Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

140 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Dostoyevski ve onun ruh dünyası hakkında yapılagelen birçok tespite, diğer bir ifadeyle anlama ve anlamlandırma çabasına yönelik olarak sarf edilen nitelendirmelere bakıldığı zaman, bunların bir insanın duygu durum dünyası açısından alışılmışın ötesinde çeşitlilik arz etmekle beraber, kimi zaman taban tabana zıt olduğu ve onu ifade etmekte eksik yahut yanlış olduğu göze çarpmaktadır. Konunun soyut kalmaması açısından kendisi ve özellikle de psikolojik dünyası hakkında yapılan ve benim rastladığım ifadelerden olan; sadistliğe varan duygu yaklaşımları, Mazoşizm, Oidipus Kompleksi, Geschwind Sendromu ve sair tanımlamalar örnek verilebilir. Bu ifadelerin kimi yönlerden amacına ulaştığı görülmektedir ancak, Dostoyevski’yi ‘tanımlama’ noktasında yapılan bütün uğraşların her ne kadar bilhassa biz okuyucular açısından kıymetli olduğu yadsınamaz olsa da, bu amaca yönelik olarak yapılan yorumların kısır bir döngüde boğulduğu ve tabir yerindeyse ortaya çıkan neticelerin ölü doğduğu söylenebilir. Çünkü Dostoyevski her şeyden önce bir edebiyatçıdır. Popüler tabirle ilham perilerinden esinlenmektedir. Elbette bu söylenenler onun yazdıklarının geçmiş yaşamından bağımsız olduğu anlamına gelmemelidir. Hatta yazın dünyasına bahşettiği kitaplarının ana unsuru olan karakterleri arasında birçok benzerlik bulunmaktadır. Aynı zamanda bu tanımlamaları yapan neredeyse hiç kimse onunla bizzat görüşmemiş ve yaşantısına şahitlik etmemiştir. Dolayısıyla yapılan bütün tanımlamaların ekseriyetle yazmış olduğu kitaplarından ve kendisi ile geçmiş yaşamı hakkında anlatılan şeylerden beslendiği açıktır. Okuyucunun okumuş olduğu kitabın yazarı ve onun duygu dünyası hakkında yorumlar yapması, yazar ile kendi arasında fikirsel benzeşimler bulması bana göre, okuma faaliyetinin en ilgi çekici yanlarındandır. Az evvel Dostoyevski hakkında yapılan tanımlamalara çamur attıktan sonra, benim yapacağım yorumların da eksik ya da yanlış olabileceğini belirtirken, Dostoyevski’yi tanımlama uğraşısına bir de olayın merkezinde bulunan gerçek failin sözlerini aktararak katkıda bulunalım: ‘’Benim kişiliğim her zaman karamsar, hastalıklı ve heyecanlı olmuştur.’’ ‘İnsan kendi kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi?’ diye bir soruyu okuyucularına sormaktadır. Sadece kitaba verilen isim bile müellifin zihninde yer kaplayan ve ‘yeraltı’ olarak isimlendirdiği bir kısmın, artık dayanılmaz olarak gelen diretmelerine karşı çıkarak bir yönden itiraflar suretinde aktarılmakla beraber, kitabın baştan sona bu soruyu cevaplamaya çalışır nitelikte olduğu ve dolayısıyla bu sorunun cevabının ancak yine kişi tarafından bilinebileceği ve en azından bunun dürüst bir şekilde denenebileceği söylenebilir. Bu hâliyle kitabın aslında bu amaçla ve başarılı bir şekilde yazıldığını görmekteyiz. Gerçekten de kişinin kendisine karşı özellikle de toplumun hoş görmediği hususlarda dürüstçe bir samimiyet taşıması kolay değildir. Ezici olan toplumu bu gibi durumlarda yanıldığına ikna etmek ve bunu dürüstçe yapmak ancak böylesi bir dehanın işi olabilirdi. Dostoyevski’nin birçok kitabında ana karakterlerinin fikir düzeyinde karşısında duran diğer anti-karakterleri her zaman sağlam gerekçeli ve yıkılmaz görünen fikirlerle saldırırken, çoğu defa bu zıt fikirlerin ikisine de hak vermemek elde değildir. İşte bu çelişki esasen onun bir fikri yıkmak için ya da onu çürüterek kendi ideasını haklı çıkarmak uğruna yazmadığını, her şeyden önce anlamaya çalıştığını gösterir. Perspektifi o kadar geniştir ki; yeri geldiğinde ailesinin geçimi için bedenini satan bir hayat kadınının(Sonya) önünde, bir katili(Raskolnikov) diz çöktürerek buhran içerisinde ağlatır ve gerçek anlamda dindar birini(Alyoşa), kumar bağımlısını(Aleksey), kader mahkûmunu, budalalık derecesinde saf olan bir sara hastasını(Prens Mişkin) v.s. işlemekten geri durmaz. Dostoyevski’yi başarılı ve etkileyici kılan en büyük özelliği kendisine karşı dürüst ve samimi olması olabilir mi? Birçoğumuzun kendisine itiraf dahi etmekten çekindiği davranış ya da fikirleri yönünden onun aymaz bir cesarete ve kavrayış ve ifade gücüne sahip olduğunu gördükten sonra bu soruya evet demekten başka çaremiz kalmayacaktır. ‘‘Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm’’ Kitap iki ana bölümden oluşmaktadır ve ilk bölüm olan Yeraltı bölümünde benim dikkatimi çeken hususlara değinmek gerekirse; yukarıda bahsi geçen kendisine karşı sınırları aşan bir samimiyete sahip olması sebebiyle bir anlamda öz saygısını yitirdiği görülmektedir. Muhtemelen bu samimiyet derecesine erişen herkes özü itibarıyla aşağılık olduğunu, daha yumuşak bir ifadeyle aciz egosuyla gördüğü kadar kıymetli ve dürüst olmadığını fark edecektir. Bir şeyler yapamamaktan yakınmaktadır, yitirdiği bu becerinin onu arsızlaştırdığı söylenemez zaten kitap boyunca sebeplerini ileri sürmektedir. Özellikle bir şeyler yapmak noktasında ve eylem başlangıcı öncesinde, geçirdiği zihinsel süreçlerin tesiriyle yapılmak istenen şey için gerekli olan anlam bağını kopartıp, kendince bir anlam örgüsü kurduğundan, ötekilerin-kendi dışındakilerin deyimiyle o işe hiçbir zaman başlayamamakta ve eylemlerin geri planında duran anlam örgüsünü kendince değiştiremeyenlerin ahmak ve dar kafalı olduklarını düşünmektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak ötekilerin saygısını kazandıracak ve sahte gördüğü gururu ona yaşatacak olan eylemleri hiçbir zaman ortaya çıkaramamaktadır. Öz saygısını yitirmesinin bir diğer sebebi olarak akla genel kabule, toplum tarafından beklediği şekilde karşılanmaya şayan olmamış olması gelebilir fakat, yüksek bir zihnin toplumun kendisi hakkındaki fikir ve yaklaşımlarına saplanıp, bir ölçüde öz saygısını yitirecek kadar kendisini aşağılaması beklenemez. Anlaşılan Dostoyevski toplum ve onun eğilimleri, genel kabulü ile dalga geçmektedir, daha doğrusu esas olarak aşağıladığı şey budur. ‘‘Bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları için faal kimselerdir.’’ Toplumun tabiriyle bir şeyler yapamamanın sebebinin tembellik olmasını, daha doğrusu en azından elle tutulur bir sebebe dayanmasını çok ister ancak, bunu başaramadığı anlaşılmaktadır. Çünkü toplumun dayattığı anlam örgüleri onun içinde parçalanmış ve bunun etkisiyle en başta fikir dünyasında uzlaşmazlık hâkim olmuştur. ‘‘Keşke sadece tembellik yüzünden hiçbir şey yapamasaydım. Tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı duyardım.’’ İdrakin, anlamanın kaynağı olarak ızdırabı görmektedir. Aynı zamanda idrak etmenin hiçbir hazza değişilemeyeceğini ve bu yeteneğin marazi bir yönünün olduğunu belirtirken, ızdırabın ihtiras derecesinde sevilebileceğine inanmaktadır. Gerçekleştiremediği ve kıymet görmeyen arzuları düşünce dünyasında büyük bir yıkıma yol açarak, hayatı ve dolayısıyla onun içini dolduran bütün unsurları, kıymetsiz ve çabalamaya değmez birer saçmalık olarak görmesine sebep olmuştur. Ecinniler kitabında ‘yaşamakla yaşamamak arasında bir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan’ demektedir. Yaşamak ile yaşamamak arasındaki fark nedir? Kendi iradesiyle hayatına son veren kişinin özgür olduğu söylenebilir mi? ‘’Yoksa dünyaya gelişimin biricik sebebi, varlığımın sadece bir yalan olduğu neticesine varmak mıdır? Maksat sadece bu mu?’’
Yeraltından Notlar
Yeraltından NotlarFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2020128,5bin okunma
46 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.