsızlardan hiçbir farkı yoktur. herkesin, karşılığında ne aldığını sorgulamaksızın bir şeyler yapmak mecburiyetinde olduğu, ortalama koşullarda sürdürülecek bir hayat için bile kendisini bir kenara bırakması gerektiği medeni dünyada, zorbanın zorbalığını gizlemesi yalnızca kitlelerin manipüle edilmesi ve ehlileştirilmesi ile mümkündür. bu durumda şu gayet açıktır ki medeniyetin güler yüzlü olmaya ve gizlenmeye mecbur bıraktığı otorite figürleri başları ilk sıkıştığında özlerine dönmeye itilecekler, yani zorbalığa başvuracaklar ve medeni dünyadaki meşru zeminlerini yitirme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır. bu sürecin yüce niteliği, medeniyet masalının el değiştirip ondan hiçbir zaman nasiplenemeyen ya da çok az faydalanabilen kitlelerin silahına dönüşmesinde yatmaktadır. otoritenin elinden, zorbalığının üzerine örttüğü medeniyet çekip alınmış, böylece cebrin ve hilenin suyun üstüne çıkması sağlanmıştır. artık sıra, insanlığın selameti açısından zaten bir an önce ehlileştirilmesi gereken muktedirlerdedir. işte bu sürecin inşası için en etkili tavırlardan birisi de “yapmamayı tercih etme” tavrı olarak karşımıza çıkmaktadır; ama nasıl? bu sorunun cevabını bulmak için kâtip bartleby’nin, “yapmamayı tercih ederim,” tabirinin/tavrının mahiyetini açmalıyız. öncelikle, “yapmamayı tercih etmek” ile “yapmıyorum” , “yapmak istemiyorum” , “yapmayacağım” vb. kullanımlar arasındaki farka odaklanmak gerek. herhangi bir şeyi yapmak istememek, içerisinde birçok şey barındırabilir. kişinin bu dileğinin sebebi olarak tembellik ya da hoşlanmamak gibi varsayımlar işaret edilebilir. yapmıyorum ya da yapmayacağım gibi bir tepki ise yine içerisinde kişinin kendisinden menkul sebepleri barındırırken öte yandan bir meydan okuyuşun da ifadesi olabilmektedir. bunların ve benzeri tepkilerin niteliklerine bakıldığında eylemin bir anlamı varsa da bu belirsizdir, bilinememektedir. dolayısıyla kendisini bu şekilde ifade eden kişi karşı taraftakilere açık kapı bırakmakta, onlara itiraz hakkı tanımaktadır: “neden yapmıyorsun?” oysa insan, “yapmamayı tercih ederim,” dediğinde, ağızdan çıkan şey artık bir tepki değil, karardır. o kişi bu kararı hür iradesi ile almış ve ifade etmiştir. işte bu vurgu, kişinin kendi yaşamının öznesi olduğunu ilan etmesidir aslında; nettir ve karşı tarafın sızabileceği, sızmaya teşebbüs edebileceği hiçbir aralık bırakmamaktadır. diğer yandan başlı başına bir duruşa işaret eden “yapmamayı tercih ederim,” tabiri, tercih etme mefhumuna yaptığı vurgudan dolayı kaçınılmaz olarak anlamlı bir noktaya da oturur. çünkü sözgelimi bir insan futbol oynamak yerine kitap okumayı tercih ettiği anda, hem futbol oynamamasını hem de kitap okumasını anlamlı bir hâle getirmiş olur. çünkü tercih edilen, tabiatı gereği başka bir şeyden vazgeçilmesi sonucunda, vazgeçilen şeyin değeri ya da ederi kadar ödenen bir bedel karşılığında tercih edilmiştir; tersi durumda, tercih edilmeyen, yine tabiatı gereği başka ve daha değerli olduğu kişinin kendisi tarafından belirlenen bir şeyin yapılmasının zeminini oluşturmuştur; işte anlam buradan gelmektedir. aynı örnek başka ifadelerle düşünüldüğünde anlam duygusu muğlaklaşacaktır: futbol oynamayacağım ya da oynamak istemiyorum gibi kullanımlarda söz konusu tavrı anlamlı kılacak vurgu yoktur, bir anlam varsa da bu belirsizdir. tercih etmekte ise, mevzu ne olursa olsun, hep bir anlam duygusu hissedilir. “yapmamayı tercih ederim” duruşu, son olarak, bir karara işaret etmesi nedeniyle, daha önce de kısaca değinildiği üzere ister istemez kişiye bir öznelik vasfı da kazandırmaktadır. çünkü herhangi bir şeyi yapmamak ya da yapmak istememek, pekâlâ bilinmeyen bir belirleyiciliğin/belirleyicinin insanı ittiği tavır da olabilir; insan yalnızca yaptığında değil, yapmadığında da belirlenen olma pozisyonunda kalabilir, “yapamıyorum” demeyi kendisine yediremediğinden, “yapmıyorum,” sözcüğüne sığınabilir. yapmamayı tercih etmek ise, belirleyici koltuğuna kişinin kendisinin oturması, yani belirlenen olmaması anlamına gelmektedir. diğer ifadelerin arasında bu tabiri kıymetli kılan niteliklerden birisi de işte budur. çünkü belirlenmek, bir nesne konumuna indirgenmek olması hasebiyle, “kim tarafından?” sorusunu da kaçınılmaz olarak ortaya çıkartmakta ve öznelik vasfını kişinin kendisi dışındaki bir şey(ler)e atfetmektedir; ki bu, otoriteden başka bir şey değildir. kâtip bartleby’nin her türlü otoriteye karşı özgürleştiğinin ilanı, tam da bu nedenle, onun “yapmaması” , “yapmak istememesi” ya da “yapmaktan kaçınması” değil, yapmamayı tercih etmesidir. otoriteye karşı yapmamayı tercih ederek özgürleşen bartleby, bu tavrını isyan eder gibi değil, büyük bir sükûnetle ve kayıtsızlıkla ortaya koyarak düşmanı kendi silahı olan medeni sınırları ihlâl etmeye zorlar. çünkü bartleby bağırarak ya da kaba kuvvete başvurarak mukavemet gösterseydi, zorbanın da ona bağırması veya kaba kuvvete başvurması meşru hâle gelecek ve egemen, mücadeleyi mutlaka galip geleceği alana çekmiş olacaktı. oysa bartleby’nin yapmamayı tercih edişini büyük bir kayıtsızlıkla dile getirmesi karşısında köşeye sıkışan zorba, istediğini yaptırmak, yani belirleyen konumunu kaptırmamak için, meşru zeminini terk etmek mecburiyetindedir artık. buradaki kazanım, savaşarak, bedel ödeyerek belli bir noktaya gelmiş insanlığın, hâlâ ve hâlâ olması gereken koşullara sahip olmadığının gün yüzüne çıkması, sürdürülmesi gerekirken üzeri medeni dünya masalıyla örtülen ve ötelenen savaşın tekrar gündeme gelmesidir. çünkü günümüzde sanki o acı dolu yıllar geride kalmış, ödenen onca bedelin meyveleri nihayet toplanmaya başlanmış ve insanoğlu kendisine yaraşır medeniyete ulaşmış gibi bir tavır içerisindedir herkes. gelgelelim gerçeklikte işlerin hiç de öyle olmadığını, pazartesi sendromu, orta yaş bunalımı gibi rahatsızlıkların temelinde yatan şeye bakarak anlamak mümkündür. demek ki savaş bitmemiştir. insanlar, olması gereken koşullarda değil, bir baskı ortamında yaşamaktadır. bu gerçeklik ve bitmemiş savaş, medeni dünya masalı örtüsüyle gizlenmiş, ötelenmiştir. öyleyse bir şeylerin ters gittiği ama bunun teşhis edilemediği bir çağda savaşı görünür hâle getirmek hiç de küçümsenmemesi gereken, aksine oldukça ciddi bir kazanımdır. artık teşhis konulmuştur çünkü. zorbalığın bitmediği, sadece kılık değiştirdiği, yöntem olarak ise şiddetin yerine manipülasyonu belirlediği anlaşılmıştır. bu temel uyanış gerçekleşmeden, yani neyle savaşılacağı bilinemeden bir savaşa girişmenin imkânsızlığı, güler yüzlü zorbanın deşifre edilmesinin önemini anlamak açısından gayet yeterlidir. kâtip bartleby’nin, “yapmamayı tercih ederim” tavrının kapsamı, geniş tutulabileceği gibi, dar anlamda da düşünülebilir; söz konusu duruş, bütün insanlığın kaderinde olduğu kadar tek tek insanların kendi yaşamları özelinde de etkili olabilir. çünkü metnin önceki paragraflarında yeterince açıklandığı üzere, yapmamayı tercih etmek, özneliği ve özgürleşmeyi doğurur. bartleby’nin kayıtsızlığı, yapmamayı tercih etmenin bir suç olmadığını kanıtlamakla yetinmiyor, aynı zamanda soruyor: “sen neden yapmaya devam ediyorsun?” ister istemez insanda, kendi hayatındaki bütün otorite figürlerine karşı bir alerjinin filizlenmesine neden oluyor. aile kurumu, okul, iş yeri, sosyal hayat, ikili ilişkiler, kısacası her alanda, otoriterleşen ve ortamdaki insanlar üzerinde sanki doğal bir belirleyiciymiş gibi baskı kuran aktörlerle mücadele etmenin biçimini, anahtarını sunuyor. zorbanın, zorbalığını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu karizmasını çiziyor. kayıtsızlık ve belirlenemez olma karşısında ne yapacağını şaşırmış ve konumunu kaybetme korkusuyla paniklemiş otoritenin ne denli alçalabileceğini deneyimleme fırsatı sunuyor; ki ilk hedef de bundan başka bir şey değildir: güler yüzlü düşmanın maskesini indirmek, böylece onun özündeki kötülüğü görünür kılmak. bunun bence türkiye’deki en güzel örneğini, “duran adam” eylemini gerçekleştiren sanatçı sayesinde yaşadık. yalnızca duran bir insana karşı ne yapacağını şaşıran kolluk kuvvetlerinin bakan her kişiyi onlar adına utandıran girişimlerini, sanatçıyı arama çabalarını anımsayın. “koskoca devletin,” tek bir insan karşısında nasıl da alçaldığını, böylece karizmasında ne denli yaralar açıldığını anımsayın. işte kâtip bartleby ya da duran adam gibi örnekler, otoritenin bug’ını bulmayı başarmış örnekler olmaları nedeniyle incelenmeye, üzerine düşünülmeye değer karakterlerdir. faşizmin sinsice, güler yüzlü biçimde sürdürüldüğü günümüzde, kendi yaşamınıza bakın ve sorun: tüm bunları hak edecek ne yaptım? işte o zaman bartleby güven veren bir yoldaş gibi, onulmaz kayıtsızlığıyla yanınızda belirecek ve sizlere kutlu anahtarı sunacaktır: yapmamayı tercih edin!
Katip Bartleby
Katip BartlebyHerman Melville · Nika Yayınevi · 201712,2bin okunma
·
121 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.