Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hayatının yarısını ona her hafta bir mektup yazarak geçirmişti. “Bazen ne yazacağımı bilemiyorum,” demişti bana gülmekten kırılarak, “ama onların eline geçtiğini bilmek bana yetiyordu.” Başlangıçta aşk pusulalarıydı bunlar, sonra kaçamak bir sevgilinin gönderdiği kağıt parçaları, geçip gidiveren nişanlılık döneminin mis kokulu notları, iş mektupları, aşk belgeleri, en sonunda da onu geri dönmeye zorlamak için acımasız hastalıklar icat eden terk edilmiş bir eşin yazdığı öfkeli mektuplar olup kalmıştı. Keyifli olduğu bir gece mürekkep hokkası yeni bitirdiği mektubun üzerine devrilmiş mektubu yırtıp atmak yerine altına bir dipnot eklemişti: “Aşkımın kanıtı olarak sana gözyaşlarımı yolluyorum.” Bazı zamanlar ağlamaktan usanç getirerek kendi çılgınlığını alaya alıyordu. Postanede çalışan kızı altı kez değiştirmişler, altısının da işbirliğini sağlamıştı. Aklına gelmeyen tek şey vazgeçmekti. Yine de Bayardo San Român, onun bu çığlığına duyarsızdı: Sanki mektup yazdığı hiç kimse yoktu karşısında. Onuncu yılda, rüzgarların estiği bir sabah, onun yatağında çıplak olduğu duygusuyla uyanmıştı. Bunun üzerine, o uğursuz geceden beri yüreğinde kokuşmuş olarak gizlediği bütün acı gerçekleri hiçbir ar duygusuna kapılmadan anlattığı yirmi sayfalık ateşli bir mektup yazmıştı. Bedeninde sonsuza dek bıraktığı izlerden, dilindeki tuzdan, Afrikalı penisinin yakıcı gücünden söz etti ona. Her cuma öğleden sonra mektuplarını alıp götürmek üzere evine gidip onunla birlikte iş işleyen postanedeki kıza verdi mektubu, için döktüğü bu son itirafının çektiği acıların da sonu olacağına inanmıştı. Ama hiçbirine yanıt gelmedi. O günden sonra artık ne yazdığının bilincinde olmadığı gibi kime yazdığından da pek emin değildi; ama on altı yıl boyunca hiç ara vermeden yazmayı sürdürmüştü. Bir ağustos günü öğle vakti, kız arkadaşlarıyla birlikte iş işlerken, kapıya birisinin geldiğini hissetmişti. Kim olduğunu anlamak için bakmasına gerek yoktu. “Şişmanlamış, saçları dökülmeye başlamıştı, daha iyi görebilmek için gözlüğe ihtiyacı vardı,” dedi bana. “Ama oydu işte, ta kendisiydi!” Korkmuştu, çünkü kendisi onu ne kadar yaşlanmış görüyorsa, onun da kendisini o kadar yaşlanmış gördüğünü biliyordu, kendisindeki gibi içinde buna katlanacak kadar sevgi olduğunu da sanmıyordu. Gömleği, tıpkı panayırda ilk kez gördüğü zamanki gibi terden sırılsıklam olmuştu, belinde aynı kemer, omzunda kenarları sökülmüş olan gümüş süslemeli aynı heybe vardı. Bayardo San Român, şaşkın şaşkın bakan öteki işlemeci kadınlara aldırmadan ona doğru bir adım atmış, elindeki heybeleri dikiş makinesinin üzerine koymuştu. “Tamam,” demişti, “geldim işte.” Orada kalmak üzere getirdiği içi giysi dolu bir valiz vardı yanında, bir de kendisine yazdığı neredeyse iki bin mektubu koyduğu aynı büyüklükte başka bir valiz. Mektuplar tarihlerine göre sıraya dizilmiş, renkli kurdelelerle demetler halinde bağlanmıştı; hiçbiri açılmamıştı.
Sayfa 85 - Can yayınlarıKitabı okudu
·
6 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.